Dr. Nefi Demirci Hakk'a Yürüdü Dr. Nefi Demirci Hakk'a Yürüdü
Arkadaşlar! bugünden itibaren çok önemli bulduğum- Orta Asya'nın, Türkistan'ın İslamiyet öncesi ve sonrası durumunu ve sonuçlarını kısaca özetlemek istiyorum. 
Konunun uzunluğu nedeniyle 3 bölüm halinde yayınlayacağım. Sıkılmadan okunması için özet ve net bilgiler sunmaya çalıştım. ilginize, bilginize sunuyorum.
Orta Asya'nın nereden nereye geldiğini ve nedenlerini iyi bilmemiz,  Türk Tarihinin ve İslam tarihinin seyri açısından da çok önemlidir.
Orta Asya ve Türkistan, binlerce yıl dünyanın kültür ve uygarlık merkezi olmuştur. Bunun içinde Çin, Hindistan ve İran'ın önemli bir yeri vardır, ancak bunlardan daha önemli olarak çoğunluğu Türk kökenli topluluklar bu bölgede  binlerce yıl çok büyük uygarlıklar oluşturmuşlar, idari ve kültürel hâkimiyet kurmuşlardır.
Bu devletlerin, imparatorlukların bazılarının coğrafi sınırları doğuda Japon denizinden, batıda Volga, Tuna nehirlerine kadar tek devlet halinde idare edilen mucize yönetimlerdir.
Bu büyüklük, o günkü 5 tane Çin demektir,  10 tane Hindistan demektir. 
Bu büyüklük, o tarihteki 30 tane Avrupa büyüklüğündedir. 
Bu büyüklükteki bir devletin bir tek Türk idareci tarafından yönetilmesi, ekonomik, siyasi, askeri, kültürel düzeninin kurulup örgütlenmesi, olağanüstü liderlik ve tarihi uygarlık deneyimi gerektirir.
Bu büyüklük sadece coğrafi büyüklükden ibaret değildir. 
Bu büyük imparatorlukların içerisinde onlarca Türk boy, soy ve topluluk yaşatılırken, aynı zamanda çok farklı din, milliyet ve kültüre sahip onlarca da başka topluluklar bir arada aynı eşit hukuk düzeniyle yaşatılmaktaydı.  
Milattan çok önceleri başlayan bu büyüklükte sayısız devletler oluşturma ve yönetme kabiliyeti için, mutlak surette büyük tarihi birikim ve kültürel gelişmişlik gerekiyordu.
Bunlar içerisinde de özellikle Uygurlar, bugün bile akıl erdirilemeyen yeraltı sulama kanalları ile modern sulama sistemlerini ve piramitleri, bugünün fizik ve mimari bilgilerinin dahi anlamakta zorlandığı bir bilgiyle oluşturmuşlardı. Halen kalıntıları kullanılmaktadır. 
Bu su kanalları yaklaşık 2500 yıl önce, Uygurların yaşadığı Turfan bölgesinde Türkler tarafından inşa edilmiştir.
Kanalların tamamı yerin ortalama 10 ila 110 metre altından geçirilmiş, toplam uzunluğu 5100 km kadardır. Hem sulama hem de içme suyu olarak düşünülmüş, kurak susuz çöl niteliğindeki bölgelere su ulaştırılmıştır.

