İtibar, tek kelime ile saygınlık demektir. Tek tek insanların, kurumların, devletlerin ve milletlerin saygınlığı. Bunun, ne ile ve nasıl temin edileceği hususunda insanlık tarihinde iki yol belirlenmiştir. 1- İtibarın zenginlik, ihtişam, görkem, şatafat, dev-âsâlık, gösteriş, mağrurluk, görgüsüzlük ile. 2- Hakikat, adalet, tevazu, merhamet, diğerkâmlık ve tabii/doğal, sade, özlü, dürüst, otantik, basit, yalın, naiv, asîl olmak ile. Birincisi, ontolojik; ikincisi, etik itibar anlayışıdır. Birincisi, şöhretli olmayı; ikincisi, şerefli/onurlu olmayı hedefler.

Milli egemenliğimiz kaldı mı? Milli egemenliğimiz kaldı mı?

Kur’an’da kıssaları anlatılan politik figür olarak Firavun (Piramitler),  ekonomik figür olarak Karun (Hazineler) ve dinsel bürokrasi figürü olarak da Hâman (Mabetler)  birinci tarz itibar anlayışının sembolleridir. Örneğin, Hz. Musa’nın kendine –mucizeler ile- uyarıcı olarak gönderildiği Firavunlardan biri: “Hz Musa’yı yalanladı ve isyan etti; sırtını dönüp, hızla uzaklaştı; adamlarını topladı ve onlara: “Ben, sizin en yüce rabbiniz değil miyim?” dedi.” (79/21-24).  Karun olayını ise, Kur’an şöyle anlatır: “ Karun, ziynet ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler: “Keşke Karun’a verilen ihtişam-servet, bize de verilseydi; şüphesiz o büyük bir görkem-ihtişam sahibidir.” dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi ameller işleyenler için Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır; ona da ancak sabredenler kavuşur.” dediler.” (28/79-78). “Malı biriktirmeyi sevmek” (89/20), “Yığınla mal harcamakla övünmek” (90/6), “Kendini ölümsüzleştireceği vehmi ile mal toplayıp onu sürekli hesaplamak” (104/2-3) ve “tekâsür (çokluk-bolluk-zenginlik) ile övünmek” (102/1-2) bu itibar anlayışının tezahürleridir.

Dini “temsil” ettiğini iddia eden “Hâman” figürünün Yahudilikteki temsilcileri olan “Haham”ları Hz. İsa şöyle eleştirmişti: “Din bilginleri ve Ferisiler, Musa’nın kürsüsünde otururlar. Bu nedenle size söylediklerimin tümünü yerine getirin; ama onların yaptıklarını yapmayın. Çünkü söyledikleri şeyleri, kendileri yapmazlar. Ağır ve taşınması zor yükleri, başkalarının omuzlarına koyarlar da; kendileri, bu yükleri taşımak için parmaklarını bile kıpırdatmazlar. Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar. Örneğin: muskalarını büyük, giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar. Şölenlerde başköşeye; Havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar. Meydanlarda (halkı) selamlamaktan ve insanların kendilerini “Rabbi” diye çağırmalarından zevk alırlar…” (Matta-23. Bölüm). Ne yazık ki, Kilise ve Papazlar, Hahamların içine düşmüş oldukları durumun aynısına kendileri de düşmüştür: “Papazlar: “Haklıyım, çünkü burada (böyle) yazıyor.” diyorlar ve bunu arkadan utanmazca yapılan yorumlar izliyor. Bu yorumları bir filolog duyduğu zaman, öfke ile gülme krizine tutulup kendine tekrar tekrar soruyor: “Bu, mümkün mü? Bu gerçekten yakışık kalır mı? Bu doğrultuda hâlâ Protestan minberlerden ne namussuzluklar yapılıyor. Vaiz, nasıl da kimsenin sözünü kesmemesinin avantajlarını terbiyesizce sürdürüyor. Burada olduğu gibi, İncil, nasıl da oradan buradan kırpılıp, her türlü berbat okuma (tefsir) sanatı ile halka öğretiliyor.”(F. Nietzsche. Tan Kızıllığı. Çev: H. Salihoğlu-Ü. Özdağ. Ankara. 1997. s. 71)

İslam filozofu el-Kindi de, kendi döneminin din adamlarını şöyle eleştirmiştir: “ Saldırgan ve zalim düşman durumunda olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri korumak için elde ettikleri ve çok uzağında bulundukları insani faziletlere sahip olanları aşağılarlar. Amaçları riyaset ve din tacirliğidir. Oysa kendileri, dinden yoksundur. Çünkü bir şeyin ticaretini yapan, onu satar; sattığı şey ise, artık kendinde değildir. Kim din tacirliği yaparsa, onun dini yoktur. Gerçek varlığın hakikatinin bilgisini edinenlere karşı çıkan ve onları “küfür” ile itham edenin, din ile ilişkisi kalmamıştır.” (el-Kindi, Felsefi Risaleler. çev: M. Kaya. İst, 2006, s.142). Ünlü Türk halk bilgesi Nasrettin hoca ise, bu tarz itibar arayışını: “Ye kürküm, ye” deyimi ile kınamıştır. 

