Şüphesiz milletleri millet yapan unsurların en önemli iki unsurundan birisi tarih diğeri de dildir. Dil birliği ile dünü, bugünü yarını, yanındaki yörendekilerle konuşursun. Ne konuşacağını, ne konuştuğunu ise tarih söyler. Ve her iki unsur da doğrudan doğruya şuur kelimesi ile ifade edilir. Tarih şuuru, dil şuuru.

Tarihte öyle anlar ve öyle zamanlar vardır ki “-ah işte bu” dedirtir. Tarihe kesin ve silinmeyen bir çizgi çizilir. Başlanır altına yazılar yazılmaya. Efsaneler üretilmeye. Millet olunmaya, devlet olunmaya. Dünden gelip yarına geçilmeye bu çizginin altında başlanır.

Anadolu Selçukileri’nin inhitatından sonra Osmanoğulları’nın ortalama hicri1300’lü yıllardan başlayıp 1922 yılına kadar olan hayatında çok büyük zaferler, çok büyük kahramanlar (tabi yenilgi ve felaketler de olmuştur) vardır. Hiç biri çağ kapatmamıştır. Çağ kapatma daha çok batı dünyasına etkisi üzerinden tarihlendirilme meselesidir. Ancak husus İstanbul’un fethinin tarihte yaptığı derin ve sonsuz etkiyi gölgede bırakmaz bilakis yüceltir.

İstanbul’un fethini sadece klasik bakış açısı ile dine bağlayıp hadis-i şerife nail olmak için fethetti ifadesi ne kadar meseleyi eksik olarak ortaya koyarsa, istisadi ve siyasi şartlar bu fethi gerektiriyordu ifadesi de o kadar eksiktir.

Her şeyden önce İstanbul’un fethi bir şuurdur. Bu şuura fetih geleneğini, cihadın farziyetini anlamadan uygulamadan erişilemez.

İstanbul’un fethi bir medeniyet şuurudur. Bu şuur için yakan, yıkan, ötekileştiren, ortadan kaldıran, eriten, kapatan bir anlayış yerine; Koruyan, inşaa eden, bağlayan, birleştiren, sevdiren, saygı duyduran bir şuur vardır.

İstanbul’un fethi bir yüceltme ve yükseltme şuurudur. Bu şuur komutanını yüceltir, askerini yüceltir, ulemasını yüceltir, sülehasını yüceltir, sakinini (vatandaşını) yüceltir. Sadece ve sadece adalet duygusunu ve gerçeğini yükseltir. İki örnek: 1- Osmanlı İstanbul mimarisinde minare boyundan uzun olan tek yapı adalet kulesidir. 2- Fatih Sultan Mehmed şimdi Üsküdar’da bulunan Bab mahkemesinde yargılanmıştı.

İstanbul’un fethi bir şuurdur. Öyle bir şuur ki, dünyayı tanıma, ilmi geliştirme, medeniyeti merkeze alma şuurudur. İstanbul’a Orta Asya'dan, Doğu Türkistan’dan davet edilen ilim adamlarını cezbeder.

İstanbul’un fethi öyle bir eğitim şuurudur ki, çocukken yaramazlık yaptığında elinde sopa ile bekleyen Molla Gürani eğitimi ile yola gelme şuurudur. Bu şuur öyle bir anlayış verir ki, Akşemseddin’i fethine ortak ettirir.

Bu ve bunun gibi şuur unsurlarını düşündükçe İstanbul’un fethinin kaçıncı yılı olduğunun önemi ortadan kalkmaktadır. Ancak meseleyi fetih ve fatih ekseninde alınca şuur gayet kolay, söylemesi basit bir mantık halini alıyor. Peki bugün bunlardan hangisi var denince hangi cevabı verebiliriz?   

(Hadis-i Şerif)


FETİH VE İSTANBUL

İstanbul’un fethi sadece bir şehrin kaderini değil insanlık tarihini de değiştirecek etkileri de beraberinde getirmiştir.  İstanbul coğrafi konumu itibarı ile doğu batı ekseninde karayolu ile kuzey güney ekseninde ise deniz yolu ile bağlantıya sahiptir. Bu konum savaşlar döneminde savunma sıkıntısı oluşturmuştur. Ama bu sıkıntı aynı zamanda bu yönlerden teknolojinin gelişimi, bilginin akışını da sağlamıştır. Bu yollar aynı zamanda ticaret yollarıdır. Bu ticaret yollarından sadece ticari meta alınıp satılmamış aynı zamanda kültürel alışverişler yapılmıştır.

