“İşgal Günleri”nde Ayasofya

I. Dünya Harbi sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi’ne dayanarak, 13. Kasım. 1918 günü Müttefik Orduları İstanbul’u işgal ettiler. 06. Ekim. 1923’e kadar yaklaşık beş yıl süren bu elemli günlerde, Ayasofya’yı kiliseye çevirme gündemdeydi.
Sevr öncesi (22. Aralık. 1919) Londra’da toplanan İngiltere, Rusya, Fransa ve Yunanistan temsilcileri, Ayasofya’nın kiliseye dönüştürülmesi konusunda anlaşmaya varmışlardı. Ancak 10. Ağustos. 1920’de imzalanan Sevr Anlaşması’nın müzakereleri esnasında hangi mezhebe verileceği hususunda anlaşamadılar. Ancak İngiltere ve Fransa Dış işleri bakanları, Ayasofya’nın camilikten çıkarılması hususunda anlaştılar. Kendi aralarında da “………. (Ayasofya’ nın) hiç bir inanç tarafından ibadet gayesi ile kullanılamayacağı” ara formülünde buluştular.
Temmuz 1919’da Fener Patrikhanesi’ne Bizans Bayrağı çeken Rumlar ve işgal güçleri arasındaki Yunan askerleri, Ayasofya’yı kiliseye dönüştürme arzusu ile yanıp tutuşuyordu. İngilizler de ellerinden gelse kuklaları olan Yunanistan’a Ayasofya’yı hediye (!) etmek istiyorlardı.
Nitekim İstanbul’un kurtuluşundan sonra, Yunan askerlerinin Ayasofya’ya asmak için getirdikleri 4 m. boyunda ve 2,5 m. eninde, üzerinde Bizans kartalı resmi olan “Ayasofya Bayrağı” Fener Patrikhanesi’ne yapılan bir baskında ele geçirildi. 24. Şubat. 1924 günkü Tanin Gazetesi olayı teferruatıyla anlatıp, bayrağın Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa’ya verilmek üzere Ankara”ya gönderildiğini de yazar.
İşgal güçlerinin Ayasofya’ya çan takma çabalarını Sultan Vahdettin’in basiret ve fedakarlığı ile bir blöf kurtardı! Vahdettin Han, kendisini korumak için bırakılan 700 kişilik özel birliği, işgalcilerin karşı çıkmasına rağmen, binbaşı Tevfik Bey komutasında Ayasofya etrafına gönderdi. Askerlere: “İstanbul’un fethinin sembolü Ayasofya’ya çan takmak isteyenlere ateş ediniz!” (3) emrini verdi.

Asimilasyona yatkın olan Türk'ler için bunların bir önemi var mı? Asimilasyona yatkın olan Türk'ler için bunların bir önemi var mı?

“Ayasofya’yı Havaya Uçururuz!..”

Bir taraftan İstanbul’da Ayasofya’yı kiliseye dönüştürmek için yoğun çaba sarf edilirken, diğer taraftan dışarıda da kamuoyu oluşturma gayretleri hız kazanmıştı. 18. Şubat. 1919 günü İngiltere’de büyük bir miting yapılacaktı. O günleri Midhat Sertoğlu’nun kaleminden özetle takip edelim:
” Yunan askerlerinin Ayasofya’yı işgal edeceği haberleri yayılınca, Babıali’de kurulmuş bulunan Karma Mütareke Komisyonu Başkanı Galip Kemali (Söylemezoğlu) Bey, Fransız ve İtalyan komiserleriyle yaptığı ilk toplantıda böyle bir teşebbüs halinde AYASOFYA’NIN HAVAYA UÇURULACAĞINI söyledi. Bunun için her türlü tertibatın alındığını da ekleyerek, blöfüne bütün işgal güçlerini inandırdı. İngilizler, ülkelerinde yapılacak mitingi iptal etti ve Ayasofya etrafında asker bulundurmaya başladı. ” (4)
Marmara Denizi’nde düşman savaş gemilerinin demirlediği ve askerlerinin İstanbul’u kirlettiği bu kara günlerde Yahya Kemal, Fatih’in takip ettiği güzergah üzerinden İstanbul’u gezer. Topkapı Sarayı’nı ziyaret ettiği bir gün şahit olduğu Hırka-i Saadet odasında 24 saat kesintisiz olarak okunan Kur’anı Kerim’i hatırlar. O Yavuz Sultan Selim Han ki, Mukaddes Emanetleri İstanbul’a getirdiğinde, kırkıncısı kendisi olmak üzere 40 hafız görevlendirmiştir.
Bu duygularla 30. Mart. 1922 günkü Tevhid-i Efkar gazetesinde, İngilizleri çok sinirlendiren “Ezan ve Kur’an” isimli bir makale yazar.

