Kavuncu ailesinin fertleri, İstanbul Milletvekili Ümit Özdağ ile İyi Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu arasındaki “FETÖ” gerginliğini 27 Mayıs 1960 ihtilaline taşıdı.

27 Mayıs’ta Türk Silahlı Kuvvetleri’nde birlikte görev yapan MHP’nin Kurucu Genel Başkanı Alparslan Türkeş ile Ümit Özdağ’ın babası Muzaffer Özdağ, idamlara karşı çıktıkları için cuntacılar tarafından sürgüne gönderildi.

Alparslan Türkeş Hindistan Yeni Delhi’ye giderken; Muzaffer Özdağ, Japonya’nın başkenti Tokyo’ya sürgün edildi. Ümit Özdağ, babası sürgündeyken 3 Mart 1961’de Tokyo’da dünyaya geldi.

Türkçü kimlikleriyle tanınan iki TSK mensubunun yaşadığı acı gerçekleri çarpıtan Buğra Kavuncu’nun amcası Burhan Kavuncu, sosyal medya üzerinden yeğenini masum göstermek için Ümit Özdağ’a saldırırken, Muzaffer Özdağ’ın yanı sıra Alparslan Türkeş’e de hakaret etti.

12 Eylül döneminde Mamak Askeri Cezaevi’nde Alparslan Türkeş’e karşı Muhsin Yazıcıoğlu’nun isyanında başrol oynayan, hazırladığı metni ülkücülere dağıtıp BBP’in daha o yıllarda ayak sesi olan Burhan Kavuncu’nun daha sonra İran gizli servisiyle de bağlantılı olduğu mahkeme kayıtlarına yansıdı.

Kavuncu ailesinin her ferdinin başka bir ülke gizli servisiyle bağlantısı dile getirilirken Burhan Kavuncu, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nu Türkeş’e karşı isyan ettiren isim olarak ülkücü camianın not defterindeki yerini aldı.

Şu anda MHP Genel Başkan Yardımcısı olan Yaşar Yıldırım’ın BBP kurulurken söylediği, “MHP’de bir gün daha kalsaydım dinimden olacaktım” sözünün arkasında Burhan Kavuncu’nun ülkücü camiaya soktuğu fitne olduğu daha sonraki yıllarda net biçimde ortaya çıktı.

Alparslan Türkeş cezaevinden tahliye olduktan sonra Türk Ocakları’nda vermek istediği konferans da Buğra Kavuncu’nun babası Orhan Kavuncu tarafından “Uygun değil” diyerek kabul edilmedi.

Buğra Kavuncu’nun FETÖ’den tutuklu olan dayısı ve iş ortağı Enver Altaylı’nın da Almanya’da görüşmek istediği Alparslan Türkeş’ten veto yediği, Başbuğ’un “Yanıma yaklaştırmayın” dediği ülkücü camia içinde bilinen bir gerçek. Kavuncu ailesinin Türkeş düşmanlığını bilmek için, Burhan Kavuncu’nun 13 Mayıs 2012’de Yeni Şafak Gazetesi’ne verdiği röportajı okumak yeterli.

İşte Burhan Kavuncu’nun Türkeş’e ve ülkücü harekete hakaretler sıraladığı o röportaj:

Burhan Kavuncu, 12 Eylül öncesinde ülkücü hareketin önde gelen isimlerindendi. Yaşadıkları sağ sol çatışmalarının güçlendirdiği manevi duyguların etkisiyle “İslamcı” bir çizgiye kayan Kavuncu, Türkeş’le aralarında geçen 9 Işık diyaloğundan, Sezai Karakoç’tan nasıl beslendiklerine kadar yaşadığı pek çok şeyi ilk kez Yeni Şafak’a anlattı. Burhan Kavuncu’yla samimi sohbetimizde eşi yazar Yıldız Ramazanoğlu ile tanışmalarını ve birbirlerini etkiledikleri noktaları da konuştuk.