İstanbul, şehri devlete adını veren şehirdir. Her millet her kültür İstanbul’a kendince isim vermiştir.  Örneğin; Grekler 'Vizantion', Latinler 'Bizantium, Romalılar (batı) Antoninya, Alma Roma, Nova Roma', Rumlar 'Konstantinopolis, Istinpolin, Megali Polis, Kalipolis', Slavlar 'Çargrad, Konstantingrad', Vikingler  'Miklagord', Ermeniler 'Vizant, Stimbol, Esdambol, Eskomboli', Araplar Bizantiya, el-Mahsura, Kustantina el-uzma', Selçukiler 'Konstantiniyye, Mahrusa-i Konstantiniyye, Stambul' ve Osmanlılar 'Dersaadet, Deraliyye, Mahrusa-i Saltanat, İstanbul, İslambol, Darü's-saltanat-ı Aliyye, Asitane-i Aliyye, Darü'l-Hilafetü'l Aliye, Payitaht-ı Saltanat, Dergâh-ı Mualla, Südde-i Saadet" diye hitap etmişlerdir.

Osmanlı kültür ve medeniyeti yukarıda verilen isimlerin ve güçlü bir Osmanlı geleneğinin yapıcısı olarak meseleler karşısında kendi çözüm ve uygulamalarını koymuşlardır. Bunlardan birisi de Osmanlı dönemi İstanbul’da basılan paralarda  (ki Fatih 1478’de altın para bastırdı) Duribe fi Konstantıyye, Duribe fi Konstanıyye el-Mahruse, azze nasruhu duribe fi Konstantıneyye yazmasıdır.

Osmanlı Beyliği’nden, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’ye giden yolda İstanbul’un bir dönüm noktasıdır. Çünkü daha önce Yıldırım Bayezid tarafından birinci kuşatma (1395) ertesi yıl ikinci kuşatma (1396) yapılmıştır. Hatta Osmanlı tarihinde fetret dönemi olarak anılan dönemde bile İstanbul kuşatılmıştır. Yıldırım Bayezid'in oğlu Musa Çelebi tarafından 1412 yılında yapılan İstanbul kuşatması Fetih hadisesinin Osmanlı’da babadan oğula nasıl geçtiğinin önemli bir sinyalidir. Keza dördüncü kuşatma (1423) II. Murat tarafından 1423 yılında gerçekleştirilen kuşatma da oğlu II. Mehmed’e nasıl bir miras bıraktığı görülebilir.

İstanbul’un fethine neden işgal, istila, hakimiyet, zil-yed, tahakküm, yerine fetih dendiği hususu aslında İslamiyetin ve islam medeniyetinin getirdiği güzellikler ile onun bayraktarlığını yapan Türk milletinin uygulamadaki başarısından dolayıdır. Gittiği yerleri feth  eder yani (açar). Neye açar? Sorusunun cevabını Fatih’ten önceki İstanbul ile Fatih’ten sonraki İstanbul’a bakıp verebilirsiniz. 

(Ayasofya camii girişindeki kitabe)


SAHABİLER ŞEHRİ

Asimilasyona yatkın olan Türk'ler için bunların bir önemi var mı? Asimilasyona yatkın olan Türk'ler için bunların bir önemi var mı?

İstanbul’un feth edileceği, onu feth edecek kumandan ve askerlerin ne güzel olduğunun müjdelenmesi üzerine İstanbul daha önceki kuşatmalardan çok daha farklı niyet ve boyutlarda kuşatma ve fetih teşebbüslerine sahne oldu.

Müslüman Arap devletler ve kumandanlar tarafından İstanbul kuşatmaları kısaca şunlardır.

İlk seferi Hz. Osman’ın hilafeti döneminde gerçekleşmiştir. Dönemin Suriye Valisi Hz. Muaviye, İstanbul’u hedef alan ilk deniz seferini hazırlamıştır. Bu donanmanın 655’de Bizans Deniz Kuvvetleri’ni Fenike kıyılarında yok etmesi ile Müslümanlara deniz yolu açılmıştır.

İkinci defa karadan İstanbul kuşatması ise 668’de Hz. Muaviye‘nin Emevi Halifesi olduğu dönemde gerçekleşti. Kadıköy önünde konaklayan ordu kuşatmayı 669’a kadar devam ettirdi. İlerlemiş yaşına karşı sefere katılan Hz. Muhammed’in Bayraktarı Hz. Ebu Eyyub El-Ensari bu kuşatma sırasında şehit düştü ve surların dibinde toprağa verildi.

