26 yaşıma kadar Gümüşhane, Erzurum ve Trabzon vilayetlerinde geçen yılların hayat hikayesi aslında birçok insanın farklı illerde yaşananların benzer özetidir.

Dedem Rus işgali esiri İstiklal Harbi gazisi ve okuma yazması yoktur. Babam fakirliğin diz boyu olduğu yıllarda her gün Sakal Tutan dağından 7,5 km yolu yaya katederek Kabaköy’e bağlı Kale nahiyesine giderek ilkokulu bitirmiştir.

Aslında köyde herkes birkaç istisna dışında olağan üstü fakirdir. Kalaycı, taş ustası, amele, küçük çiftçi ailelerin çocuklarıyız. Gurbette bu mesleklerle hayata tutunup kıt kanaat geçinen, karnını zor doyurup giyecek basit karamando kumaş ve basma el yordamıyla dikilen tekstil ürünleriydi.

Genelde elde dikilen dikiş makinesinin nadir birkaç evde bulunduğu ayakkabı olarak çarıktan sonra kara lastikle buluşan bir nesiliz.

Çobanlıkla başlayan aile bütçesine katkımız kısıtlı birkaç evlek sebze meyve bahçelerini sulamak, yazın tırpanla ot biçmek, at, eşek ve katır sırtında dağların tepelerinden yamaçlardan ot, buğday, çavdar sapı taşımak, harman sürmek köyün geleneksel işlerinde ailemize destek verirdik.

Yaz sonu yaya 4 saatlik yoldan uzak ayar meşesinden odun taşımakla yazı bitirirdik. Köyde ilkokul bitince ortaokulu okumak için Gümüşhane merkeze iner bir dairenin her odasında iki veya üç kişi kaldığımız tuvaleti, mutfağı ortak kullandığımız eski evlerde otururduk.

Şehrin henüz yolu olmayan mahallelerine eve en yakın noktaya köyden indirdiğimiz tezek çuvallarını çocuk halimizle sırtımızda kaldığımız evlere taşırdık. Bazen sırtımızdan düşen tezek çuvalı yuvarlanıp bayırın dibini bulurdu. Tezek çuvalın yuvarlanmasının tesiriyle kırılıp ufalanıp toz olurdu.

Artık kısmet deyip olduğu yerden kalan tezekleri çuvala doldurup kan ter içinde daha dikkatlice eve taşımaya çalışırdık. Tezek ve yakacak çok kısıtlı olduğu için bazen soba geçince kalan tezek ya da odun kömürünü mangala aktarır, bir büyük ahşap sehpanın altına yerleştirir, üstüne bir bez serer altında hem ısınır hem üzerinde ders yapardık.

Gümüşhane soğuğunda tam ısınmayan odamızda ayaklarımız ısınırken sırtımız buz keserdi.

Yüce Türk milleti ve asil çocuklarına Yüce Türk milleti ve asil çocuklarına

Ne anne ne baba vardı baba zaten gurbetten hiç geri gelmezdi. Öğrenci arkadaşlardan babaannesi olan şanslıydı. Babaannesi olanlar öğrenci torunlarıyla beraber kalırdı.

Bizim babaannemiz ben beş yaşındayken ölmüştü. Biz bu şanstan mahrumduk. 6 yıl Gümüşhane’de öğrenciliğin çilesini diz boyu çektik. Ekmeğimiz köyden gelirdi. Köy fırınında yapılan ekmeği bir hafta 15 günlük olarak getirir, yağı alınmış lor minziye talim ederdik. Makarna en çok yediğimiz yemekti. Hafta sonları köyün çocukları ile bakır sini üzerinde Trabzon hamsisi pişirir, lezzetinden adeta parmaklarımızı yerdik.

Bizim ağabeyimle evimiz köylü öğrencilerin uğrak yeriydi. Çocuktuk şehir bize gurbetti. Evimiz şehre yolu düşen otel parası olmayan ya da fakir ağabeylerin konaklama adresi olurdu.