1980 öncesi sağ sol kavgası yoğun biçimde yaşandı, iki taraftan da çok kan aktı. Hiç kullanıldığınızı düşündünüz mü?

Kullanılmak kelimesi rahatsız edici. Bugün baktığımda yanlış bir süreç olduğunu, gençliğin farklı eğilimlerinin çatışmasının yanlış olduğunu düşünüyorum ama o gün bunu göremiyordum. Aslında 1976’da Ülkü Ocakları olarak karşımızdaki insanların da bizim kadar vatansever olduklarını ve kötülük olsun diye solculuk yapmadıklarını düşünmüşüz demek ki, ‘Solu fikir mücadelesine çağırıyoruz’ diye bir kampanya başlattık. ‘Eller silah değil kalem tutmalı’ diye çağrıda bulunduk ve solcuları fikir mücadelesine çağırdık. Hürriyet, ‘Ülkücü gençlik silahları bırakma çağrısı yapıyor’ diye manşetten verdi. Çünkü hepimiz silahlıydık. Maalesef sol gençlik aynı anlayışı göstermedi. ‘Faşistlerin elini tutmayız’ dediler. Olaylar tırmandı. Buna mezhep çatışmaları da eklendi.

İki kesimin birbirini vatan haini olarak görmesi için bir yönlendirme var mıydı?

Solcuları Sovyetler’in sıcak denizlere inme idealinin uzantısı olarak görüyorduk. Onlar da bizi Amerikancı, düzenin bekçisi ve sermayenin uşağı olarak görüyorlardı. Bunun rejim tarafından, özellikle de Maraş, Çorum gibi olaylarda, 12 Eylül darbesine zemin hazırlamak için özel olarak kışkırtıldığını, ajanlar vasıtasıyla da gerilimin tırmandırıldığını düşünüyorum. Ankara Site Yurdu’nun girişinde bir kara tahtamız vardı. Öldürülen arkadaşlarımızın ismini tek tek yazıyorduk. Sonradan bu moral bozukluğuna yol açınca kaldırdık. Yaklaşık 5 bin ülkücü, bir o kadar da solcu ölmüştür. Acı olaylardı.

AHİRET DUYGUSU İSLAMA YÖNLENDİRDİ

Nasıl bir psikoloji içindeydiniz?

O ortamda ülkücü gençlik içinde İslami eğilimler güçlenmişti. Çünkü ya hapishanede ya da mezarlıktaydık. İslam’a yönelişimizin hikayesi bu aslında. Uğruna ölmeye değecek ebedi gerçeklikler olması lazımdı. 9 Işık kara toprağın altına girmeye, müebbet almaya değecek bir dava olarak görünmüyordu.

Dönüşümünüz hapishanede oldu galiba… Hayır. Yoğun ölüm olaylarıyla ortaya çıkan ahiret duygusu vardı ve milliyetçilik bu duyguyu beslemekte yetersiz kalıyordu. 1977’de Sezai Karakoç’u keşfettik. Ülkücü yayınlarda Diriliş kavramı kullanılmaya başlandı. Hatta ‘Çağrımız İslam’da dirilişedir’ diye resmi bir sloganımız vardı. Ülkü Ocakları, Diriliş Yayınları’nı ülkücü yayın olarak kabul etti. Çok beslendik Sezai Karakoç’tan. Ülkü Ocakları Genel Merkezi’ndeki masa üzerinde sergilenen ülkücü yayınlar arasına Diriliş’i de koyuyorduk. Tabii tutarsızlıklarımız vardı, mesela Diriliş Neslinin Amentüsü’nü koymuyorduk.

Yüce Türk milleti ve asil çocuklarına Yüce Türk milleti ve asil çocuklarına

Neden?

Üstad’ın sıraladığı Diriliş Nesli’nin özellikleri arasında milliyetçilik değil ümmetçilik vardı. Bu nedenle bu kitabı koymadık ama hemen hemen tüm kitapları vardı. Şiirlerini zaten ezberliyorduk.