Bu seferden sonra, Hz. Muaviye’nin 673’de gönderdiği yeni donanma 674’de Marmara'ya girdi. Ancak, 7 yıl süren kuşatma başarıya ulaşamadı. (Karaköyde’ki Arap camiinin banisi)

717’deki Mesleme bin Abdü’l-Melik komutasındaki kuşatma da başarısızlıkla sonuçlandı. Bazı kaynaklara göre bu kuşatma sırasında İmparator III. Leon, komutan Mesleme’nin isteği ile Müslüman esirlerin ibadeti için bir konağı mescide çevirmiş, kuşatmanın kaldırılmasından sonra da Mesleme’ye kenti gezdirmiştir. (Sur içi ilk mescid)

781-782 yıllarında Abbasi Sultanı el-Mehdi’nin oğlu Harun komutasındaki ordu tarafından gerçekleştirildi. Harun, Bizans ordusunu İzmit’te yenerek Üsküdar’a kadar ilerledi ve şehri kuşattı. Kuşatma sonunda Bizans ile bir anlaşma imzalayarak döndü. Daha sonra Abbasi tahtına oturan Harun er-Reşid, “Er-Reşid” unvanını bu seferle almıştır. 

Birinci ve ikinci kuşatmada şehit olan İstanbul’daki sahabe-i kiramın kimler olduğu ve sayıları hakkında kesin bir bilgi ve liste yoktur. Ancak tespit edilmiş ve kesinlik kazanmış sahabe-i kiram şunlardır: Eyyüb’l-Ensari bin Zeyd (r.a.) Ka’b (r.a.) Muhammedü’l-Ensari (r.a.) Abdüssadık Amir (r.a.) Amir bin As (r.a.) Ca’fer ibn-i Abdullah (r.a.) Hasan Hüseyin (r.a.) Abdullahü’l-Hudri (r.a.) (r.a.) Ebu Şeybetü’l-Hudri (r.a.) Hamdullahü’l-Ensari (r.a.) Kerimeynü’l-mükerremeyn-i İmam Hüseyin kerimeleri (r.a.) Ebu Gıffari (r.a.) Ebu Sa’idü’l-Hudri (r.a.) Abdullah ibn-i Hüsam (r.a.) Amr bin As (r.a.) Vehb bin Huşeyre (r.a.) Şu’be  (r.a.) Sufyan ibn-i Uyeyne (r.a.) Mihmandar Hazret-i Halid bin Zeyd’in Sancakdarı Abdurrahman Şami (r.a.) Hazret-i Hafir (r.a.) Ebu’d-Derda (r.a.) Hazret-i Cabir (r.a.) Zevce-i Cabir (r.a.) . Ve bizce isimleri nice meçhul sahabi ve şüheda Allah cümlesinden razı olsun.


EMANET İSTANBUL

Tarihte¸ "Ebu'l-Feth" (fethin babası) olarak anılan Sultan II. Mehmed’in İstanbul’undan bize ne kaldı ?

Fatih 28 yılda yani ‘(1453-1481)  İstanbul imparatorluk sarayı, cami külliyeleri, birkaç yüz küçük camiisi, 180 mahallesi, etkileyici yeni hamamları, tersanesi, sur dışında başlı başına bir kent gibi gelişen Eyüp semti, karşıda Üsküdar ve yaklaşık yüz binlik nüfusu ile ihtişamlı bir Türk-İslam şehri olmuştu. 

Türk İslam şehri oluşunun başında iki büyük haslet var. Birincisi Allah Rasulü’ne 7 ay ev sahipliği şerefi ile müşerref olmuş Eba Eyyüb El-Ensari (r.a.) ev sahipliği yapan İstanbul. İkincisi ise Doğu Roma İmparatorluğu’nun ve Hristiyan batı dünyasının sembolü olan şehir ve mabedinin camiye çevrilmesidir.

Sonra bütün padişahlar, bütün ümera, ulema ve vatandaşlar İstanbul’un güzelliğine bir nokta daha koymak için adeta yarışmışlardır. Bir parça taşına yekpare acem mülkünü feda edecek kadar sevmişlerdi.

Bugün Fatih’in emanet ettiği İstanbul’dan

Ne İstanbul’un o güzelim semtleri ve isimleri kaldı.

Ne İstanbul’un o güzelim tepeleri ve silüetleri kaldı

Ne İstanbul’un o güzelim Ayasofyası kaldı (cami değil)

Ne İstanbul’un o güzelim Boğaziçi ve sayfiyeleri kaldı.

Ne o İstanbul’un …  diye  emanet listesi uzar gider amma!

Va hayfa (ah yazık ki) Bugün o İstanbul’dan geriye sadece gökdelenler tarlası kaldı.

Fatih’ten miraslara neslinden nasıl sahip çıkılmaya çalışıldığınına gelince şu örneği verebiliriz.  1768 yılında büyük bir deprem olmuş ve bazı rivayetlere göre tüm camii bazı rivayetlere göre de camiinin giriş kısmı yıkılmıştı. Dönemin padişahı  III. Mustafa üzüntüsünden bu depreme camiiler yıkan deprem adını vermiş. Zamanındaki yöneticilerin beceriksizlik ve kabileyetsizliklerinden şikayet babında bir de şiir yazmıştır.

