İstanbul'da iki bakanlık karşı karşıya geldi... İstanbul'da iki bakanlık karşı karşıya geldi...
 
Sosyal platformlarda yazılarımı paylaşıyorum. Aynı bakanlıkta beraber görev ve aynı lojmanda da komşuluk yaptığımız; ailece görüştüğümüz bir dostumdan dün yazılarımla ilgili şöyle bir mesaj aldım:

“Abi senin bu söylemde doğru yazıların, bende neden eskisi gibi heyecan yaratmıyor diye düşündüm. Fark ettim ki ben bu işlere kafa yormaya başlayalı 40 yıl olmuş ve ilk kez ben muhafazakarların bu söyledikleri doğru şeyleri, eyleme geçireceklerine inanmada güvenimin kalmadığını fark ettim; yani buldum esas kaybedilen şey güven. İyi geceler.”

Mesajla ilgili ufak bir tavzih yapayım; Arkadaşın muhafazakâr diye kastettiği kesim bildiğimiz dini çevreler…

Bu mesajı okuyunca bir daha yıkıldım. Ve galiba yerin altının üstünden daha hayırlı olabileceği kahırlı bir zaman dilimini idrak ediyoruz.

Arkadaş haksız mı?

Hayır, son derece haklı…

İnsanlar din yorgunluğu yaşıyorlar. Dini, imanı dillerine pelesenk yapmış güruhların samimiyetsiz, ihlassız söz ve eylemlerinden dolayı artık dini mevzuları dinlemek istemiyorlar. Ve ne yazık ki muhitin bütün mukimlerini de aynı kefede görüyorlar.

Dini hayata ve dindarlığa öyle bir zarar verildi ki, mübalağa olmasın din düşmanları hepsi bir araya gelip tezgah kurmuş olsalardı bu kadar başarılı olamazlardı. Bundan dolayı iki dünyada da ellerimiz yakalarında olacak.

Japon kökenli ABD'li Fukuyama "GÜVEN"i bir toplumun sosyal sermayesi olarak görür ve toplumların gelişme ve kalkınma sürecini de bununla izah eder.

Malum İman bir güven ve ispat kurumudur. Mümin, inanılması gereken değerlerin tamamına inanan, inandığı değerlere güvenen, bu sayede kendini güvende hisseden ve çevresine güven veren insandır. Mahlûkata sağladığı sonsuz güvendir.

Peygamber (s.a.s.), güvenmeyi ve güvenilir olmayı, kendisini model alan bütün müminlerin ayrılmaz vasfı olarak zikretmiştir. “Mümin, insanların canlarına ve mallarına zarar vermeyeceğinden emin oldukları kimsedir.” “İman” ile “insanlara güven sunma” arasında doğrudan bağ kurulması dikkat çekicidir.

Cahiliye döneminde bile Sevgili Peygamberimiz “Muhammedü’l-Emin” olarak anılmıştır. İnsanlar Onun getirdiğine inanmıyorlardı ama onun asla yalan söylemediğine, kimseyi kandırmadığına kefillerdi.

Kur’an da Cebrail “el-Rûhu’l-Emin”; Mekke, Kâbe ise, “el-Beledü’l-Emin” (emin belde) olarak geçer.

Ayrıca çok dikkate şayandır ki, Hz. Resul İslam’ın geleceğini haber verirken şu işareti veriyor:

“…Hiç şüphesiz, Allahüteala, sizin için fetih ihsân edecektir! Vallahi, yüce Allah bu işi, muhakkak tamamlayacak, bu iş, muhakkak tamamlanacak! Bu işin hükmü, muhakkak yerine getirilecektir! Hatta hayvanına binmiş bir kimse, San’a’dan çıkıp Hadramût’a kadar gidecek de (600 km), yüce Allahtan başka, bir şeyden korkmayacak!
Ancak, koyunları varsa, onlar hakkında kurt saldırmasından endişe duyacaktır. Fakat siz, acele ediyorsunuzdur!”

Evet, bu haber çok kısa zamanda gerçekleşmiştir. Fethin amacının adalet ve güven iklimi oluşturmak olduğunu da bu vesileyle işaret ediyor. Fethin amacı, yeryüzünü adalette ve güvende kılmaktır. Yoksa kuru kuru toprak fethetmek, başka milletlere hükmetmek değildir.

İslam’da, güvenin yegâne kaynağı Allah’tır. Allah’ın esma-i hüsnasından biri de “el-Mümin”, dir.

Nedir ‘El mü’min?

“Huzur, esenlik, güven veren; kendisine güven duyulan, emniyet ihsan eden” demektir.

Dolayısıyla Allah’a iman eden bir mümin, kendisinin de bir parçası olduğu varlık âleminin Yüce Allah’ın himayesi, koruması ve garantisi altında olduğuna inanır.

Ben Müminim iddiasında bulunan insan, yüreğindeki sarsılmaz güveni çevresine aksettirmekle ve davranışlarına yansıtmakla mükelleftir. Onun Allah’a ve Resûlüne imanı, insanlara sağladığı itimada dönüşmeli; yüreğindeki güven hissi, toplumda
güvenilirliğin teminatı olmalıdır.

Yazıyorum ama bunları sözkonusu dostuma ve onun gibi milyonlarcasına nasıl anlatacağım? Bir defa güven yıkıldı mı onu tekrar inşa, ihya etmek o kadar kolay değil.

Evet, keşke her şeyimizi kaybetseydik de Müslümana duyulan güveni kaybetmeseydik. Hz. Peygamber ve arkadaşları Mekke’de her şeylerini sıfırlayarak Medine’ye gittiler. Dünyaya dair ellerinde hiçbir şey kalmamıştı. Ancak o ve arkadaşları doğruluğun, eminliğin nişaneleriydi, şahitleriydi. Yesrib’i Medineleştiren de bu sosyal sermayedir.

Evet, yine Hz. Peygamberin haber verdiği o kötü akıbeti yaşıyoruz galiba; “Kur’an Bir vadide Müslümanlar başka vadide…”     

Alıntı

Editör: TE Bilisim