Son yıllarda Türk – ABD ilişkileri oldukça gergin seyretmektedir… Bir vakitler BOP’un eş başkanıydık… Sahi BOP neydi de biz eş başkanıydık? Şimdilik BOP’a sonra dönelim… Basra Körfezi’nden Doğu Akdeniz’e uzanan bir enerji koridoru, bu bağlamda Irak’ın Kuzeyi, Fırat’ın Doğusu, Suriye, Doğu Akdeniz, İran, Rezzap, Halkbank, Rahip Brunson derken dananın kuyruğu S-400 ve F-35 ile koptu… Yok yok merak etmeyin henüz kopan bir şey yok… Ama halatın da iyice inceldiği kesin!...

Uluslararası ilişkilerde uluslar ve devletler birbirilerine sevdalanmazlar, âşık olmazlar… Uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkar vardır… Çıkarlar devam ettiği sürece ilişkiler de iyi gider, çıkarlar daha yoğun ise de müttefik olurlar… Çıkarlar çatışınca da ilişkiler bozulur, daha da ötesi kavga, çatışma başlar… Bu bu kadar basittir… Ancak bu konu Türkiye olunca bu kadar basit değildir… Çünkü Türkiye devleti uluslararası ilişkilere hep duygusal ve platonik takılır… Türkiye; devletlere ve milletlere, sevdalanır, âşık olur… İlişkiler bozulunca da ardından terkedilmiş bir âşık gibi bunalıma, depresyona girer… 

Bu yazımda bu platonik aşka tarihi bir örnek vermek istiyorum: Osmanlı – Almanya ilişkilerine… Sonra da günümüze gelip bir başka yazımla (Müttefik (2) )Türk –ABD ilişkilerini anlatmak istiyorum…

Osmanlının Almanya ile olan ilişkileri ise Prusya ile başlar… Ancak peşin söyleyeyim, tarih bende hep uzun olur…

Prusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin başlangıcının sebebi, Osmanlı İmparatorluğu’na göre 19’uncu yüzyılın sonunda Prusya dışındaki diğer bütün büyük devletlerin Osmanlı‘ya karşı düşmanca bir politika izlemeleridir… Osmanlı İmparatorluğuna göre kendilerine karşı en büyük tehlike İngiltere ve Rusya’dan gelmektedir…

Osmanlı İmparatorluğunun niyeti Prusya’nın yardımı ile kendi askeri gücünü geliştirmektir.[1]   Ayrıca Sultan Hamit Prusya’nın askeri gücüne, gelişme seviyesine ve devletin otoriter yapısına hayranlık duymakta ve toprağını muhafaza için en iyi yolun Prusya ile iş birliğinde olduğuna inanmaktadır.[2]  Politik, ekonomik ve askeri olarak çöküşte olan Osmanlı İmparatorluğu Prusya’nın yardımına muhtaçtır.

Prusya’nın ise bu iş birliğinden çok daha farklı niyetleri vardır. Prusyalılar kendi araştırmalarında Mezopotamya’da petrol yatakları olduğunu keşfetmişlerdir. 1871’de birliğini henüz yeni sağlamış Almanya’nın hem yeni pazarlara ve hem de hammadde ve petrol kaynaklarına ihtiyacı vardır. İngiltere ve Fransa ile dünyayı paylaşım yarışında geç kalan Almanya için Anadolu, Suriye ve Mezopotamya Almanya’nın ‘'Hindistan'’ı olabilir. Ayrıca Almanya’nın kolonilerini koruyacak yeterli bir deniz gücü de yoktur. Bundan dolayı Almanya ‘’koloni’’ elde etmek için başka bir yöntem bulur: Almanya; Osmanlı İmparatorluğu, Çin ve Rusya gibi gelişmemiş ülkelerle ticarete yönelir.[3]