Çin seddinden daha önemli, teknik ve bilimsel düşünüş gerektiren bu mucize tarihi bulgular, uygarlık tarihinin en önemli buluntularından biridir.
Doğu Türkistan'ın Turfan bölgesinde Türkler tarafından çölün altına inşa edilmiş bu sulama sistemleri, Tanrı dağlarından alınan suyu,Turan'a ve susuz bölgelere içme ve sulama suyu olarak asırlarca taşımıştır. 
Bu kariz kanalları belli aralıklarla suyu toprağın üstüne çıkaracak şekilde binlerce dikey kuyuyla da kullanıma sunulmuştur.
Bu dikey kuyular hem kazılan toprağı yüzeye çıkarmak, hem de suları yüzeye çıkarıp kullanmak için düşünülmüş. 
Kanalların genişliği 70 cm civarında, yüksekliği 1.5 metre olarak inşa edilmiş, suyun  buharlaşıp eksilmemesi için yeraltından geçirilmiş. 
Bu mucize kanal sistemini döşeyip, aralıklarla toprak üstüne suyu taşıyan binlerce kuyuları çalıştırabilmek için, çok büyük koordinat, kod,  yüksek matematik, fizik, jeoloji, jeodozi bilgisi gerektirmektedir.
Bu Kariz- Turfan su kanallarını son olarak araştırmacı gezi yazarı Dursun Özden bey de yerinde araştırıp inceleyerek kitaplaştırmıştır.

Macar asıllı İngiliz kaşif ve arkeolog, etnoğraf, doğrafyacı, dilbilimci Aurel Stein, 1900'den itibaren bu bölgelerde yaptığı araştırmaları sırasında, M.Ö. 313  yılında Dunhuang'ta yazılmış belgeler bulmuştu. Bu belgelerin biri, Orta asyalı bir kadının Semerkant'taki  kocasına yazdığı bir mektuptu.
Diğerleri ise, o döneme ait ticari sözleşme örnekleri, alış veriş sistemleri, faiz, ticari ortaklıklar, uzak mesafelere para gönderebilme şekilleri, kar ve zarar ilişkilerini anlatan pekçok belge ele geçirmiştir. 
Bunlar, milattan çok önceleri bile Türklerin  her konuda ne kadar ileri uygarlıklar oluşturduklarını anlatan somut bilgilerdir.

Bir başka çok önemli somut tarihi kalıntı da 1933 yılında bulundu. Tacikistan'ın güneyindeki bir dağın zirvesinde dolaşan bir çoban, üzeri toprakla örtülü bir çömlek kapağı bulmuştu.
Bu kapağın altında, yaklaşan Arap ordularından kaçan Pencikent Hükümdarı Divaştiç'in 1300 yıl önce gömdüğü bazı belgeler bulundu.
Mug Tepesi' ndeki bu çömleğin içinde bulunanlar altın ve  gümüş değildi, parşömen kağıdın üzerine yazılmış bir sürü resmi kayıt ve belgeydi.
Mum ve reçine ile özenli bir şekilde kapatılmış olan bu belgeler, 1933' lere kadar sağlam şekilde kalmıştı.
Daha sonra Arap güçleri Pencikent'i kuşatmışlar, Pencikent'in yöneticisi Divastiç'i esir almışlardı. Divastiç yanına bir sandık dolusu resmi belge almıştı. 1933'te keşfedilecek olan belgeler işte bu belgelerdi.
Şiddetli çarpışmalardan sonra Araplar Pencikent' i yağmalayıp yakmışlar. Divastiç'in kafasını keserek Şam' daki Halifeye göndermişler.
Bu belgelerden de Orta Asya halklarının o dönemdeki yaşadıklarının önemli bir kısmını öğrenmiş olduk.
Bu belgelerle, tacirlerin geceleri yol alabilmeleri için, güneş, ay ve yıldızların hareketleri hakkında geniş bilgi sahibi olduklarını öğrendik. O dönem halklarının, Astroloji, Astronomi ve diğer bilim alanlarında çok şey bildiklerini bu Mug Tepesi'nde bulunan belgelerden öğrenebildik.