Yazının sonunda:
“Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hala okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hala okunuyor!
Eskişehir’in, Afyon Karahisar’ın, Kars’ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz! ” (5)
Acaba Yahya Kemal, kurtuluştan sonra uzun yıllar İstanbul’da her ikisinin de susturulduğu günleri gördüğünde neler hissetmiştir?

“Ayasofya’da Bir Mevlid”
Asla unutmamamız gereken İstanbul’un işgal yıllarını, tamamı ibretle okunması gereken Nizamettin Nazif’in “Ordu ve Politika” kitabının “Ayasofya’da Bir Mevlid” bölümünü özetleyerek bitirelim. Bu kitap, üniversite yıllarımızda bize tavsiye edilen eserler arasındaydı.
İzmir Yunan işgalinden kurtulunca (09. Eylül. 1922) Sultan Vahdettin, Ayasofya’da bir mevlit okutur. İtalyan Elçiliği’nin ikinci katibi – ileride başka ülkelerde büyük elçilik de yapar- Sinyor Piyetro Quaroni Müslüman kıyafetine girerek bu mevlidi takip eder. Daha sonra anılarını “Croguis d’Ambassade” ismi ile yayınlar.
Cemaatle kılınan namazdan çok etkilenir ve duygularını çok güzel ifade eder. Müslüman gibi namaz kılar, hatta cemaatin “kahrolsun gavurlar!” diye bağırmasına kendisi de – mecburen-gırtlağını yırtarcasına iştirak eder.
Mevlidin bitiminde padişahın camiden çıkışını anlatır:
“Yanımdan geçerken dikkat ettim:
Başını biraz sağına eğmiş, gözlerini hafifçe yummuş, dua okur gibi bir hali vardı. Dirsekleri hala bükülmüş, avuçları hala Kıbleye doğru açıktı.
Yüzü çok sararmıştı:
İstanbul hala işgal altındaydı…” (6)
Elçilik mensupları bu duygular içerisinde iken, İtalyan askerleri İstanbul sokaklarında devriye geziyordu…
” Kilise Olmayacaksa Cami de Olmayacak!
Bu iddia, İngiliz tarih felsefecisi Arnold J. Toynbee’e ait. Dışişleri Bakanlığı’nda çalışırken Mart. 1919’da yayınladığı kitabında yazmıştı.
İstanbul’un işgal günlerinde Ayasofya’ya çan takamayacağını anlayan emperyalistler, b planı belirlemişti. Dışişleri Bakanı Lord Curzon da benzer görüşleri dile getiriyordu.
1922 ağustos ayında, Büyük Taarruz’dan kısa bir süre önce Grace Ellison isimli kadın gazeteci Ankara’da Mustafa Kemal Paşa ile bir röportaj yaptı.
G. Ellison, Sultan II. Abdülhamit döneminde İstanbul’da bulunmuştu. Üstelik madalya ile de taltif edilmişti.
Milli Mücadele sırasında muhabir olarak Anadolu’da bulundu. Bizim lehimize, Yunanlıların aleyhine haberler yaptı. Kısaca Türk dostu bir gazeteci olarak tanındı.
İzlenimlerini 1923 yılında “An English Women in Ankara” (Ankara’da Bir İngiliz Kadın) adıyla kitap olarak yayınladı.
Grace Ellison, Papa Pius ile görüştükten sonra Ankara’ya gelir ve Mustafa Kemal Paşa’ya: “Ayasofya’yı Papa’ya iade edip edemeyeceğini” sorar. Paşa’nın cevabı: “Ayasofya gerçi bizim İslami geleneğimizin bir parçasıdır. Hıristiyanlar şayet tek bir kütle olsalardı, bu mümkün olabilirdi. Ama Kilise o kadar çok bölünmüştür ki artık mümkün değildir…… Bununla beraber Hıristiyanlığı dünyanın gözü önünde onore edebilmek için gücümüzün yettiği çabayı göstermeye çalışacağız. Ayasofya’yı cami olarak muhafaza etmemiz Katolik Kilisesi’ni hakikaten incittiği takdirde, orayı müze haline getirebilir veya ebediyen kapatabiliriz. Hıristiyan dünyasını kasten incittiğimizi hiç kimse söyleyememelidir. ” (7)
Bu görüşmede M. Kemal Paşa, üç noktaya dikkat çekiyor. Birincisi Ayasofya’nın Türk milleti için ifade ettiği anlam. İkincisi Hıristiyanların Sevr öncesi yaptıkları toplantıda bile Ayasofya’yı paylaşamamış olmaları. Hatta daha ileri giderek, ” Ayasofya için bizim topraklarımızda birbirleriyle savaşabileceklerini” de söylüyor.
Üçüncüsü ise Batı’da da dillendirilen müze yapma görüşü. Ülke topraklarının büyük bir kısmının işgal altında olduğu o günlerde siyasi bir mesaj olduğu açık.