Bir gün Trabzon’da çalışıp gelen bir ağabey eve misafirimiz oldu. Ondan bize bit geçmesi sonucu çok zor anlar yaşardık. Okulda elimi kafama atınca bit yakalar çaktırmadan infaz ederdim.

Yine bir gün başka birisi uyuz olmuştu. Onu evde misafir ettik ondan uyuz kapmıştım. Doktor bana bir hafta istirahat verdi. Okula gidemedim köyde evimize çok misafir geldiği için misafiri önemsemek gazi dedemin bize kazandırdığı bir davranıştı.

Köyümüz civar köylerde cami olmadığı için cuma namazı için köyümüze gelen komşu köylülerine her cuma sonrası öğlen yemeği verilirdi. Annem o gün tarlaya bahçeye bostana gitmez misafiri ağırlardı. Gerçi dedem askerde diş çekmeyi öğrendiği için dişi ağrıyan diş çektirmek isteyen herkes civar köylerden bize gelirdi.

Günlerce ağrı çeken hastalar dişleri çekilince rahatlar, günlerce ağrıdan uykusuz kalınca çoğu kez derin uykuya dalar gecelemek için köydeki evimizde kalırdı.

Dedem asla diş çekme ücreti almaz üstelik yemek ikram eder hastaları misafir ederdik. Gazi dedem sadece ülkeyi işgalden kurtarmadı nice günlerce diş ağrısı çeken garibanlara şifa olurdu. B

Biz dedeme babaannemin öğretmesi ile “Ağa” derdik bu ağalık ağır hayırsever insanlara verilen isim takısıdır.

Babaannem bize köyün yaşlı analarına “aba” erkeklerin yaşlılarına “emi” denmesini öğretti. Köyün tüm insanları akraba muamelesi görürdü. O yüzden bu kültürü şehre taşıdık kuru ekmeğimizi makarna ya da çorbayı gariban misafirlerle paylaşırdık.

Ortaokul başlangıcı şehre intibakta fakirlikle birleşince okulda kıyafetlerimiz şehirli memur ve varlıklı aile çocuklarına bazen alay konusu olurdu. Çok utanır içimize kapanırdık. Kahvaltı çoğu kez yapamazdık okul kantininden paramız olunca poğaça veya simit alırdık.

Derslere çoğu kez aç girerdik. Bir gün Fen Bilgisi dersinde sebze ve meyveler işleniyor. Tahtada konuyu bana öğretmen anlattırıyor. Öğretmen muzdan bahsedince etrafa garip garip baktım ve sustum.

Bu halim sınıfta gülüşmelere sebep oldu. Sıraya oturunca gözyaşlarına boğulduk. Babam gurbette annem köyde dedeme hizmet edip köy işlerini yapmak hayvanlara bakmak zorundaydı. Hayvan bakar yeterli et, süt ve tereyağı yiyemezdik. Zira hayvan sayısı kısıtlıydı. Tarla sürmek için öküz, taşımak için at eşek bakmak gerekiyordu.

Zor coğrafya kısıtlı tarım alanları hayatı çekilmez kılıyordu. Gurbet imdadımıza yetişti. Önce babam Almanya’ya gitti. Etrafı fakir olduğu için onlara eşek at almak veya evlat evlendirmek için akraba komşuya sürekli yardım etmek zorundaydı.

Büyük fedakarlık mali yük altına girdiği için çok yardım etmesi gereken insanlar var olduğu için fakirlik yine bir türlü yakamızdan düşmüyordu.

Ortaokul sonlarına doğru artık yavaş yavaş köyde şehirde inşaat işlerine gidiyorduk. Çoğu kez amelelik, kamyonlara taş yüklemek, dereden kum doldurmak, şehirde arsa hafriyatını boşaltmak, köyün içme ve sulama suyu kanalları, köy konağı inşaatında amele olarak çalışmıştım.

