Osmanlı’nın Kürtleştirdiği  Türkler! Osmanlı’nın Kürtleştirdiği Türkler!

Türk dış politikası, özellikle bulunduğu coğrafyanın konumu nedeniyle bölgede barışın, güvenliğin ve istikrarın sürekli kılınması üzerine kurulmuştur.

Bu temel prensipler 20. Yüzyılda Türkiye’nin Rusya ile olduğu kadar bölgesel ilişkilerinin de biçimlendirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Türkiye batı ile olan taahhütlerine uymuştur fakat, buna rağmen Moskova ile ilişkilerini bozacak bir davranış içine sokabilecek taahhütlere de sıcak bakmamıştır. Bu nedenle, Türk dış politikasında karar verici mercilerde bulunanlar dış politikadaki taahütlerinde değişiklik yapmaktan çekinmemişler, fakat kurtuluş Mücadelesi ve Cumhuriyet döneminde hiçbir zaman maceracı bir yol izlememişlerdir.

I.Dünya Savaşı’nın yarattığı dumanlı havada 1917’de Bolşevikler Rusya’da yönetimi ele geçirmeyi başarmış, barış, ekmek, toprak vaat eden bu yeni yönetim ve rejim Avrupa’daki imparatorluklar arasında domino etkisi yapacağı düşüncesiyle korku yaratmıştı. Bu ortamda, Türk-Rus ilişkilerindeki güvensizlik yerini Ankara-Moskova arasındaki dayanışma politikasına bırakmıştı. Gazi Mustafa Kemal’in kurtuluş mücadelesini başlattığı 1919'da Bolşevikler iç savaşla uğraşıyordu. 1918-1920 yılları arası devam eden iç savaştan başarıyla çıkan Bolşevik hareketi önemli kazanımlar elde etmiş ve akabinde tüm cephelerdeki savaşlardan çekilmeyi başarmış, dış politikada açıklık ve dayanışma politikalarına yönelmişti. Bu gelişme Anadolu hareketi için önemli bir can simidi olmuş ve Bolşeviklerle girilen işbirliği sonucu Ankara- Moskova arasında yeni tür bir ilişki sürecine girilmişti.

Gazi Mustafa Kemal 'Batı koalisyonu’na karşı Bolşevik desteğinin sağlanabileceğini düşünürken, Doğu Cephesi kumandanı Kazım Paşa (Karabekir) 23 Nisan 1920 tarihli mektubunda Mustafa Kemal’e ‘bugün Anadolu’nun kurtuluşu için Bolşeviklerle işbirliğinden başka çare yoktur’ diye yazmaktaydı.

W. Churchill, İngiltere’de savaş bakanlığı döneminde, Kemalcilerin direnişini ve beklenmedik toparlanışlarını görünce 13 Kasım 1921 tarihli Times’a verdiği demeçte ‘Türklerin istediklerine karşı diretilirse Şarkta tehlike ortadan kalkmayacaktır’ şeklinde açıklama yapması Londra’nın Ankara-Moskova yakınlaşmasındançekindiğinin göstermekteydi.

1919-22 yılları arasında Ankara Moskova arası ilişkiler olumlu bir seyir izlemiştir. 1922 yılından itibaren Rusya kendi iç sorunlarına yoğunlaşmıştı. Musul’un 1925’te Milletler Cemiyeti’nin bir kararıyla İngiltere’nin kontrolündeki Irak’a verilmesinin hemen ardından Ankara-Moskova ilişkilerinde yeni bir gelişme olmuş ve iki taraf 17 Aralık 1925’te bir 'Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşması’ imzalamışlardı. Türkiye cemiyetin üyesi değildi. Rusya zaten bu kuruluşu kendilerine karşı düşmanca bir hareket olarak nitelendirmişti. 1925 Şeyh Sait ayaklanmasından sonra Türkiye’nin direnecek gücü kalmamıştı İngiltere’ye karşı.

1925’te başlayan ‘Locamo Dönemi’ (Almanya, Belçika, Fransa, İngiltere ve İtalya özellikle doğu sınırlarının değişmeyeceğini kabul ediyorlardı) ve savaşa bir -milli politika aracı olarak başvurmayı reddeden 1928 Kellog-Briand Pact’ıyla Avrupa’da istikrarın sağlanmasının yolları aranmıştır.  Fakat bu dönem uzun sürmemiş, 1929’da ABD’de başlayan ekonomik bunalım Avrupa’yı da etkilemiş ve toplumsal radikalleşmeler başlamıştır.