SEZAİ KARAKOÇ’TAN ÇOK BESLENDİK

Sezai Karakoç biliyor muydu bu durumu?

Haberi yoktu. Sezai Bey’le ilişkimiz gönülden ve tek taraflı bir ilişkiydi. Sonradan, 1979’da Lütfü Şehsuvaroğlu’yla birlikte ziyaretine gittik. ‘Efendim bizi irşad ettiniz. Teşekkür etmeye geldik’ diye. Şaşırdı. Böyle bir şeyi hiç duymamıştı, beklemiyordu. ‘Ben hiçbir gençlik grubuna angaje değilim’ gibi şeyler söyledi. Onu angaje etmeye çalıştığımızı düşündü herhalde.

Cezaevinde şartlar nasıldı?

Cezaevine 1982’de girdim 1985’te çıktım. Türkiye’de işkence açısından birinci sırada Diyarbakır Cezaevi, ikinci sırada Mamak vardı. Fiziki ve askeri eğitimler, Atatürkçülük eğitimi işkence aracı olarak kullanılıyordu. 24 saatimiz askeri baskı altında geçiyordu. Askeri personel kabul ediliyorduk, rütbemiz de ‘eraltı’ydı. Erlere ‘komutanım’ diyorduk. Onlar da bize ‘lan’ diyordu. Solcularla aynı koğuşlarda kalıyorduk. Aramızdaki çatışmalarımız, kavgalarımız ise çok uzun hikaye…

Kendinizi ne zaman ‘İslamcı’ olarak nitelemeye başladınız?

1984’te deklare etmiş oldum. MHP ideolojisini 1978’den itibaren onaylamamaya başladım ama ülkücü kavramını cezaevine kadar kullanmaya devam ettim. Cezaevine, ülkücülüğün artık benim için bir şey ifade etmediğini arkadaşlarıma söyleyerek girdim. Hareket yargılandığı için fikirlerimi cezaevinden çıktıktan sonra deklare etmeyi düşünüyordum ama şartlar öyle gelişmedi. Bir takım tartışmalar neticesinde ayrışmak zorunda kaldık. Milliyetçilik ve devleti eleştirdiğimiz için bize cezaevinde iki kat baskı yapılıyordu. Hüseyin Kurumahmutoğlu döve döve öldürüldü.

12 EYLÜL İSLAMİZASYON PROJESİ DEĞİL

Sezai Karakoç dışında kimlerden etkilendiniz?

Seyyid Kutup bizi çok etkiledi. Ülkücüyken çok sıcak bakmamıştık ama cezaevi sürecinde İmam Humeyni, Mutahhari, Ali Şeriati gibi isimlerin eserleri gündemimize geldi. İran’daki devrim de MHP’den ayrıldığımız süreçte düşüncelerimizi etkiledi. 12 Eylül’ün mimarları 32 yıl sonra yargılanıyor. Başta CHP, sol ve Kemalist kesimler, İslamcıların 12 Eylül ürünü olduğunu ve bu yargılamanın göstermelik olduğunu savunuyor. 12 Eylül’de siyasetin içindeydiniz. Bu argümanda haklılık payı var mı? 12 Eylül davasını önemsiyorum. İlk defa darbecilerin yargılanması söz konusu oldu. Katkısı olanları kutluyorum. Ben de müdahil olmak için başvurdum. 12 Eylül’de İslamizasyon politikası vardı demek abartılı bir yaklaşım. 12 Eylül’ü gün gün yaşadım. 12 Eylülcülerin ne kadar köklü İslam düşmanı olduklarını biliyorum. Onlar halk düşmanıdır, halkın dininin de düşmanıdır. Gelir gelmez yaptıkları başörtüsünü yasaklamak oldu. Kenan Evren başörtüsü aleyhine konuşmalar yaptı. Fakat soğuk savaşın bittiği, liberalizmin ideolojiler karşısında galip geldiği bir dönemdi. Dolayısıyla dünyada muhalif olarak İslami akımlar kaldı. Amerika ‘radikal İslam’a karşı ‘ılımlı İslam’ı desteklemek için ‘Yeşil Kuşak’ projesini geliştirdi. Özal’dan sonra kısmi olarak buna yönelme oldu. Onlar için radikal ya da ılımlı değil, kullanılabilir olmanız önemli.