Alman şövenistler ise Alman halkının Ukrayna’ya, Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya yerleştirilmelerini isterler… Daha 1848 yılında Alman ekonomist Ruscher Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra Prusya’nın miras olarak Anadolu’yu alacağını düşünür.[4] 1897 yılında, Türkler tarafından çok sevilen ve Türkleri çok seven General von der Goltz ise Türklerin İstanbul’u terk ederek Anadolu ve Mezopotamya’ya sürülmelerini ve Alman yönetimi altında buraları reforma tabi tutmaları gerektiği teklifini yapar.[5] ‘'Alman Birliği'’ örgütü ise kurulduğu 1890 yılından itibaren Alman halkının Anadolu’ya yerleştirilmeleri ve Anadolu’nun Almanya’nın bir kolonisi olması gerektiği propagandasını yapar.. ‘'Alman Birliği'’nin başkanı Prof. Hasse’nin yayınladığı bir broşürün adı da ‘'Osmanlı mirasında Alman hakları’'dır… Onun fikrine göre İngiltere’nin Hindistan’a yaptığı gibi Alman bilimi Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman toprağı haline getirebilir.[6]

1886 yılında Dr. Aliys Sprenger, Anadolu’nun diğer devletler tarafından istila edilmeyen yegâne bir yer olduğunu söyler… Eğer Almanlar burayı Ruslardan önce ele geçirebilirlerse dünyanın en iyi parçasını almış olurlar. Pancermenist Dr. K. W. Stettin’e göre ise Almanya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu birleşerek tek bir imparatorluk teşkil etmelidir. Elbe ağzından Fırat ağzına kadar uzanan böyle bir imparatorluk yüksek ve soylu bir ulusa layıktır.[7] Böyle bir imparatorluğun Alman yönetimi altında olacağından da hiç şüphe yoktur tabii ki.

Yeni Alman politikası İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı yönlendirilmiştir. İngiltere Süveyş kanalını işletmeye açtıktan sonra Almanya, Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa ile rekabet edebilmek ve buraya ulaşabilmek amacıyla Berlin - Bağdat demiryolunu inşa etmek ister. Türkler bu yatırım sayesinde ülkelerinin kalkınacağını umut ederken, Almanya ise bu hattan nasıl istifade edebileceği hesabını yapar.[8] Berlin–Bağdat hattı doğuda İslam ülkelerine kadar ulaşabilir. Osmanlı İmparatorluğunu resmi bir ziyaretinde Wilhelm II, 1898’de Suriye’de Almanya’nın bütün Müslümanların koruyucusu olduğunu ilan eder.[9] Almanya’nın amacı Müslümanları kullanarak İngilizlerle mücadele edebilmektir.

Sonuçta değişik niyetlerle de olsa her iki ülke birbirine muhtaçtır. Bu çerçevede ilk Alman askeri delegasyonu 1883 yılında Osmanlı İmparatorluğuna gelir. (Sultan Selim III zamanında Prusyalı Albay von Götz bir Türk topçu birliğini ziyaret eder. Yüzbaşı von Moltke ve Teğmen von Bery 1835 yılında Osmanlı’yı ziyaret eden ilk Alman subaylarıdır.)

Osmanlı ordusunu eğitmek için Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar birçok Alman subayı ve askeri delegasyonu Osmanlı İmparatorluğu’na gelir. Gelen bu Alman subaylar ve askeri heyetler zaman içerisinde politik görevler de alarak Osmanlı ordusunun en önemli mevkilerini işgal ederler. Bu şekilde Osmanlı Ordusu Almanya’ya bağımlı hale gelir.[10] Osmanlı Ordusunda Alman hayranı olan birçok subay vardır. Enver Paşa da bunların arasındadır… Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranıdır. Sadece subaylar değil, özellikle birçok Osmanlı entelektüeli de aşırı bir Alman yanlısıdır. PanTürkist Yusuf Akçura, Almanya’nın gelecekte Asya’nın kültürünü pozitif olarak değiştirebileceğine inanır.[11]