Nazi Almanyası 1919 Versailles Anlaşması’nın silahsızlanma maddesini 16 Mart 1935’te tanımadığını açıklamış, bu gelişme Fransa ve Sovyetler Birliği’ni Almanya’ya karşı birbirlerine yaklaşmaya zorlamıştır. 2 Mayıs 1935’te iki ülke 'kışkırtılmış bir saldırı karşısında karşılıklı yardım’ konusunda bir anlaşma imzalamıştı. İngiltere bu arada Almanya’yı yatıştırmanın yollarını aramaktaydı. Avrupa’da gerginlik artarken Türkiye Boğazlar üzerinde kendi otoritesini sağlayacak olan Montreaux Sözleşmesi’nin 20 Temmuz 1936’da kabul edilmesini sağlamıştır.

Akdeniz’de büyük güçler arasında tansiyonun yükselmesi, Moskova’yı güney sınırlarını güvenceye almanın yollarını aramaya itmiş ve bu nedenle Türkiye’nin Boğazlar konusundaki taleplerine destek vermiştir. Ankara, Ağustos 1932’de Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmiş, bu süreçte Moskova’nın diplomatik desteğini almıştı. Sovyetler Birliği ise 1934’te cemiyete alınmıştı. İki ülke arasındaki dayanışma ekonomik alanda da kendisini göstermiş, Moskova Ocak 1934’te Ankara’nın kredi talebine olumlu karşılık vermişti. Kasım 1935’te ise, 1925 yılında imzalanan 'Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’ 10 yıl daha uzatılmıştı.

İngiltere, Fransa ve İtalya’nın 1938’de Almanya’yı yatıştırmak için Hitler’e yanaşması Stalin’i korkutmuş ve Almanya ile Ağustos 1939’da ayrı bir anlaşma yapmaya zorlamıştı. Bu durum karşısında Ankara yalnız kalmamak için Fransa ve İngiltere’ye yanaşmak zorunda kalmış fakat bu yakınlaşmayı Sovyetler Birliği’ne karşı bir kuşatma olarak gören Stalin’in karşı tepkisiyle karşılaşmıştır. Bu ortamda Boğazlardan gelebilecek bir saldırıya karşı Ankara’dan Moskova’ya Boğazlar üzerinde söz hakkı verilmesi iddiaları gündeme gelmiştir.

19 Haziran 1941’de Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırınca Moskova bu defa Ankara’ya daha ılımlı yaklaşarak tarafsız kalmasını sağlamaya çalışırken İngiltere Ankara’nın Almanya’ya karşı yeni cephe açması için baskısını artırmaya başlamıştı. Ankara’nın zor şartlar altında savaşa girmeden kurtulmayı başarması, savaş sonrası işini zorlaştırmıştı. Stalin, süresi dolan ve 1935’te yenilenen 1925 tarihli Dostluk ve tarafsızlık Anlaşması’nı 1945’te yenilemeyi reddetmiştir.

Türkiye’nin 1 Ağustos J950’deki NATO’va üyelik başvurusu ancak Kore Savaşı’na katılmasından sonra 1952’de İngiltere’nin karşı çıkmaktan vazgeçmesiyle gerçekleşmiştir. Stalin’in 1953’te ölmesinden sonra Ankara-Moskova ilişkileri yeniden yumuşama dönemine girdiyse de artık biraz geç kalınmıştı. Bu gelişme Türkiye’nin gelecek yaklaşık yarım yüzyıl boyunca izleyeceği dış politikalarına yön verecekti.

1963’te Kıbrıs’ta başlayan sorunlar Ankara’nın dış politikasını gözden geçirmesinin yolunu açmıştı. Türk dışişleri bakanı Feridun Cemal Erkin, Andrey Gromiko ve Aleksi Kosigin ile 30 Ekim - 6 Kasım 1964’te görüşmüş ve Kıbrıs konusundaki Türk tezlerinin desteklenmesini istemiştir. O dönemde Makarios’un bağlantısızlar hareketi içindeki önemli yeri nedeniyle Moskova iki taraf arasında denge kurmaya çalışmıştır.

ABD başkanı Johnson’un 1964’te Kıbrıs konusunda Ankara’yı rahatsız eden uyarısı Ankara’nın dış politikasında yeni arayışlarını hızlandırmış, Moskova bu gelişmeleri Ankara ile yakınlaşmak için uygun bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışmıştır. Dönemin başbakanı Demirel Ekim 1967’de Moskova’yı ziyaret etmiş, ağır sanayi yatırımları ve diğer ekonomik konularda Moskova’nın desteği sağlanmıştır.  1974 Kıbrıs bunalımı döneminde de Moskova açıkça askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğunu, sorumluluğun Atina’daki cuntaya ait olduğunu belirtmiştir. Moskova’nın, NATO’nun güney kanadında bunalım doğacağı beklentisi, ABD’nin ise Moskova yanlısı, bağlantısız hareketinin önemli isimlerinden Makarios’tan kurtulacağı düşüncesi Ankara’nın Kıbrıs’taki gelişmelere garantör ülke olarak müdahalesinin önünü açmıştı.  