ARAP İSTİLALARINDAN ÖNCE ORTA ASYA VE TÜRKİSTAN-2

Arap istilaları sırasında, Türkistan'da İslamiyet öncesine ait pekçok belge, bilgi yok edildi.
Buhara civarındaki kadim ticaret merkezi Peykent'te yapılan kazılarda beşinci asra ait bir eczanenin ilaçlar elde etmek için gerekli ekipmana sahip olduğunun belgeleri bulundu. 
Horasan'dan Harezm'e kadar ki bölgede de benzer eczane kalıntılarının bulunmuş olması, profesyonel tıbbın yaygın olduğunun bir göstergesidir.
Arap istilalarına kadar, önceki bin yıl boyunca Türkistan halklarına 4-5 çeşit din sunulmuştu.
Hepsi de tek Tanrılı dinlerdi.
Türkistan halkları karşılaştıkları bu Dinleri ve fikirleri tahlil etme, aralarında bağ kurma hususunda özgür düşünceliydiler.
Bu dinlerin ve kültürlerin akla mantığa uygun ve insanlara yararlı olan kısımlarından yararlanmayı bilmişlerdi. Kendi tarihi Dinleri olan Gök Tanrı inancıyla birleştirerek yollarına devam etmişlerdi.
Mesela Uygurlarda birkaç din hakimdi. Bir kısmı Budist, bir kısmı Nasturi Hristiyan, bir kısmı Gök Tanrı inancına sahipti.
Ancak düşünün ki Uygurlar o kıtada en eski, en uygar  gelişmiş bir topluluktu. Türk tarihinin  yüz akıydı. 
Bu nedenle, Araplar gelinceye kadar, Uygurlarda inanç  farklılığından dolayı asla kimsenin burnu kanamıyordu.
Mesela Nasturiler sırf diğer inançlara saygıdan dolayı, diğer inançları rahatsız etmemek için, kiliselerinde çan çaldırmıyorlardı. Dua sırasında da ellerini kavuşturmayıp, göğüsleri hizasında açarlardı.
Çünkü ; milli duyguları herşeyden önemliydi. Toplumlarında, milletlerinde inanç farklılığından dolayı hiçbir sürtüşme, çatışma yaşatmıyorlardı. Din adamlarının, milli birliği bozmasına müsade etmiyorlardı.
Amaç milletin ortak ilerlemesi idi.
Ne yazık ki Arap İstilacıların o dönemki İslamiyeti yayma biçimleri, İslamı doğru yaşayarak anlatmaya yönelik olmayıp, öldürmeye, gasp etmeye, talan edip soymaya, yani ganimet elde etmeye yönelik olduğundan, orada yaşayan toplumların huzurunu bozdu. Barış içinde biraradaki yaşamlarını alt üst etti.
Binlerce yıllık kültürel birikimlerine de büyük zarar verdi. 
Yani Orta Asya'da sağlıklı bir din yayma yaşanmadı.  
Zaten bu istilaları yöneten Emevi kabilesi yöneticileri, gerçek anlamda, Hz. Muhammed'in anladığı ve anlattığı İslamiyet anlayışından çok uzaktılar.
Hatta büyük bir kısmı, İlk günden beri Hz. Muhammed düşmanıydılar.
Kendi ülkelerinde Hz. Muhammed'in hem samimi fikir takipçilerini, hem de Peygamberin soyunun kökünü kazımaya çalışan saltanat düşkünü kabilenin mensuplarıydı.
Onun için Muaviye, Yezit ve Emevi yöneticileri  ne kadar iyi Müslüman idilerdi ki, Türklere yeni bir dini nasıl ikna edeceklerdi?
Bu nedenle Hz. Muhammed'in dinini doğru uygulayarak yaymak yerine, kılıç zoruyla zorla kabul ettirmeye çalıştılar.
Bu amaçla Arap komutan Kuteybe, Türk kentlerine saldırılarında insanlık tarihinin en büyük katliamlarını yapmıştır.
Bazı Türk kentlerinde erkeklerin tamamını katlederek, kadınlarını ve çocuklarını ganimet ve köle olarak götürmüşlerdir.
Talkan ve Cürcan katliamları olarak tarihe geçen soykırımda, 100 binden fazla Türk ve Soğd halkından insanlar öldürülmüş, on binlercesi de yol kenarlarındaki ağaçlara asılarak, 20 km boyunca vahşet sergilenmiştir.
Bir başka Arap komutan, mağlup ettiği Türk kuvvetlerinin tamamını çarmıha germiş. Bir diğer Arap komutan, mağlup ettiklerini çırılçıplak soyarak ölüme terk etmiştir.
Kuteybe, bu katliamlarından elde ettiği güçle öyle şımardı, öyle azdı ki, Müslümanlara sadece kendine biat etmelerini ve kendini "Emir'ül Müminün" olarak tanımalarını istedi.
Bunun üzerine Halife Velid'in yerine geçen kardeşi Süleyman, Kuteybe'yi görevden aldı.
Kuteybe'nin kendi adamları da Kuteybe'yi terk  ettiler. Kuteybe'yi öldürerek kafasını kestiler. Kesik kafasını Halife Süleyman'a gönderdiler.