Daha sonra, İstiklal Marşımızın şairi olacak olan Mehmet Akif’in şu dizeleri kaleme almış olması, ne durumda olduğumuzun en güzel göstergesidir:

‘’Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın,
O halde fikir ile vicdana sahip insan;
Bilir misin ki, senin şarka meyleden nazarın
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların’’

Bu ikili ilişkilerde Almanya tamamen rasyonel hareket eder. İstanbul’daki ABD Büyükelçisi Morgenthau, Enver Paşa ile bir konuşmasını şöyle aktarıyor; Enver Paşa der ki: ‘’Türkler ve Almanlar birbirlerini ihmal edemezler. Biz çıkarımız olduğu sürece sizinle beraber olacağız. Sizler çıkarınız olduğu sürece bizlere destek olacaksınız.’’[12] Enver Paşa bu düşüncesine rağmen rasyonel hareket edemez ve düşüncesizce Almanlara teslim olur…

Alman subaylar Osmanlı Ordusunu eğitirken aynı zamanda 14 Türk subayı da Berlin’e Prusya ordusuna eğitime gönderilir[13] Osmanlı’daki Alman subaylarının görevleri politik olmasına rağmen (Türkleri Alman hayranı yapmak, Alman silahı satmak ve Sultan’ı ve hükümeti Alman safında tutmak gibi[14]) Osmanlı Almanya’da eğitilen bu subaylarından faydalanamaz. Sultan Abdülhamit II hatıratında bu subaylardan memnun olmadığını yazar… Sultan Abdülhamit’e göre genç Türk subayları Almanya’da kendi özelliklerini, erdemlerini ve niteliklerini kaybetmişlerdir. Onlar Almanya’da Prusya’lı amirlerinin kendilerini yetiştirmek için gayretlerine rağmen alkol içmeyi ve ahlaksız şeyleri öğrenmişlerdir. Bu subaylar yurda dönüşlerinde çok kaba ve kendilerinden daha tecrübeli amirlerine ve arkadaşlarına karşı saygısız davranıyorlardır.[15] (Ne garip bir tesadüftür ki aradan bir yüz yıl geçiyor, bu sefer ben Alman Harp Akademisinde iki yıl öğrenim görüyorum…)

Bu askerî ilişkilerin yanında Osmanlı İmparatorluğu ile Lübeck, Bremen ve Hamburg şehirleri arasında 1839 yılında, Prusya ile de 1840 yılında ticaret anlaşmaları yapılır.[16] Bu anlaşmaları müteakiben Osmanlı dış ticaretinde Prusya-Alman payı giderek artarak 1880 yılında %18 olan bu pay 1909 yılında %42’ye yükselir. 25 yıl içerisinde merkezi Avrupa (Almanya- Avusturya) Osmanlı pazarına hükmeder hale gelir.[17]

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı İmparatorluğu ekonomik ve askerî olarak tamamen Almanya’nın etkisi altındadır… Bir darbe ile işbaşına gelen İttihat ve Terakki komitesi de tamamen Alman hayranıdır. 1913 yılında İstanbul’a gelen Alman askerî eğitim delegasyonu Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda tamamen bir ‘'komuta heyeti'’ haline dönüşür.[18] Almanlar Türk harp yönetimini tamamen ellerinde tuttuklarına inanırlar. Gerçekten de Osmanlı Savunma Bakanlığı’ndaki, Genelkurmay’daki, ordu, kolordu ve tümenlerdeki bütün önemli mevkiler Alman subaylarının ellerindedir.[19]

Osmanlı üzerindeki Alman baskısı ve Alman etkisi ile Osmanlı yönetimindeki bir kısmın savaş arzusu Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasındaki en önemli etkenlerdir. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı’nın harekât planları Almanlar tarafından yapılır. Kafkasya’da Ruslara karşı taarruz harekâtı, Mısır’da İngilizlere karşı taarruz harekâtı ve müteakiben Mezopotamya’da İngilizlere karşı savunma harekâtı (ki burada Berlin-Bağdat demiryolu hattı ve Alman çıkarları vardır) tamamen Almanların politik arzularını karşılamaya yöneliktir. Ayrıca Osmanlının savaşa girmesi Doğu cephesinde yaklaşık 80 000 kişilik Rus askerini Kafkas cephesine bağlayarak, 100 000 İngiliz askerini ise Mısır’da kanalda tutarak Almanlara Avrupa cephesinde büyük bir rahatlama sağlar.[20]