1975’te gelen ABD ambargosu Ankara’nın Türkiye’deki 26 Amerikan üssünü kapatmasıyla karşılık bulmuş, Başbakan Ecevit’in 21-25 Haziran 1978 tarihinde Moskovayı ziyaretinde ‘Karşılıklı iyi komşuluk ilişkileri ve işbirliği’ protokolünün imzalanmasından hemen sonra 1 Ağustos 1978’de Carter yönetimi ambargoyu kaldırmak zorunda kalmıştır.

Kafkasya Soğuk Savaş’ın 1990’da sona ermesi sonrası NATO’nun Kafkasya’yı içeren bir coğrafyaya uzanma girişimi Moskova’dan tepki görmüştür.  Washington yönetimi, ekonomik ve siyasi etkinliği artırmak için askeri etkinliğin artırılmasının zorunlu olduğunu gösteren bir politika izlemekte ve yeni tahdit politikasını etkili kılmaya çalışmaktadır. Buna karşın Asya’daki bölge ülkeleri arasında artan oranda bir dayanışmanın oluşmaya başlaması, Moskova yönetiminin elini kuvvetlendirirken, Washington’un bölgede etkili olma çabasını zora sokmuştur.
1919-1922 yıllarındaki Kemalist-Bolşevik dayanışması 1990’lı yıllarda önemli ölçüde yerini ABD’nin yeni tahdit politikalarına endeksli bir anlayışa bırakmıştı. Kafkasya’da başlayan ayrılıkçı gelişmeler Ankara-Moskova ilişkilerinde yeni bir süreci başlatmıştır. Ankara gelişmeler konusunda temkinli davranmış ve gerginliği artırıcı açıklamalardan kaçınmıştır. Türkiye’nin Kafkasya’daki gelişmelere yaklaşımı genelde bölgedeki yeni gelişmelere ve Ankara- Moskova-Batı ilişkilerinin seyrine göre biçimlenmiştir.

1993’te göreve gelen ABD başkanı B. Clinton yönetimi, özellikle Brzezinski ve Kissinger tarafından savunulan ‘Rusya’nın etrafında tampon devletler yaratarak etkinliğini sınırlamak’ yaklaşımını gözden geçirerek uygulamaya koymuştur.
20. Yüzyılın ilk çeyreğinde olduğu gibi Rusya’nın bölgedeki etkinliğinin kırılması için çaba gösteren ABD ve müttefikleri bunda başarılı olamamış, Moskova’nın, Çin, İran işbirliğinin gelişmesinin önünü açmış, Batı tarafından Ankara’ya karşı uygulanan dışlanma politikaları ise Türkiye’yi Rusya Federasyonu ile daha yakın ilişki kurmaya itmiştir.

Karabağ ve çevresindeki Azerbaycan topraklarının işgali ile yaşanan Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki gerginlik meselesi, uygun bir uluslararası ortam ve Ankara ile Moskova arasındaki iyi ilişkiler sonucu bir çözüme kavuşturulabilmiştir.
1980’li yılların sonlarında Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte Karabağ bölgesi üzerinden Bakü ve Erivan karşı karşıya gelmesinin kökleri 1. Dünya Savaşı sonrası yaşanan gelişmelere kadar uzanmaktadır.

5 Haziran 1921’de SSCB Yüksek Sovyet’inin kararıyla Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’a bağlı kalması uygun görülmüş, Temmuz 1923’de Azerbaycan’a bağlı Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi (DKÖB) oluşturulmuştu.

20 Şubat 1988’de DKÖB Bölge Sovyeti, Azerbaycan’dan ayrılarak Ermenistan ile birleşme isteğini açıklamıştı. 21 Şubat 1988’de toplanan Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi bunun gerçekleşemeyeceğine karar vermişti.

12 Haziran 1988’de DKÖB’nin Vilayet Şurası’nın toplantısında DKÖB’nin Azerbaycan Sovyetler Birliği’nden ayrılması hakkında karar alındı fakat toplanan Azerbaycan Yüksek Sovyeti Başkanlık Divanı yerel meclisin kararını geçersiz ilan etmişti.
Ermenistan ise daha da ileri giderek 1 Aralık 1989’da DKÖB’nin kendisiyle birleşme kararını onaylamıştı. Bunun üzerine, 7 Aralık 1989’da, Azerbaycan Yüksek Sovyeti Ermenistan Parlamentosu’nun aldığı DKÖB ilhak kararını kabul etmemişti.
12 Ocak 1990’da Ermenilerin bölgedeki iki Türk yerleşim birimine Saldırmaları olayların bölgede yayılmasına yol açmıştır.
19 Ocak 1990 tarihinde akşam saatlerinde Kızıl Ordu birlikleri özellikle Bakü ve çevresine askeri birlikler göndermiş, Bakü’de olağanüstü hal ilan edildiği duyurusu yapılmıştır.