İslamiyete büyük hizmetleri oldu denen bu çok ünlü Arap komutanın da sonu böyle hazin oldu.
Çünkü : mücadele, İslamiyeti, Allah'ın emirlerini, Hz. Muhammed'in fikirlerini anlatmak mücadelesi olmadı.
İstila, ganimet, cariye ve katliam mücadelesiyle Arap saltanatını yaymak şeklinde ilerledi.

Dünya ne Kuteybe'ye kaldı, ne Muaviye'ye ne de Yezit'e. 
Ama insanoğlu hiç ders almadı. Aralıksız Kuteybeler, Muaviyeler, Yezitler türemeye devam etti. 
Belki de en azılı Yezit'ler şu anda Arap aleminde Müslümanları yönetiyor. Dünya Müslümanlığının yüzde 80'inin halen açlıktan, savaşlardan, cehaletten kırılıyor olması bu yüzdendir.
Kuteybe'nin katliamlarını ünlü İslam tarihçisi İbn-ül ESİR de eserlerinde belirtmektedir.
Ayrıca Harezmli ünlü Türk bilgini El BİRUNİ bu konuda şöyle demiştir:
"Kuteybe her çareye başvurarak, Harezmlilerin yazı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanları, bütün bilginleri yok etti. Böylece herşey karanlıklara  gömüldü. İslam, Harezmlilerin içine girerken, onların tarihi hakkında artık birşey öğrenme imkanı bırakmadı."

ARAP İSTİLALARINDAN ÖNCE ORTA ASYA VE TÜRKİSTAN -3 

Yani Emevilerin Türkistan'da ki ilerleyişlerinde        Hz. Muhammed'in düşünceleri, amacı, mücadelesi asla doğru anlatılmadı. Çünkü Fetihçiler kendisi hak, hukuk, adalet bilmiyorlardı. 
Fetihler: sadece ganimet, haraç, vergi ve cariye toplama ve saltanat yayma üzerine yapılıyordu. 
Arapların atadığı valiler bu amaca yönelik olarak, herşeyi yaptılar. 
Arapların işgal edip yönettiği şehirlerdeki isyanlar, genellikle Arap valilerin bu tutumlarına karşı  çıkmıştı. 
VII, VIII yüzyıllarda Arapların Orta Asya'da karşılaştığı tüm toplumlarda tek Tanrılı dinler vardı.
Bu toplumlar, Musevilik, Hristiyanlık, Budizm, Zerdüştlük ve GökTanrı dinlerine mensuptular.
Hiç biri puta tapmıyordu. 

Arap kabileler taşa, puta taparken, Türkistan  halkları Tanrıya, Yaradan'a inanıyor, Tabiata, güneşe, göklere kutsallık atfederken de, onları yaratana, saygılarını sunuyorlardı. İnançlarını da buna göre yaşıyorlardı. 
En geri, en ilkel olan Arap kabileleri yaşamlarıydı, bedevi kültürüydü.
Cahiliye dönemi ifadesi Arap kabilelerinin kadınlara, kız çocuklarına uyguladığı haksızlıkları anlatmak içindir.
Çünkü aynı dönemde Asya'nın her yerindeki Türk boylarında kız çocukları en değerli varlıktı.
El üstünde tutulur, çocukluğundan yaşlılığına kadar -toplumun saygıdeğer anası- muamelesi görürdü. 
İşte bu cahil ve talan ile geçinen Arap  kabilelere, devrimci düşünceleri ve inanç sistemiyle, Hz. Muhammed yeni bir ahlak, adalet ve hukuk sistemi öğretmişti.