Bu savaşta Rusların kazanıp kazanamaması Almanlar için hiç önemli değildir. Daha çok öncelerden Bismark’ın fikrine göre Ruslar Balkanlar ve İstanbul’u fethetmeden önce tükeneceklerdir. Böylece de Almanya Avrupa’da rahat edecektir.[21] 

Gelelim gerçeklerle yüzleşmeye...

Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırırlar. Bu haberi Maliye Nazırı Cavit Bey ilk kez olarak, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildirir. Tam bir sürprizle karşılaşır. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletler’i İstanbul'a saldırırlarsa, Osmanlıyı savunamayacaklarını anlatmaktadır. En sonunda; ''Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz'' der. Henüz bu konuşmanın sedası bu hoş kubbede kaybolmamıştır.

Her iki devlet, özellikle Almanlar savaşta müttefik olmalarına rağmen kendi çıkarlarını takip ederler… Buna bir örnek; Rusların savaştan çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun dağılmasından sonra Kafkasya’da Türk ve Alman çıkarları çatışmaya başlar. Osmanlı’nın açık hedefi Tiflis-Bakü iken, Almanlarınki ise Bakü’deki petrol yataklarıdır... Bunun üzerine Almanya Kırım’da bulunan bir tümenini Kafkasya’ya kaydırır… Karşılıklı harekât sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı muharebeler cereyan eder… Türk durum haritalarında Alman birlikleri düşman olarak gösterilir.[22] Türklerin Bakü‘yü talepleri üzerine Alman General Ludendorf şöyle der; ‘’Bu çapulcu Türklerin istekleri de çok fazla oluyor.’’[23]

Türk kaynaklarında böyle bir çatışmadan pek bahsedilmez… Ancak adı geçen Alman kaynağı bu kanlı çatışmadan detaylıca bahseder… Türk kaynaklardan ise sadece kendisi de tarihçi bir asker olan Zekeriya Türkmen ve Elmas Çelik’in beraber hazırladıkları  ‘’Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi Hatıraları’’ (Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayını, 2007) kitabı bu çatışmadan bahseder.  I. Dünya Savaşı tarihimizin az bilinen bu çatışma ağırlıklı olarak yabancı kaynaklarda yer alır. Osmanlı kaynaklarında bu çatışmanın yer almamasının nedeni olarak 2 Haziran 1918 tarihinde Osmanlı Genelkurmayından Birinci Kafkas Kolordusu’na gönderilen telgrafta Almanlar ile girilecek olası çatışmanın kayıtlara geçirilmemesi emri olduğu söylenebilir.

(Burada şu notu da düşmek istiyorum ki, bu yazım Almanya’da Alman Harp Akademisinde öğrenim sonunda Alman Harp Akademisine sunduğum bitirme tezimim küçük bir kısmıdır. Almanya dönüşümde bu tezimi Türkçeye tercüme ederek Silahlı Kuvvetler Dergisinde yayınlatmak istedim…  Ancak yazım Almanları eleştirdiği için yayınlanmadı. Hâlbuki söylediğim gibi bu yazımı ben tez olarak bizzat Alman Harp Akademisine sunmuştum… Ve bu tezimden sonra Almanlar beni el üstünde tutmuşlardı… Değişen ne?)

İsmet İnönü anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler'' ibaresini kullanır. Doğan Avcıoğlu da, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” der.