PKK İLE ÇATIŞMA ORTAMI YANLIŞTI

İslamcıların partileşmesine karşıydınız, şimdi nasıl bakıyorsunuz?

Sosyal hayatta kendimizi ifade edecek araçları kullanabiliriz; ben eskiden de bunu reddetmedim. Yanlış anlaşılan siyasi alanda hak ve batılı karıştırmama ilkesi. Bir Müslüman, söylemlerinde ve tavırlarında batılı onaylayamaz. Eğer dayatılıyorsa da ben bu siyaseti yapmam. Türkiye’de laik despotizm bana batılı onaylayarak siyaset yapmayı şart koşuyor. Ben böyle bir siyaseti kabul etmiyorum. Müslümanlar reel politik olarak şartlar dayattığı için kabul ediyor, ama sistem kendi araçlarını kullananları zamanla içinde absorbe edebiliyor. Son seçimde ilk defa oy kullandım, ben de reel politik yaklaştım ve Ergenekon davalarının, Kürt açılımının devamı için AK Parti’ye oy verdim.

Geriye baktığınızda neleri yanlış buluyorsunuz?

Siyasi olaylarda yanlış tercihlerimiz olabilir. Bunları temel değil ama taktik hatalar olarak görüyorum. Güneydoğu’da PKK’dan kaynaklanan, Müslümanlarla ilişkili sorunlar oldu ve rejim bunu kullandı. Müslümanları PKK ile çatıştırarak iktidarını sürdürme yöntemi uyguladı. Maalesef burada bazı Müslümanlar çatışma ortamına sürüklendiler. Biz de Yeryüzü dergisinde Müslümanların müdafaa haklarını kullandıkları düşüncesiyle çatışma ortamını destekleyen bir yayın yaptık. Bugün baktığımda işin içinde başka şeyler olduğunu görüyorum; bir de bu şiddeti üreten bir kültürdeki arızaları görmeye çalışıyorum. Daha doğrusu dünyadaki ‘cihadi’ hareketlerin totaliter yapıları ve gelecek vizyonundaki sığlıkların sebep olduğu olaylar, hala içimizi acıtan meseleler. Ciddi bir özeleştiriye ihtiyaç duyuyorum.

TÜRKEŞ’E DE SORSAK 9 IŞIK’I SAYAMAZDI!

Ülkücü çevrelerle nasıl tanıştınız?

Aslen Türkistanlıyım. Annem babam Özbekistan’dan göç etmişler. Haliyle Türkistan’ın kurtuluşu, bağımsızlığı söylemleri arasında büyüdüm. Bu durum daha çocukluk çağlarımızda bizde Turancı düşüncenin oluşmasına sebep oldu. Alparslan Türkeş’i ‘Türkistan’ı kurtaracak biri’ diye düşündüğümüzden ülkücü olduk. İlkokul 5. sınıftan itibaren kendimi ‘Türkeşçi’ buldum. Türkistan ilgim halen devam ediyor.

Türkeş’in sizden ülkücülüğün temel ilkeleri olan 9 Işık’ı saymanızı istediğini, sizinse sadece 5’ini sayabildiğinizi ve Türkeş’in çok kızdığı söylenir. Tam olarak yaşananlar nelerdi?