Arapları, çeteci-soyguncu kabileler yaşamından, millet yaşamına geçirmeye çalıştı.
Bu amaçla, soygun ve talan ile geçinen aşiretleri birleştirerek, milli özgüven ve milli amaç öğretmeye uğraştı. 
Arapları kabileden, aşiretten millete dönüştürdü.
İşte Hz. Muhammed'in kazandırdığı bu özgüvenle güçlendiler.
Ancak Peygamberin ölümünden sonra kabile mücadelesine devam eden ümeyye oğulları iktidarı zorla ele geçirerek Hz. Muhammed'in yakınlarını ve samimi taraftarlarının en önemlilerini katlettiler. 
Saray saltanatı, yağma ve ganimet savaşlarına devam ettiler.
Arapların Türkistan'daki kanlı fetihleri, Orta Asya toplumları için kültür, ekonomi, ahlak, adalet ve bilim açısından çok tahrip edici olmuştur.
Türkistan'ın en önemli kültür ve bilim merkezleri olan Semerkant, Horasan, Peykent, Buhara yerle bir edildi. Buralardaki kütüphaneler yakılıp imha edildi.
Harezm'in başkenti Beruni'de (Kath) Harezm diliyle yazılmış gökbilim, tarih, matematik ve edebiyat eserleri de yok edildi.
Ünlü bilim insanı El Biruni, bu yıkımları: "Kadim bir kültüre karşı işlenmiş büyük suç" diye tanımlayarak hayıflanmıştır. 
16. Yüzyılda Avrupa, Bruno gibi bilim adamlarını diri diri yakarken bundan altı yüz sene evvel, tıbbın, felsefenin, fiziğin, kimyanın, gökbilimlerinin en büyük bilim insanları Türkistan'da  ışık saçıyorlardı.
İbni Sina'nın Tıbbın kanunu (El kanun  Fit tıp) adlı eseri, Batıda modern tıbbın İncil'i haline gelmişti. Avrupa tıbbının temelini atmıştı. 
Bize sadece şarap ile ilgili rübaileriyle tanıtılan, dönemininin en önemli bilgini, düşünürü Ömer Hayyam, çok büyük bir Matematikçi, gökbilimci, fizikçi ve tıp bilimcisidir.  Eserleri Batı dillerine çevrilerek uzun asırlar Avrupa'da okutulmuştur. 
Ömer Hayyam yaşamı boyunca farklı idareciler döneminde, bilimsel çalışmalarına engel olmak için herşeyi yapan din otoritelerine karşı çok mücadele etmiştir.
Arap saldırılarından önce Orta Asya şehirlerinin her biri ayrı ayrı kültür, tarih ve ticaret merkezi olarak ünlenmişti.
Bunlar: Horasan, Buhara,Beykent, Taşkent, Semerkant, Belh,  Kaşgar, Karakurum, Nişabur, Otrar, Fergana, Merv, Turfan, Sincan, Gazne, Herat gibi  kentlerdi.
Arap saldırılarının başladığı yıllarda, Mekke gibi önemli bir Arap şehrinde okuma yazma bilen insan sayısı 20 kişiyi bulamazken, bu Orta Asya kentlerinin herbirinde çok önemli kütüphaneler mevcuttu.
Aradaki farkı iyi anlayın.
