Hürriyet’in, Emniyet ve Jandarma istihbarat birimlerinin hazırladığını belirttiği “Çözüm Süreci/PKK Raporu”na dayandırarak yayınladığı habere göre, AKP’nin “çekiliyorlar” dediği, “akiller”in Türkiye’yi karış karış gezip, eşsiz bir pişkinlikle girdikleri şehit ocaklarında, şehit analarına sarılarak “bakın işte başka analar böyle ağlamayacak” masalları anlattığı günlerde, nur topu gibi(!) 2 bin yeni teröristimiz olmuş meğer!
Madem yasayla tescilleniyor ki “MİT”in olacak bu işin bütün vebali; Allah “devlet ana”lı, “devlet baba”lı büyütsün her birini!
Artık “kırk uçurmaya” diye inlerinden çıktıklarında karakol mu tararlar, askeri araca pusu mu kurarlar, polis panzeri mi yakarlar, metropollerde alışveriş merkezi mi havaya uçururlar, dershane mi bombalarlar orası belirsiz; 
 “Sürpriz”!
Zırh kuşansanız kâr etmez ya; yine de önleminizi alın siz;
Tedbir kuldan, takdir Allah’tan!
Zinhar o ateş yeniden düşsün istemem ama içimize; Türk bayrağına koli bandı yardımıyla sarılmış el kadar tabutlarda yeni Almina’lar koymak zorunda kalırsak musalla taşına; sala da akil Orhan Gencebay’dan; 
Düşmez başkasına!

***

Habere bakılırsa kış boyunca bir güzel besiye çekilmiş, semirmiş bizim “genç teröristler”; havaların ısınmasıyla birlikte de -eee onca birikmiş enerjinin de atılması lazım değil mi ama- silahlı sporlara yöneltilmişler!
Askerliğin resmi literatüre “sanat” olarak kaydedildiği ülkede; her nevi terör eylemi de “spor” sayılabilir neden garip geldi ki size! Hatta yaksınlar, yıksınlar, katletsinler; ceza şöyle dursun “şeref kürsü”süne çıkarılarak “madalya” ile ödüllendirilebilir pekala bu “genç teröristler”! 
Efendim?
Abartıyor muyum?
Niye?
Bakın Ankara’ya; ödüllendirilmişleri yok mu “yüce Meclis”in çatısı altında?
Habur’da itiraflarına rağmen, taşınmadılar mı omuzlarda?
Bu noktada, kulakları çınlasın birkaç “kandan beslenen” yazarı vardı bu ülkenin;
 “Yahu kafa mı buluyorsunuz siz bu toplumla, madem silahlar sussun diye gidiyorlar, niye silahlarını da götürüyorlar? Madem katliam sektöründen(!) el etek çekiyorlar, tövbe ediyorlar, bir daha kullanmayacaklar, ne diye silahlarını teslim etmek yerine gömüyorlar? Sınır ötesine çekiliyor da, nereye gidiyorlar? Kandil sınır içinde mi? Orada güçlenip geri gelmeyeceklerinin garantisi hani?” diye üstümüzü başımızı parçalarken nasıl da yaftalamışlardı bizi:
Savaş lobisinin kalemleri!
Şimdi...
Eyyyy “barış lobisi”nin akilleri;
Bir “özür turu”na çıkmanız, acılarını kullanmakta hiçbir beis görmediğiniz Anadolu’nun o saf-temiz insanlarının ellerine, eteklerine yapışıp af dilemenizin, “helallik” istemenizin zamanı gelmedi mi?
Malum vicdanlara girerken kullandığınız anahtar kelime “helalleşme”ydi!
Bahar geldi, poz verdiğiniz o bağlar, bahçeler yeşillendi, yollara düşmek için zemin müsait yani.
Şöhretiniz, servetiniz, neyiniz varsa ona borçlusunuz; 
Bakalım Türk Milleti hakkını helal edecek mi!


Akıbetimiz Haşim Kılıç’a kaldı
Anayasa Mahkemesi’nin, HSYK Kanunu’nun Adalet Bakanı’nın “yargıda tek adamlaşmasına” yarayan maddelerini (ve elbette bundan önceki kişi hak ve özgürlüklerini hedef alan yasakları) iptal etmesi ne kadar iyiyse...
Kimsenin can ve mal güvenliğinin “hukuk teminatı” altında olamayacağı yeni bir “rejim”in iskeleti çağrışımı yapan MİT Yasası’nın arifesinde, binlerce yıllık devlet geleneğinin devamının, topyekun her birimizin akıbetinin Haşim Kılıç’ın;
Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinin değiştirilebileceğini savunan Haşim Kılıç’ın yani;
Laikliğin demokratik bütünlüğü bozduğunu savunmuşluğu olan Haşim Kılıç’ın;
Balyoz kararından sonra, “bireysel başvuruları değerlendirecek makam” olmasına karşın “Yargıtay’daki arkadaşları tanırım yanlış yapma ihtimalleri çok düşüktür” diyerek, tarafsızlığına dair kuvvetli şüpheler oluşturmuş Haşim Kılıç’ın iki dudağına mahkum, mecbur olması da bir kadar kötü değil mi?


Özür ve düzeltme:

Sözüm İstanbul Üniversitesi’nden dışarı
Pençelerini adımıza geçirip öyle çok kanırttılar ki benliğimizi; “yine mi” dedirten her yeni olay -itiraf ediyorum- biraz daha köreltiyor soğukkanlılığımızı. Biraz daha öfkeli tiplere dönüşüyoruz; kusur değil, insan bünyesinin 7/24 yay gibi geren “etkenlere(!)” karşı geliştirdiği doğal refleks bu. “Gelince bahar ayları, gevşer gönül yayları” kıvamında bir ülkede yaşamıyoruz sonuçta. İtiliyoruz, kakılıyoruz, azarlanıyoruz, aşağılanıyoruz, horlanıyoruz, ötekileştiriliyoruz, yok sayılıyoruz, ha cezalandırılmak istendiğimizde de birden buharlaştığımız yerden zuhur edip var oluveriyoruz... 
Dolayısıyla en “objektifim” diyenimiz bile -ki ben mesela çırpınırım işimizin bu temel şartını ihlal etmemeye- artık ama az, ama çok, ama kontrol edilebilir, ama esiri olduğumuz peşin hükümlere sahibiz.
İstanbul Üniversitesi’nin tarihi kapısının “son hali”ni gösteren fotoğrafı görünce anladım ki, dünkü “Kahrolsun böyle demokrasi” yazısını kaleme almak için fazla aceleci davranmışım. Kapıdaki tuğra ortaya çıkarılırken silinen T.C. üniversitenin adının yazılı olduğu bantta muhafaza edilmiş. 
T.C. hali hazırda birçok kurumdan “silindiği” için, memleketi idare eden zihniyete dönük olarak yazımın her satırının arkasındayım; bir tek düzeltmeyle;
Sözüm İstanbul Üniversitesi’nden dışarı!
Haksızlık ettim, özür dilerim.