1979’da Nizam-ı Alem dergisini çıkarıyorduk. Ağırlıklı olarak ülkücü ancak İslami bir bakış ve dil kullanan bir dergiydi. MHP’nin 1970 öncesine dayanan kadroları, ülkücü gençliğin İslami eğilimlerinden rahatsız oluyorlardı. Nizam-ı Alem’i kapatmaya karar vermişler. Türkeş Nizam-ı Alem yöneticilerini, Ülkü Ocakları’nın yöneticilerini ve Kemal Zeybek’i (o zaman Ülkücü Gençlik kuruluşlarından sorumluydu) çağırdı. ‘Siz nasıl ülkücüsünüz? Çıkardığınız gazetelerde, dergilerde 9 Işık yok’ diye kükredi. Sonra Zeybek’e ‘Kemal bunlar ülkücü mü? Selametçi ağzıyla, komünist ağzıyla yazıyorlar’ diye bağırdı çağırdı. Bana döndü ‘Say 9 Işık’ı’ dedi. Hazır ol vaziyette saydım. Sayamama durumu yok (gülüyor). Komik şey zaten. Başbuğumuza say desek sayabilir miydi o da şüpheli!

Selametçi ağzını anladık ama ‘komünist ağzı’ ile yazdığınız eleştirileri neden?

Bugün için sosyalist sayılabilecek düşüncelerimiz de vardı. MHP’li bir bakan ‘İşçiler, patronların veremeyeceği kadar istemesinler’ demişti. Biz ‘MHP’li bir bakan bunu diyemez. Çünkü 9 Işık’ta toplumculuk da var’ demiştik. MHP’yi 9 Işık’tan taviz veriyor diye eleştiriyorduk. MHP’li bakanlar özelleştirmeyi savunuyorlardı. Bunu eleştirmemiz komünistlerin etkisinde kaldığımız şeklinde değerlendiriliyordu. Mümtazer Türköne de bizim dergilerde çalışıyordu. Türkeş, ona da Selametçi, komünist ağzıyla yazıyorsunuz demiş. 15 yıl sonra Muhsin Yazıcıoğlu’na da aynı şeyleri hemen hemen aynı kelimelerle ifade etti. Özetle bize ‘Ülkücülüğü değiştiremezsiniz. Beğenmiyorsanız gidersiniz’ dedi.

Siz ne yaptınız?

‘Bu işe kanımızı, canımızı verdik. Türkeş’in 9 Işık’ı yazmış olduğu kadar bizim de kan hakkımız var. Gitmiyoruz. Müslümanız, 9 Işık’ı da beğenmiyorum, zaten kendileri de takmıyor’ dedim. Aramızda yaptığımız görüşmede 3 farklı sonuç çıktı. Kemal Abi ‘Bir sayı daha çıkartalım. Baştan aşağı 9 Işık olsun’ dedi. Lütfi Şehsuvaroğlu ‘Aynı çizgiyle devam edelim’ dedi. Ben de ‘Çıkarmayalım dergiyi. Zaten parti kapatmaya karar vermiş’ dedim. Sonra cezaevine düştüm.

Cezaevine düşme sebebiniz ne oldu?

Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcılığı’ndan önce okul başkanlığı yapmıştım. Solcular her olayda benim adımı veriyorlardı. Bir yerde kavga çıkmış, bir solcu yaralanmış o da benim adımı vermiş. Maksat beni tutuklatıp pasifize etmek. Haberim bile yoktu o olaydan. Tutuklayıp Mamak Cezaevi’ne getirdiler.

TOPLUMUN VİCDANI OLMA KONUSUNDA GERİ KALDIK

1990’lı yılların başında çıkardığınız Yeryüzü dergisinde o günkü tartışmalar olan cuma namazı kılmama ve mezhebi tartışmalardan çok işkence, insan hakları, işçi hakları, kontrgerilla, İslami hareketlerin sorunlarına değiniyordunuz. O döneme göre geniş bir vizyonla yayıncılık yapmışsınız… Sosyal bir pratik içinden geliyoruz. Halkın duyarlılıklarını görmüş ve bu tartışmaları yaşamışız. Hayatın içinden meselelere cevap vermezseniz hayatın gerisinde kalırsınız. Bugün özellikle Türkiye’deki İslami hareketin böyle bir sorunu olduğunu düşünüyorum.