Ünlü Macar asıllı İngiliz arkeolog Aurel Stein, yüz yıl önce Doğu Türkistan'ın mağaralarının birinde, bölgenin eski yerleşik Uygurlarından kalma 15 bin cilt kitap bulmuştu. Bu kitaplar, sanskritçe, İbranice, Farsça, Süryanice ve Soğdça yazılmış eserlerdi. 
Bu kitaplar yaklaşık dokuzuncu ve daha önceki asırlardan bahseden yayınlardı.
8. yüzyılda Emevilerin Orta Asya'daki yağmaya ve ganimet elde etmeye dayalı uygulamalarına çok sayıda isyan olmuştu. 
Bu isyancıların bir kısmı, Arap saldırılarında yenilerek İslamiyeti kabul eden Türk gruplardı.
Bir diğer grup, Arapların diğer kabilelerine mensup, özellikle Hz. Muhammed'in en küçük amcası Abbas'ın soyundan gelenlerdi. 
Emevilerin bu haksız, hukuksuz, saltanat uygulamalarından çok rahatsız olan bir önemli unsurda, İmam-ı Azam Ebu Hanife(Hanefilik mezhebini kurucusu) idi.
Bunlar güçlerini birleştirdiler. Emevi saltanatına son verdiler. 
Ancak Emeviler kadar olmasa da Abbasilerde de haksızlık, hukuksuzluk, saray  saltanatı devam etti. 
Bunun için imamı Azam Ebu Hanife'nin haksızlıklara karşı mücadelesi de devam etti.
Cezalandırıldı. Susmadı. 
Bu uğurda canını verdi.
Ebu Hanife de aslen Arap değildi. Türk kökenliydi. İslam inancını, ahlak, adalet, eşitlik, hukuk ve akılcılığa dayandırmıştı.
Abbasiler döneminde Bağdat'ta Halife Me'mun gibi yöneticiler zamanında bilim insanlarına çok önem verilmiş kütüphaneler kurulmuş, yabancı yayınlar tercüme edilebilmişti.
Ancak diğer taraftan da aynı dönemlerde, yine Arap kabile din anlayışının ürettiği, -İslamda aklın, mantığın yeri olmayacağını, herşeyin bir önceki hoca ve şeyhlerden nakil yoluyla alınmasını ve sadece saç-sakal ve ibadete dayalı bir İslam anlayışı ile yaşanması gerektiğine inanan-, mezhepler, din adamları ve hadisçiler güçlenerek geliyordu.
Sadece ibn-i Hambel, 29 bin hadis derlediğini iddia ediyordu.
Buhari ise, en az 70 bin sahih Hadis derlediğini söylüyordu.
İmam Gazali ise, aklın, bilimin, felsefenin, düşünürlerin, filozofların en büyük düşmanıydı. Sayısız hadis topladığını idddia  edip, İslam toplumlarının ekonomik, sosyolojik ve idari sistemini buna göre düzenlemeye kalkıyordu.
İmam Gazali, Halifeleri ve dini otoritelerini çok olumsuz etkiledi. Kötülüğü asırlarca devam etti. Hala devam ediyor.
Oysa İmam-ı azam Ebu Hanife, sadece sahih sayılabilecek 17 adet hadis bulunduğunu, bunun dışındaki tüm hadislerin uydurma olup, Kuran'dan uzaklaşmayı getirdiğini söylemişti.