“Amerikan Bizans Enstitüsü” Devrede!
Savaş bitmiş, düşmanlar ülkeyi terk etmiştir ama Ayasofya üzerindeki hesaplar bitmemiştir.
1930 yılında kurulan Amerikan Bizans Enstitüsü, bir yıl sonra haziran 1931’de başkanları, papaz, akademisyen ve amatör arkeolog Thomas Whittemore’u Türkiye’ye gönderdi. Arkasında Enstitü kurucuları ABD, İngiltere ve Fransa Dışişleri Bakanlıkları ile Richard Crane gibi milyoner dostları vardı. Ülkemize gelen Thomas Whittemore,
Reisicumhur M. Kemal Paşa ile İstanbul’da Florya Köşkü’nde görüştü.
ABD’nin ilk büyükelçisi Joseph C. Grew’in de desteğiyle Whittemore’a 07. Haziran. 1931’de “mozaikleri tamir için” izin verildi. Bu haberi bizim gazeteler iki ay sonra New York Times’tan öğrendi. “Amerikalılar caminin şeklini bozmadan tamir edecekler” şeklinde haberler yaptılar.
Whittemore, yanına iki İtalyan usta alarak, aylar sonra çalışmaya başladı. Birinci yıl caminin dışındaki mozaikler ortaya çıkarıldı.
Bu arada M. Kemal Paşa, Ayasofya’nın ibadete kapatılıp kapatılmaması hususunda karar vermek üzere biri Alman, sekizi Türk dokuz kişilik bir komisyon kurdurdu. Maalesef Alman papaz ve prof. Eckhard Unger dışındaki üyeler “ibadete kapatılması” yönünde oy kullandı. Alman, binanın “ibadete açık olursa daha iyi korunacağı” kanaatindeydi.
Kerameti kendinden menkul arkeolog Whittemore, çok ilkel metotlar kullanıyor ve çalışmalarını bir sır gibi saklıyordu. Gazetecileri dahi içeri almıyordu. 14. Temmuz. 1932 günkü Son Posta gazetesinin edinebildiği bilgiye göre: “Mozaikleri sıcak ekmekle açığa çıkarıyor, her gün 20 okka (bir okka 1283 gr.) ekmek alıyordu.”
Bu çalışma II. Dünya Savaşı yılları hariç, 1947 yılına kadar kesintisiz olarak devam etti. 1936 yılında Ayasofya Medresesi yıkıldı, altından ikinci Ayasofya’nın temelleri çıkarıldı. Bereket, son yıllarda yanlıştan dönülüp, Medrese yeniden yapıldı.
Bizans kalıntılarının ortaya çıkarılmasına aralıklarla 1970’lere kadar devam edildi.
Minareler de Yıkılacaktı!
Çalışmalar bittikten sonra, 24. 11. 1934 tarihinde tartışmalı bir Bakanlar Kurulu kararı ile Ayasofya Camii, müze haline getirildi. İçerisindeki camiye ait eşyalar ve hatlar, Anadolu’daki müzelere gönderildi. Ne oldukları meçhul!
Boşalan yerlere İstanbul’daki Bizans eserlerinin getirilip, sergilenmesine karar verildi. Bazı eserler getirildi. Ancak M. Kemal Paşa’nın emri ile bu uygulama durduruldu. 01. Şubat. 1935 günü müze olarak açıldı. Beş gün sonra Atatürk, müzeyi ziyaret etti.
Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin birer Celi hat şaheseri olan sekiz adet levhası ( Allah, Muhammed, dört halifenin adları, Hasan, Hüseyin) kapılara sığmadığından çıkarılamadı. Bir kısmı yıprandı, duvara dayanarak bekletildi. Ancak 15 yıl sonra 1949’da Muzaffer Ramazanoğlu’nun müze müdürlüğü sırasında yüksek mimar Ekrem Hakkı Ayverdi ve Nazif Çelebi gibi hamiyet sahiplerinin gayretleri ile tamir edilerek yerlerine asılabildi.
Bu akıl tutulması esnasında 1934’te Ayasofya’nın minarelerini de yıkacaklardı! Ama devrin müzeler mimarı Kemal Altan’ın raporu ve İbrahim Hakkı Konyalı’nın uyarıları sayesinde vazgeçildi. Raporda “minarelerin yıkılması halinde, binanın da yıkılacağı” ikazı vardı.
Biz bunları yaparken Hollandalılar, IX. yüzyıldan kalma iki kelimelik “Halvdan buradaydı” yazısının bulunduğu Ayasofya sütununa özel plastik koruma yaptılar. Üstelik 2000’li yıllara kadar çizgi zannedilip, okunamamıştı!..
Niçin müze yapıldı?
Ayasofya’nın müzeye dönüşmesi hakkında çok değişik yorumlar yapıldı. Bunların bir kısmı Bayrak’ta da yayınlandı.