23 Ağustos 1990’da Ermenistan Sovyetler Birliği’nden ayrılma kararı almış, ve DKÖB’yi kendi toprağı olarak göstermiştir.
Mart 1991 ortalarında Gorbaçov “Tass” ajansına yaptığı açıklamada bölgedeki çatışmalardan rahatsızlığını ve “Karabağ’ın Azerbaycan’ın ayrılmaz bir parçası” olduğunu ifade etmişti.

18 Ekim 1991’de Azerbaycan Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını ilan etmiştir. Azerbaycan Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan ettikten sonra, 26 Kasım 1991’de Azerbaycan Yüksek Sovyet’i DKÖB’nin özerk bölge statüsünün kaldırılması için karar aldı.
Şubat 1988’de başlayan çatışmalar, Mayıs 1994’e kadar aralıklarla sürmüştü.

31 Ağustos 1991 tarihinde tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Karabağ Özerk Yönetimi Ermenistan’ın cesaretlendirmesiyle, başlamış olan çatışmalar açık bir savaşa dönüşmüş, gerek Karabağ Özerk Bölgesi gerek bu bölge dışında işgale uğrayan Azerbaycan topraklarında yaşayan 1 milyona yakın insan evlerini terk etmek zorunda kalmıştı.

1994'te sona eren savaşta 30 bin civarında kişi hayatını kaybetmişti. Dağlık Karabağ bölgesi ile "rayon" adı verilen 7 bölge de Ermenistan tarafından işgal edilmişti.

Temmuz 2020'de daha önce hiç çatışma yaşanmayan Azerbaycan-Ermenistan sınırının Tovuz bölgesinde, ağır silahların da kullanıldığı çatışmalar meydana geldi.

Ermenistan’dan Tovuz bölgesine saldırı coğrafi olarak önem arzetmekteydi. Azerbaycan’ın, Gürcistan’dan Türkiye’ye açılan yol üzerinde bulunan Tovuz, Tiflis-Batum hattının geçiş noktası üzerinde yer almaktadır.

Azerbaycan topraklarını işgal eden Ermenistan’dan, BM Güvenlik Konseyi’nin 822, 853, 874 ve 884 sayılı kararlarına uymaları gerektiği vurgulanmış fakat uygulamaya geçirilememiştir.

Türkiye perspektifinden konuya bakıldığında Kafkasya’da denkleme girmesi, bu bölgeyi büyük ölçüde kendi nüfuz alanı olarak gören Rusya ile nasıl dengeleyeceği önem arz ediyordu.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) bünyesinde 1992 yılında kurulan ve  Rusya’nın ABD ve Fransa ile birlikte eş başkanlığını yaptığı ‘Minsk Grubu’nun “Bu sorunu çözemediğini” vurgulayan Erdoğan’ın Rusya Federasyonu devlet başkanı Putin ile ikili iyi ilişkilerini de kullanarak bölgede kronikleşen bu sorunun çözülmesi ve işgalin sona erdirilmesi için uygun bir uluslararası siyasi, ekonomik durumunda uygun düşmesiyle bir sonuca ulaşılabilmiştir.

Ermenistan ile Rusya Federasyonu arasında (Belarus, Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan'ın da taraf olduğu) Ortak Güvenlik Anlaşması Örgütü adlı bir askeri ittifak mevcuttur. Bu durumu dikkate alan Putin, BM Güvenlik Konseyi kararlarına da uygun olarak Bakü yönetiminin işgal edilen toprakları geri alması için yaptığı operasyonlara yeşil ışık yakmıştır. Bakü’nün yeni gelişmeler ışığında Nahçıvan hattı üzerinden Türkiye bağlantısını kuran bir koridora sahip olması ise Türkiye ve Azerbaycan açısından çok önemli bir kazanç olmuştur.

Türkiye’nin Azerbaycan, Rusya’nın da Ermenistan üzerinde ağırlıklarını kullanarak bir çözüm geliştirilebilmiş, Rusya ve Türkiye'nin Kafkasya coğrafyasında nüfuzları artarken,  Batılı güçler bölgeden adeta tasfiye edilmiştir. Bu arada Ermenistan'a tam destek veren Fransa ve ABD ile birlikte bu ülkelerdeki Türkiye karşıtı Ermeni lobileri başarısız olmuşlardır.

Prof. Emin GÜRSES

Editör: TE Bilisim