Hz. Musa’nın muakkipleri olan İbrani/Yahudi Kralları Davut ve oğlu Süleyman, -kendileri, hikmet verildiği için- Tevrat’tan ve Kur’an’dan takip edebildiğimiz kadarı ile güç ve zenginliklerini doğru kullanmaya gayret etmişlerdir. Hataları da yok değildir. (21/78-82, 38/21-26)

İkinci itibar anlayışının temsilcileri ise Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İsa, Hz. Muhammed ve onların izinden giden Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali… dir. Örneğin: İran’dan gelen bir heyet, Halife Hz. Ömer’i –Sarayda bulabileceklerini sanarak- ağaç gölgesinde uyurken gördüklerinde, şok olmuşlardır. Bu itibar anlayışını, bilge Lokman şöyle ifade eder: “ Yavrum, yapılan iyilik hardal tanesi kadar olsa, bir kayanın için de olsa, göklerde, yerin dibinde de olsa; Allah, onu hesaba katar. Yavrum namazını kıl, iyiliği emret, kötülüğü engelle, başına gelen musibetlere sabret… , insanları küçümseyerek onlardan yüz çevirme, sokaklarda böbürlenerek yürüme, mütevazı ol, eşekler gibi anırarak/bağırarak (yüksek sesle=çünkü içgüdü-kızgınlık-hınç alametidir) konuşma…”(31/16-19).  Hud peygamber de, kavminin birinci tarz “itibar” anlayışını şöyle eleştirmiştir: “Siz, her yüksek tepeye bir anıt yapıp boş şeyler ile eğleniyorsunuz; içinde ebedi olarak yaşayacakmış gibi sağlam kaleler/yapılar/saraylar yapıyorsunuz; (düşmanlarınızı)tutup yakaladığınız zaman, zorbaca yakalıyorsunuz.” (26/128-130). Özetle, Tanrı-Din, nicelik peşinde değil; nitelik (ahlak) peşindedir.

Muaviye’den itibaren İran ve Bizans’ın siyaset ve itibar anlayışı -“Saltanat/Krallık” olarak- Müslümanlara geçmiştir. Bugün de İslam ülkelerindeki yönetimler, Muaviye’nin izinden gitmektedirler. Câbiri’nin teşhis ettiği gibi “Kabile-Ganimet ve Akide” İslam siyasal aklının bin dört yüz yıllık genetik kodu haline gelmiştir. İslam Dünyasında milyonlarca insan acından kıvranırken; müslüman olan Brunei sultanının, kendini altın ile tartması; Suud ve Körfez krallıklarının ve sayın Erdoğan’ın “itibar” anlayışları, bunun göstergeleridir.   

Muhafazakâr İktidardan  “İtibar” Örnekleri

İstanbul’da bir sürü saray, Ankara’da mevcut bir “Köşk” varken; Ankara’da yeni bir “Saray” yapmak, ilk tezahürdü.  Marmaris’e ve Ahlat’a birer saray daha eklemek, bu itibar anlayışının devamı olarak geldi. Saraya 108 metrekare yek-pare Hereke halısı sermek, Sarayın bahçesine kışın donmayı engellemek için alttan elektirikle ısıtılan tropikal ağaçlar dikmek… ve bilumum saray/protokol harcamaları, “itibar” örnekleri olarak kabul edilmektedir. Katardan 450 milyon dolarlık özel uçak satın almak, her biri 3.5 milyon Avroluk, özel çelik zırhlı Mercedes otomobiller almak… yine bu itibar anlayışının tezahürleridir.

Devâsa Havaalanları, Köprüler ve Şehir hastahaneleri yapmak, bir yanıyla bu ihtişam-görkem-dev-âsalık (itibar) anlayışının tezahürüdür Sanayi-Üretim-Yatırım-Teknoloji veya Burjuva sınıfı yaratma ihtimalinin olmadığı bir zeminde (Bunlara geç kalmış bir ülkede) bu yönelim, anlaşılır bir tutumdur. Bu inşaat/rant ekonomisinde “akide/hizmet-kabile ve ganimet” iç içedir. Halka “hizmet” olsun diye –yap, işlet, devret modeli ile- yapılan bu yatırımların “Rantabl=kârlı” olmadıkları -çünkü zararlarını halk vergileri ile ödemektedir-; ancak, siyasi-bürokratik ekip ve müteahhitler için oldukça “rantabl” olduğu görülmektedir.

İletişimin geldiği mevcut aşamada hâlâ “Dev” mitingler düzenlemeye devam etmek, devasa kapalı konferans salonları inşa etmek ve buralarda nutuk atmak, Çamlıca tepesine “Kubbesi miğfer; minareleri süngü; cemaati asker” olduğu düşünülülen devasa Çamlıca camisi ve benzerleri inşa etmek; dünyanın üçüncü büyük eğlence parkı olarak inşa edilen ve geçenlerde elektrik faturalarını ödeyemediği için kapılarını kapatan “Anka-Park”; Antalya’da inşa edilen- ve bugün âtıl durumda olan- dünyanın en büyük “Expo-Fuar”ı; Türkiye veya –en azından- İstanbullular ile konuşmadan, onlara sormadan (istişare etmeden), 4-5 milyon insanı Anadolu’dan koparıp deprem kuşağına, 16 milyonluk İstanbul’a ekleyecek olan devâsâ/Çılgın “Kanal İstanbul” rant projesi…., itibarı, görkem-şatafat olarak görmenin ürünleridir. Bunların yerine, Güney Kore’nin yaptığı gibi, icad çıkarma veya imitasyona dayalı iki üniversite kurup, bunları iki şirkete(Samsung-Hundaı) monta etselerdi, üretim yapmış ve ekonomik gelir elde etmiş olurduk. 

Sonuç

Sonuç olarak, ekonomisi kırılgan, son derece düşük asgari ücretle ve düşük emekli maaşı ile hayata tutunmaya çalışan milyonlarca insanın ve hiç iş bulamayan milyonların yaşadığı bu ülkede, siyasi ve bürokratik elitin, bu tarz bir “itibar” anlayışı, “israf”tır.

İLHAMİ GÜLER / Teorik/Tarihi/Teolojik Çerçeve

Kaynak: Karar Gazetesi

 


Editör: TE Bilisim