Dünya, temel özellikleri birbirine benzemekle birlikte, birbirinden farklı karakterlere sahip devletlere bölünmüştür.
     Bunlardan bazıları, siyasi iddiası olmayan veya iddiasını komşularıyla ortak bir hedefe bağlayarak güç blokları oluşturan, nispeten yaşlı başlı, şeffaf devletlerdir.
     İsrail gibi bazı devletler ise çetin şartlarda varlık mücadelesi yaparlar. Afrika ve Orta Amerika'daki gibi bazı devletler, sadece sınır komşularıyla sorunludur.
     Kimisi de Kuzey Kore gibi hemen yanındaki veya dünyanın öbür ucundaki bir büyük güce kafa tutmanın derdindedir.
     Türkiye'de bu dertlerin hemen hepsi bir arada bulunur.
     İster Monako Prensliği olsun isterse Amerika Birleşik Devletleri bütün devletler için "istihbarat" bir varlık göstergesi, yaşam belirtisi, insan vücudundan örnek vermek gerekirse devletin "merkezi sinir sistemi"dir.
     Anatomi bilimi, beyin, beyincik ve omurga üzerinden vücuda yayılan sinir sistemini insanın esas vücudu olarak izah eder.
     Yine hekimlere göre kollar kesilirse insan yaşar, vücudun tüm belden aşağısını kaybetsek bile yaşamamız mümkündür.
     Karaciğer, böbrek, kalp ve damar nakli yapılabilir, karın bölgesine alınan darbeler atlatılabilir. Ancak omurga ve beyin hasar gördüğü zaman artık insanın yaşaması mümkün değildir.
     Aynen bunun gibi, bir Devlet, içerden veya dışardan hücuma uğradığında, hükümet organları, okullar, üniversite, yargı, basın hatta ordu taciz edilebilir. Adına "kumpas" denilen hücumlarla zayıflatılabilir.
     Ama eğer istihbarat teşkilatı sağlam kaldıysa ve operasyon gücünü koruduysa yapacağı kritik hamlelerle devleti kurtarabilir. Çünkü vücudun "beyin ölümü" henüz gerçekleşmemiştir.  
     Kurtuluş Savaşı da işte böyle bir ortamda, vücudun bütün azaları Mondros'la teslim olmak üzereyken Teşkilat-ı Mahsusa eliyle gerçekleştirilmiştir.
     İhtilallerde ve yeni devletlerin kurulmasında bile İstihbarat örgütleri de hariciye gibi geçişken olmak zorundadır.
     Dünya sizin ihtilalinize, darbenize, ceminize cemaatinize, turuncu devriminize bakmaz!
     Bu istihbarat ve hariciye sürekliliği, dünyada millet olarak varlık gösterebilmenin gereklerindendir.
     Şimdi mademki orduya kumpas atıldığına, AKP iktidarından güç alarak devletin önce vücudunu sonra da "kozmik büroya kadar" beynini hedef alan bir hücumun varlığına inanıyoruz.
     O zaman son hamlenin MİT'e yapılmış olduğunu da kabul etmeliyiz. Yani Yarbay Ali Tatar'ı intihara sürükleyen kumpası, Korgeneral Engin Alan'ı madalyalarının yanından alıp 4 yıl hapiste yatıran kumpası, Albay Temizöz'ü PKK'lı gizli tanıklarla yargılayan kumpası kabul edip de MİT Tırlarına çevirme yapan kumpası reddedersek olayları doğru okuduğumuzu iddia edemeyiz.
     Cemaatin 17-25 Aralık'ta Hükümetin kalbine doğrudan zamanın Başbakanına karşı başlattığı operasyondan siyasi sonuçlar çıkarma hakkımız vardır.
     Bu neşterle ortaya çıkan cerahat, bizim bünyedeki hastalığa teşhis koymamız ve hasta sahibine durumu anlatmamız için bir fırsat vermiş olabilir. Ancak "neşteri tutan el hekim midir, ortam steril midir, ameliyat kararı nerede alınmıştır?" sorularını sormadan bu tedavi şeklini onaylamak, yeterince titizlikle yapılmış bir tercih olmayacaktır.
     Askerin yaptığı bu tip hükümete darbe işlerinde "emir komuta zincirinin" tamam olup olmadığına bakılırdı. Sivil darbe geleneğimiz olmadığına göre, bu işleri ancak askeri darbe birikimimize göre düşünebiliriz.
     Eğer 1980'deki gibi TSK, Genel Kurmay Başkanından çavuşuna kadar bir bütünlük içinde darbenin içindeyse olay, eski "İç Hizmet Kanunu Madde 35"teki "Türk vatanını, istiklal ve cumhuriyetini korumak için harp sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyeti"ne bağlanırdı.
     Yok eğer 1960'taki gibi birkaç Generalle onbeş yirmi Albay ciplere binip de yola çıktıysa bu oluşumun adına "Cunta" denirdi.
     İşte gerek Ergenekon ve Balyoz davalarıyla orduya atılan kumpas, gerek 17-25 Aralık operasyonu gerekse Hakan Fidan'a yönelik MİT krizi ve Suriye yolundaki MİT Tırları hadisesi, "darbeler ansiklopedisine göre" emir komuta bütünlüğünden yoksun "Sivil Cunta" hamleleridir.
     Ayakkabı kutularındaki paraların veya TIR'lardaki silahların kime gittiği, bu "temel okuma"nın yanında teferruattır.
     AKP hükümetlerinin, bu "beyin" işlerini ehliyet ve vukufla yaptığı iddiasında değiliz, tam tersine olan biten bütün rezilliklerden AKP hükümetleri sorumludur.
     Ancak sütünden, kanından emin olduğumuz eski Özel Kuvvetler Komutanına silah doğrultan ellerle MİT mensuplarını yere yatıran ellerin aynı olması, bizi bu konuda daha geniş düşünmeye sevk etmektedir.
     Türkiye Cumhuriyet Devleti, iç siyasi kaygılardan uzak ve "inandırıcı delillerle" kaleme alınmış bir "Beyaz Kitap" yayımlamadıkça, en son Can Dündar'ın başını yakan bu "kör" dövüşü memleketi iyi bir noktaya götürmeyecektir!