Öncelikle “Atatürk’ün haberi yoktu” diye başlayanların hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur. O günlerde Mustafa Kemal, bütün şehirlerden her gün “dirlik – düzenlik raporları” alırdı. Unutmayalım ki vali, hem belediye başkanı hem de Cumhuriyet Halk Fırkası İl Başkanı idi… Bu yüzden Cumhurbaşkanı’ndan habersiz ülkede sinek bile uçamazdı…
İmza meselesi ise biraz daha karmaşık. Kararname ile aynı günde, 2587 sayılı kanunla M. Kemal’e Atatürk soyadı verildi. Ancak gözden kaçan: “Bu kanun neşri tarihinden muteberdir” dendiği için yayımlandığı 27. Kasım. 1934 günü yürürlüğe girdi. Yani ayın 24’ünde Atatürk diye imza atması söz konusu değildi.
Mustafa Kemal Paşa, müze yapılmasına karşı olduğundan değil de hukuken bazı eksiklikler gördüğü için bu kararnameyi imzalamamış olabilir. Muhtemelen 40’lı yılların sonuna doğru – Demokrat Parti iktidar olunca eline geçmesin diye- fotokopisine imza başkası tarafından atılmıştır. Belgenin aslının bulunamaması, polis kriminal bürosunun imzanın Atatürk’e ait olmadığına dair verdiği rapor vb. deliller de bu şüpheyi kuvvetlendirmektedir.
Ancak kararnamede: “…… Ayasofya Camii’nin tarihi vaziyeti itibariyle müzeye çevrilmesi bütün Şark alemini sevindireceği”nin söylenmesi, içinde bulunulan kafa karışıklığını göstermektedir.
Tanzimatla başlayıp, Meşrutiyet döneminde artarak devam eden aydınlarımızın kültürümüze yabancılaşması ve yanlış Batılılaşma anlayışı, akıl tutulmasına sebep oldu. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in: “29 Mayıs, büyük Bizans medeniyetinin barbarca yıkıldığının yıl dönümüdür. Böyle bir vahşetin yıl dönümünde bize üzülmek düşer, sevinmek değil” (8) sözleri her şeyi açıklamıyor mu? Böyle bir zihniyet için Ayasofya Camii’nin ne önemi olabilir?
Müzeye dönüşme sürecinde başta ABD, tüm Batı’nın baskılarından yeterince bahsettik. İlave olarak siyasi şartları da değerlendirmemiz gerekiyor.
Ayasofya’nın müze yapılması, Balkan ülkeleri ile yapılacak “Balkan Paktı”, Montrö Anlaşması hazırlıkları ve ayak sesleri duyulan II. Dünya Harbi için Batı’ya verilen siyasi bir mesajdır. Özellikle Yunanistan’ın Balkan Paktı’na girmeye eli mahkumdu. Ancak Montrö çok önemlidir.
Lozan ile aynı günde imzalanan bir sözleşmeye göre Türkiye, her iki Boğaz’ın iki yakasına iki km. mesafede ve Marmara adalarında asker bulunduramıyordu. Boğazların güvenliği de Cemiyet-i Akvam’a bırakılmıştı. Kısacası Boğazların işgali devam ediyordu! 20. Temmuz. 1936’da imzalanan Montrö Anlaşması ile ülkemizin egemenliği sağlandı. Bu anlaşmada Rusya ve Yunanistan lehimize oy kullandı.
Ayasofya’nın Tapusu
Bunca yanlış arasında doğru bir iş de yapıldı. 19. Kasım. 1936 tarihinde 57 ada, 57 pafta ve 7 parselde cami, türbe, muvakkithane ve medrese olarak Ayasofya’nın tapu kaydı oluşturuldu. Mülkiyeti de “Ebu’l Feth Sultan Mehmed Vakfı”na ait olmak üzere. Danıştay, camiye dönüştürme kararında bu tapuyu esas aldı.
Büyük Fetih Mitingi, Fetih toplumu olmak ve Ayasofya’nın altı son yazıya kaldı.

Salim Demirezen
——————-
(3) Son Osmanlı Vahdettin, İsmail Çolak, Nesil Yayınları, İstanbul, 2011, s. 42
(4) İstanbul Sohbetleri, Midhat Sertoğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1992, s. 199 – 200
(5) Aziz İstanbul, Yahya Kemal, İstanbul Fetih Cemiyeti yayını, İstanbul, 1985, s. 120
(6) Ordu ve Politika, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1967, s. 367 – 370
(7) Grace Ellison, Ankara’da Bir İngiliz Kadın, Çeviren: Osman Olcay, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999, s. 244 – 245
(8) Yeniden Milli Mücadele, Cilt: 1, Sayı: 17, s. 5 (26. 05. 1970)

Editör: TE Bilisim