Bir ülkücünün asla gündemine gelmeyecek Kürt sorunu da gündeminizin ana konusu olmuştu. Bu ilgi nasıl başladı?

Türkiye’nin temel sorunlarından biri Kürt meselesi. Bu konuyu aramızda çok tartıştık. Fakat yayın politikasını oluştururken zorlandık. Müslümanlar her ne kadar ümmetçiyiz deseler de bu meseleye kavmi etkilerden arınamadan bakamıyorlar. Bize “Geçmişte Türkçülük yaptığınız için günah çıkarıyorsunuz” diyenler vardı. “Türkçüydünüz, şimdi de Kürtçülüğe kaydınız” diyenler oldu.

İslamcıların Kürt meselesine bakışlarında bir problem olduğunu düşünüyor musunuz?

Sadece Kürt sorunu değil, toplumun vicdanı olma konusunda, toplumsal meselelerde, hak ihlalleri konusunda geri kaldık. Her peygamber gönderilmiş olduğu toplumun vicdanıydı. O toplumun en fazla sıkıntı duyduğu olaya çözüm üretir ve ilahi iradenin o konuya seslenişini insanlara ulaştırırdı. Yaşadığımız ülkede bir halka zulüm yapıldığını gördük. Başbakan öncü ve ilerici bir dil kullanıyor. ‘İnkar politikasını kaldırdık’ dedi. Bu önemli bir adımdır. ‘Asimilasyonla da mücadele ediyoruz’ dedi. Biz asimilasyona karşı çıkmak için Yeryüzü dergisine aramızda Kürtçe bilen olmadığı için Kürtçe şiirler koyuyorduk. Her sayımız dava konusu oldu. ‘Kürdistan’ kelimesini kullanıyorduk. Hem okuyucularımızdan, hem İslami camiadan, hem devletten tepki alıyorduk. ‘Kürdistan’ kelimesi bin senedir kullanılıyor, biz de kullandık.

YILDIZ HANIMLA BİRBİRİMİZİ ETKİLİYORUZ

90’lardaki İslamcılık tanımlanırken ‘radikal İslamcı’ olarak anılıyordunuz. Hala aynı noktada mısınız?

Radikal tanımlamasına nasıl yaklaşıyorsunuz? İslamcı kelimesi bize ait bir kavram değil. Batı kökenli tanımlamalar bunlar. Müslüman kelimesi kastedilenlerin hepsini kapsıyor. Ama dışarıdakiler bizi böyle görüyorsa ‘bu değiliz’ diye ispatlama çabasına girmeyi de gereksiz görüyorum.

Bunca olay içinde Yıldız Ramazanoğlu ile evliliğiniz nasıl gerçekleşti?

O da Ülkü Ocakları Kızlar Masa’sında çalışıyordu. Genel merkezde tanıştık.

Yıldız hanım edebiyatçı kişiliği ile öne çıkan bir isim. Ancak aktivist tarafı da var. Duyarlı olduğunuz alanların çatıştığı oluyor mu?

Az ama elbette var. Bazı konularda farklı dozlarda önem verdiğimiz noktalar oluyor. Çok ciddi çatışmalarımız olmadı ama mesela Yıldız hanım da feminizmi kabul etmiyor, onaylamıyor ama benim kadar net ve tepkili değil. (gülüyor)

Kim kimi etkiliyor?

Birbirimizi etkiliyoruz tabii. Yaşadığımız toplumun vicdanı olmaya ikimiz de çok önem veriyoruz. Müslüman olarak bizim için bu önemli. Adaletin, merhametin sesi ve sözcüsü olmayı temel ölçü olarak kabul ediyoruz. Emek konusunun çok daha önemsenmesi gerektiğine inanıyoruz.

Müsait bir ortam olduğunda yazmayı düşünüyorum. Konuşulması ve hatırlanması gereken çok şey var. Bunların sonraki nesillere doğru bir şekilde aktarılması lazım.

Kaynak: ciddigazete

Editör: TE Bilisim