Yıkıluptur bu cihân sanma ki bizde düzele
Devleti, çarh-ı deni verdi kamu mübtezele
Şimdi ebvab-ı saadette gezen hep hazele
İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele

(Dünya yıkılıp gitmektedir, bizde düzeleceğini sanma.
Alçak felek devlet çarkını aşağılık kimselerin eline verdi.
Şimdi saadet kapısında gezenler hep o yüzsüzlerdir.
İşimiz Allah'ın merhametine kaldı.)


İSLAM İSTANBUL’U YA DA AYASOFYA CAMİİ

İstanbul’un fethi ile birlikte anılan unsurların başında Ayasofya camii gelmektedir. Gerek islam dünyasının müverrihleri (tarihçi ve yazarları) ve gerekse batı dünyasının seyyah ve yazarları İstanbul’un fethinin yanında mutlaka Ayasofya bahsi açarlar.

İslam dünyasının geleneğinde genellikle Feth-i celil-i Konstanınıyye ve Ayasofya camii şerifi şeklinde isimlendirilen risaleler oldukça çok yer tutar. Hepsinde İstanbul’un fethini müjdeleyen hadis-i şeriften başlayarak İslam fütühatları dönemi İstanbul kuşatmaları ve İstanbul’un fethi ve Ayasofya camiinin fazilet ve efsaneleri anlatılır.

Batılı seyyah ve yazarlar ise Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethini “Kerkoporta”  (Edirne kapıda iç surun içindeki bir kapının adı)  kapısının açık kalmasına bağlama eğilimleri vardır. Sonra da yapılışı dönenimi tarihi hadiselerden bahsederler. Cami olduğunu kabule dair neredeyse hiçbir emare yoktur.

Zaten büyük tarihçiler ve (hatta batılıların itirafları da vardır) İstanbul’un fethi ve Ayasofya’nın cami olması batı dünyasının zihinlerinin altında asla affetmedikleri  olayların başında gelmektedir.

Halbuki İstanbul’un ilk camisi ve ilk ezanın okunduğu yer Karaköydeki Arap Camiidir. Hz. Eyyüb El-Ensari katıldığı ilk kuşatmadan 50 yıl sonra üçüncü kuşatmada Hz. Mesleme bin Abdülmelik (r.a) yaptı. Galata’yı ele geçirip 7 yıl kaldığı İstanbul’da 1296 yılında inşaa ettirmişti. 


CAMİ AYASOFYA

29 Mayıs 1453  (hicri 20 Cemaziyye’l-evvel 857) salı günü fethedilen İstanbul’un şüphesiz en önemli sembolü Ayasofya idi. Cuma günü Fetih Cuması kılındıktan sonra tam olarak camiiye çevrilmesi 6 yıl daha sürmüştür (1459).

Cumhuriyet devrinin görünmeyen inkılaplarından birisi de Ayasofya camiinin ibadete kapatılıp, Cami formunun bozulup müze formuna çevrilmesidir. Görünüşte mesele kültür olayına indirgenmiştir. Ancak mensup olduklarını söyledikleri dinin ibadethanesini, ibadethane formundan çıkartıp müze formuna çevirmek, ne başka bir dinlerde ne de başka milletlerde mevcut değildir.

(Ayasofya'nın müzeye çevrilme kararı)


MÜZEDEN CAMİİYE TEBDİL MÜCADELESİ

Müzeye çevrildiği günden itibaren hiç olmazsa camiin içindeki eşyaları korumaktan başlayan mücadele toplumun her katında kendine göre yer buldu. Vicdanı olan her Müslüman cami olsun diye elinden geleni yapmaya gayret etti. Siyasilere her dönemde çağrıda bulundular. Menderes, Özal, Erdoğan. Her bir siyasi kendine göre gerekçeler sundular. Menderes cami kürsülerinden yükselen Ayasofya’yı aç kurtul nidalarını duymadı, duyamadı. Özal şartlar el vermiyor demeye getirdi. Erdoğan Ayasofya’nın açılmasını Sultanahmet camiinin sabah namazında dolması şartına bağladı (ama Çamlıca’daki camiye Diyanet eliyle, parti teşkilatı insan taşıyor. Ayasofya için kimse insan taşımadı). Vel hasıl siyasilerin gücünden çok mesele nasip meselesi olarak ortada durmakta.

Toplumun beklentisi Ayasofya’ya bilet alarak değil abdest alarak girmek olarak önümüzde durmaya devam ediyor. 

(Fatih'in Bosna Ruhbanlarına verdiği ferman)

Editör: TE Bilisim