Ramazan günleri hem oruca yeni başladığımız yıllar yaz ayı çok sıcak ama orucu asla bozmazdık. Ağzımız burnumuz kurur nefes nefese kalır, iftar saatini iple çekerdik. Bütün uğraş aile bütçesine katkı anne ve babamın yüküne ortak olmak içindi,

Bir gün dölek deresinde rahmetli babamın kuzeni Ahmet Bayır amca ile tırpanla çayır biçerken temmuz başı ot ayı hava çok sıcak oruçluyuz. Ahmet Amca elbisemle suya girmemi istedi. Dereye girdim sırılsıklam oldum. Kıyafetim üstümde kurudu.

İftara kadar tırpan sallamaya devam ettim. Ot biçme bitince odun etme faslı başladı. At eşek köyden saat 05.30 da çıkar saat 09.30’da meşeye varırdık. Babam bir testere getirmişti Almanya’dan. Herkeste yoktu bu alet. Arkadaşlarla ortak kullanırdık.

Ormanda genelde Orman Dölek köyüne yakın olduğu için güveç imalatında çamur kadar odun gerektiği için onlar daha çok yaş ağaç keserdi. Biz de kesilen ağaçların kuruyan diplerini ya da ayak kurusu dediğimiz kuruyan ağaçları keserdik. Bir eşek ya da atın taşıyacağı yükü keser, hazırlar sırtlarına semer bağlı hayvanlara ustaca yükler köye dönüş yoluna düşerdik.

Gidişe göre geliş iniş olduğu için daha kolaydı yorgunluğa rağmen neşeliydik. Zira yaptığımız işin çok önemli olduğunu ailemizi sevindirir takdir cümlelerine muhatap olurduk.

Bu uğraş haftalarca sürerdi sonra fasulye, meyve, ceviz toplama, patates çıkarma sırasıyla bu işlerin içinde olurduk. Meyveler toplandıktan sonra gençler ağaçlarda kalan meyveleri toplamayı “ganzolof” olarak adlandırır, dalda sahibi tarafından toplanmayan elma, armut, ceviz için ağaçları taş yağmuruna tutar, isabet ettirdiklerimizi ağaç altından toplayıp yerdik.

Onlar çocuklar ve kuşların helal edilen nasipleriydi. Patates tarlasından kazma ile patates sökmek maharet isterdi. Patatesi yaralamadan sökmek şarttı. Annem her işin ustasıydı. Pratik hızlı çok verimli iş görürdü. Patates çıkınca orada çaydanlık veya tencere ile patates haşlamak çok büyük zevkimizdi.

Bazen fasulye otlarının üstüne tencerede pişen patatesi süzer afiyetle yerdik. Gelecek senenin patates ekimi için tarlada kuyu açar, içini tohumluk patatesle doldururduk. Arasına elma koyar gelecek yılın nisan sonlarına doğru patates ekimi yapılmak için kuyular açılır, biz kuyudan patatesten çok elma yeme hayali kurardık.

Zira mart, nisan, mayısta köyde hiç meyve kalmazdı. Temmuz başı dut ve vişne ile meyve ve fasulye siftahı sezonu açılırdı. İlk çıkan taze fasulyenin kokusu bugün hala burnumda tüter.

Bugün o patates kuyularını yapmak çok zor zira ayı, domuz köyde sebze ve meyve ekimini imkansız hale getirdi. Hayvanlarda haklı o zamanki yeterli ekim ve mahsul onlarında ihtiyacını karşılardı. Onların rızkını Allah insan üzerinden veriyor.

Doğa denge ister bu dengeyi kurma yükümlülüğü insana düşer. Bu enerjimizin yöneldiği alan bugün belde olan iki güzide köyler Arzular ve Kabaköy’de futbol tutkusuydu.

Köylerimizde futbol çok sevilirdi civar köylerle futbol maçları en önemli heyecan verici gündemdi. Gümüşhane’de köy takımı olan belli sayıda köylerdendik. Bu lise yıllarımızda okul takımını iki yıl şampiyon yaptık. Turnuvanın gol kralı olmuştuk.