Eğer İslam dünyası içinde bu dönemlerden başlayarak çoğu Türkistan kökenli dünya çapında çok önemli bilginler, filozoflar, alimler, bilim insanları yetişmişse;  
-İslamı: saçta- sakalda- kılda- tüyde- sarıkta - cüppede- şekilde arayan din otoritelerinin tüm engellemelerine rağmen- başarmışlardır.

Aslında Hz.Muhammed demek akıl demekti, düşünmek demekti.  
Eğer yaşamı boyunca devam eden mücadelesinde aklını kullanmaktan bir saniye vazgeçip, -nasıl olsa Allah beni kazandırır- deseydi,  o anda düşmanları tarafından yok edilecek, bugün de müslümanlıktan söz    edilmeyecekti.
Ünlü İslam düşünürü Ravendi'nin dediği gibi:
 "Tanrı vergilerinin en iyisi akıldır, felaketlerin, kötülüklerin en kötüsü ise cehalettir." 
   
İslam tarihinde adı geçen bilim insanlarının çoğu Orta Asya Türk kökenli bilim insanlarıdır.  Arap hakimiyetinde olduklarından eserlerini Arapça,Farsça yazmak durumunda kalmışlardır.

El Kindi, el Harezmi, Zekeriya El Razi, İbni Sina, El Biruni, Farabi, Ali Kuşçu, Cabir, Ebul vefa Buzcani, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Ömer Hayyam, Hasan el Cüzcani, Ahmet Yesevi, Uluğ Bey, vs.... 
Bunlar: Arap kabile din anlayışının tüm zulümlerine, baskılarına rağmen ayakta kalabilmiş, dünya insanlığına çok büyük faydalı bilgiler ulaştırmış, fen ve sosyal bilim  filozoflarıdırlar. 
Bunların hepsinin de yaklaşık aynı birkaç yüzyıl içinde yaşamış olduklarını unutmayalım.
Siyasi yöneticilerden destek aldıkları, çalışma fırsatı buldukları oranda bilim üretebilmişlerdir. 
Selçuklular döneminde yine yöneticiler bilim insanlarına destek vermeye başlamış, bir çok yeni alim, biliminsanı eserler vermiştir.

Halen son iki Yüzyıldır ise, İslam dünyası en geri, en yoksul, en adaletsiz duruma düşürülmüş, sahtekar, hırsız, sapık din ve siyasi yöneticilerinin elinde felakete sürüklenmiştir. 
Bu nedenle: İslam ülkelerinde Hz. Muhammed'in düşüncelerinden, Yaradan'ın yaratış amacından eser kalmamıştır.
Bunun için bugün Arap dünyası yönetimleri bu soygun ve saltanat sevdaları yüzünden İsrail ile, ABD ile, küresel işgalci siyonistlerle amaçlarını birleştirerek mazlum Müslüman halklara ve Türklüğe saldırıya geçmiştir.
Ortadoğu'da yaşananlar da bundandır. 

Günümüzde İslam ülkelerinde, Müslümanlara nasıl yaşamaları gerektiğini öğretenlerin herbiri milyarlarca dolarlık servetler içinde yüzerken, Yemen'de, Somali'de, Sudan'da, Pakistan'da, Bangladeş'te, Endonezya' da ve pekçok Afrika ülkesinde Müslümanlar, açlıktan kitleler halinde ölmektedir. Analar beslenemedikleri için, doğan çocuklarına süt verememekte, bebeklerin binlercesi hergün açlıktan, gıdasızlıktan ölmektedir.
Müslümanlara bu zulmü, Suudi-Vehabi cani din anlayışı ile işgalci-soyguncu İsrail, ABD ortaklığı yapmaktadır. 
Eğer insanlık yeniden, sevginin, paylaşmanın, insani ve toplumsal mutluluğun kalıntılarını aramak istiyorsa, bunu Asya'da, 
Türkistan'da, Anadolu'da ve Atatürk'te bulacaktır. 
Aradıklarımız kaybettiklerimizde saklıdır.

SON

Kenan Özek 

Kaynaklar:
Prof. Dr. Necdet SÜMER- 
araştırmacı yazar.
Dursun ÖZDEN-
Araştırmacı şair, gezi yazarı,belgeselci
Prof. Dr. AUREL STEIN-(1862-1943)
Macar asıllı İngiliz  arkeolog,coğrafyacı, dilbilimci, araştırmacı yazar 
EL BİRUNİ- (973-1048)
Harezmli Türk düşünür antropoloji, astronomi,tarih, tıp, felsefe, matematik bilim insanı
İBN-ÜL ESR- (1160-1233)
İslam tarihçisi
Cengiz ÖZAKINCI-
Araştırmacı yazar.
Samir AMİN- (1931- 2018)
Mısır kökenli Fransız ekonomist yazar
H.Ziya ÜLKEN- (1901-1974)
Yazar, felsefeci, sosyolog
Corci ZEYDAN-(1861-1914)
Lübnanlı yazar, tarihçi, gazeteci

Editör: TE Bilisim