Bu safhadaki Türk Alman ilişkilerinde gerçek Alman kültürü, Kant, Schiller, Hegel ve Feuerbach gibi gerçek Alman edebiyatı klasiklerinin temsilcileri, gerçek Alman bilimi ve tekniğinin hiçbirisi Osmanlı’ya gelmez.[24]

Bu anlattıklarım geçen yüzyıla aitti… Gelelim yaklaşık yüz yıl sonrasına; 1990’lara..

1989 sonrasında dünyada büyük değişiklikler yaşanır. Her şeyden önce Alman birliği gerçekleştirilerek Almanya yeniden birleşir, Sovyetler Birliği dağılır, Eski Yuygoslavya’da bir iç savaş yaşanılır. Avrupa Ekonomik topluluğu yapı değiştirerek politik bir birlik haline dönüşür. Basında çok sayıda uzmanlarca her şeyin değiştiği yorumları yapılır.[25] İngiliz filozof Arnold Toynbee’nin daha 1940’lı yıllarda öngördüğü gibi dünyanın ideolojik ayırımı sona erer ve onun yerine birçok başka ayırımlar ve problemler su üzerine çıkar.

Uzun zaman Avrupa’nın ekonomik gücü olan Almanya şimdi de bir politik, bir siyasi güç haline gelir. Avrupa Birliği’nin bütçesindeki Alman payı İngiliz payından üç kat daha fazla, İngiliz ve Fransız payının toplamının iki katından daha fazla hale gelirr. Almanya dünyada Çin'den sonra ticaret fazlası veren ikinci ülke olur. Almanya kanatlarını Polonya’ya, Macaristan’a, Çek’lere, Baltık devletlerine, Ukrayna’ya, Rusya’ya ve eski Sovyetler Birliği ülkelerine, doğuya doğru gerer… Daha açıkçası Almanya Orta Avrupa'ya, Doğu Avrupa'ya, Baltık ülkelerine ve Balkanlara bütünüyle hakim hale gelir…

Almanya’nın yükselen gücünden kimsenin şüphesi olmazken Avrupa Birliği, iç güç dengelerindeki ve diğer büyük güçler ve devletlerle olan ilişkilerdeki davranış şekliyle ilgili olarak henüz tam olarak yerine oturamaz ve Avrupa Birliği’nin jeopolitik ilgileri henüz tam olarak tanımlanamaz.[26]

Maliye, ortak dış ve ortak savunma politikaları konularındaki problemlerini henüz çözemeyen Avrupa’da güçlü bir Alman desteği olmaksızın güçlü bir Avrupa Birliği’nden bahsedilemez.[27] İtalyan yazar Angelo Bolaffis’in söylediği gibi Avrupa’nın kaderi yine Almanya’ya bağımlı hale gelir.[28]

İngiltere’nin AB’den ayrılmasının diğer nedenler yanında esas nedenin de AB’nin artan bir şekilde Almanya hegemonyasına girmekte olduğunun korkusu olduğu değerlendirilir…

Almanya – Rusya ilişkileri ise tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar iyi hale gelir… Deli Petro zamanından beri devamlı savaşlara, ihanetlere ve derin ideolojik ayırıma rağmen Alman – Rus ilişkileri sürekli gelişir. Büyük Katharina zamanında binlerce Alman Rusya’ya göç etmişti. Marks, Engels, Tolstoy ve Pasternak bu karışımın bir ürünüydüler... Son elli –altmış yıldır Almanya ve Rusya derinden birbirilerine bağlanırlar.[29] Rusya’nın da Avrupa politikasının merkezini ise Almanya oluşturur…

Bu çerçevede Alman – Rus tarihinin iki öğretisi vardır; Birincisi, Almanya’nın Rusya ile mümkün olduğunca iyi ilişkiler tesis ettiğidir. İkincisi ise, Almanya’nın mümkün olduğunca Rusya’yı Avrupa’dan uzakta tutmak istemesidir.[30]