Ardından üniversite için şehirden ayrıldım. Erzurum’a gittim ilk yıl arkadaşlarla aramızda para toplayıp sermaye yaptık. Gümüşhane Arzular ve Kabaköy’den 2 tona yakın şeker fasulyesi satın aldık. O dönemde Trabzon’dan İran’a yük taşıyan BMC kamyonunun Tohumoğlu kavşağında üstüne koyduk, Erzuruma götürdük.

O yıllarda 3,5 saatte gittiğimiz 220 Kilometre yolu kamyonla 11 saatte gittik. Kop dağını aşınca Kurnaköy’de kamyonda yatarak geceledik. Ardından Erzurum’a vardık. Fasulyeden numuneleri otel ve lokantalara verdik ardından telefonlar yağdı. Anında yok sattık. Kapış kapış fasulye tükendi.

Zira Gümüşhane fasulyesi doğanın şehre hediyesi yöreye has emsalsiz damak tadı üründür. Bugün çoraklaşan vadi aslında çok cazip fasulye üretme diyarıdır.

Anlattığım hayat öyküsü Kelkit, Şiran, Köse, Torul, Kürtün vb. diğer il, ilçe ve köylerimizin birbirine benzeyen hayat öyküsüdür.

Bizden önceki kuşaklar çok daha ağır bedel ödemiştir. Şehrimiz ağır bir Rus işgali yaşadı. Ermeni, Rum çetelerinin düşmanla işbirliği zulmünü yaşadı. Asırlarca beraber yaşadığımız insanca yaşadıkları daha sonra bunun azınlık imtiyazına döndüğü fakir kadim Türk köylerinin devletin vatanın yükünü çektiği 10 yıl 15 yıl askerlik yapan köylerden askere giden 10 askerin ancak 3’ünün köyüne döndüğü birçoğunun şehit olduğu, gelenlerin kör, topal, sakat kaldığı nesillerin torunlarıyız.

Kabaköy sakinleri sırtlarında Rumların taş evlerine taş taşıyıp boğaz tokluğuna genç yaşta belleri bükülüp kırk elli yaşlarına varmadan hakka yürüdüğünü bugün kabir taşlarından ve hikayelerinden öğreniyoruz.

İşte o taş taşıyan amele taş ustası kalaycı topraksız çiftçi vb. ağır meslekleri icra eden neslin bir iki alt kuşağı torun ve evlatlarıyız.

Gurbet ve göç yaşadığımız zor coğrafyanın atalarımıza ve bizim kuşaklara dayattığı mecburiyettir.

Buna rağmen Türk insanında isyan yoktur. Çile vefa ve sadakat vardır. Dünün kalaycı, taş ustalarının torunları bugün şehirlerin büyük sanayici, müteahhit aranan örnek esnafı, işçisi, memuru, komşusu, bürokratıdır.

O ceddin torunlarına yakışan bugün model insan olmaktır. Bizim hiç kimseye minnet ve diyet borcumuz yoktur. Helalinden kazanmak karşılıksız vatan millet sevgisi bize hayatın çilesini çeken ceddimizin kıyamete kadar sürecek kutlu mirasıdır.

Selam olsun bu çileyi yaşayan kahramanlara!

Ölenlere rahmet olsun!

Sılamızın kutsalı köyümüz ilimiz ülkemiz ve turan coğrafyasının mazlumlarına ve zulüm gören herkese selam olsun!

Biz tarihler boyunca çilemizden acımızdan gurbet hasreti ile yeniden doğarız.

Hayata tutunma ayakta kalma var olma çilenin mücadelenin fedakarlığın destan kahramanlar diyarı hemşerilerim ve tüm ülke insanının bitmeyen yürüyüşüdür.

Sabri ŞENEL – 23.12.2023 – İstanbul/Ümraniye

Editör: Kerim Öztürk