Orta Doğu ve Kafkasya Almanya için bir güvenlik kuşağı teşkil etmektedir. Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’nın Alman jeopolitiği içerisinde düzenlenmesinde İran’ın ve Suriye’nin çok özel bir konumu vardır. Körfez’de ve özellikle İran üzerinde etki sahibi olmak Almanya için çok önemlidir. Bu nedenle Almanya İran'dan, Suriye'ye, Tunus'a, Cazayir'e ve Fas'a kadar olan bölgede aşırı da olsa İslami gruplarla hep yakından ilgilenir. Kaplan grubundan FETÖ grubuna kadar bütün dinci cemaatler hep Almanya’da üslenirler… Bugün de bu grupların Almanya'da yuvalanmaları tesadüf değildir.

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour'un güzel bir kitabı vardır; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen  Kaukasus  und Pamir.’’ (Geleceğin Muharebe alanı: Kafkasya ve Pamir arası). (Peter Scholl-Latour, Goldmann Verlag, April 1998) (Peter Scholl-Latour 2014 yılında vefat etti. Yazarın ne bu kitabı ne de başka kitapları Türkiye’de ne yazık ki yayınlanmadı.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; ''İran ve Afganistan’da dinci bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve Türkiye dâhil bölge ülkeleri tamamen Taliban cinsi dinci bir akımın etkisine girecektir.''

Gerçekten de araştırmacının iddia ettiği gibi bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış Mısır dâhil tüm kuzey Afrika’yı ve Irak dâhil tüm Orta Doğu’yu kaplar... İşte bu öngörü doğrultusunda Almanya biraz önce bahsettiğim gibi bu bölgelerdeki İran'dan, Suriye'ye, Tunus'a, Cazayir'e ve Fas'a kadar olan bölgede, tabii ki Türkiye de dâhil ılımlı da olsa, aşırı da olsa İslami gruplarla hep yakından ilgilenir…  

Seksenli yıllarda büyük bir ekonomik sıçrama yapan Türkiye doksanlı yılların başında Ortadoğu’da bölgesel bir güç haline gelir. 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılması ile kendileri ile dil, tarih ve kültür bağı bulunan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile yakın ve derin ilişkiler tesis eder… Türkiye bu devletler için model, örnek bir devlet haline gelir… Bu ise Orta Asya ve Kafkaslar’da Türkiye’nin ofensif bir dış politika izlemesi için başlangıç noktasını teşkil eder… Ayrıca Türkiye bu bölgede bulunan petrol ve doğal gazın kendisi üzerinden Batıya sevk edilmesinin mücadelesini yapar. Türkiye’nin inisiyatifi ile 1992 yılında kurulan ‘’Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi’’ ile Türkiye eski komünist ülkelere model haline gelir… Bu şekilde Türkiye ‘'Doğunun Brükseli’' olarak gelişme istidadı gösterir… .

Ayrıca Türkiye kendisini etnik, tarihi ve dini nedenlerle Balkanlardaki Türk ve Müslüman azınlığın yasal koruyucu gücü olarak görür. Böylece etkisini geliştiren, bölgesinde güç olan Türkiye etrafını çevreleyen dönüşüm içerisindeki ülkeler arasında bir istikrar faktörü olarak durur.[31] Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılan devletler sınıfına ait olurken Türkiye Almanya ile beraber yükselen devletler olarak kabul edilir.[32]

Bu arada Türkiye doksanlı yıllarda bazı politik problemler içindedir. Türk parti sistemindeki merkez sağdaki ve merkez soldaki partilerin dağınıklıkları ve bunun neticesi koalisyonlardan oluşan güçlü olmayan hükümetler Türkiye’nin temel problemlerini çözmesini engeller ve radikal politik akımların güçlenmesine sebebiyet verir.[33]

Diğer bir yandan da Türkiye 1984 yılından beri yaklaşık 40 000 yurttaşının hayatına malolan bir PKK terör problemi ile beraber yaşar. Bu problem ise hem Türk toplumuna ve hem de Türk –Alman ilişkilerine sürekli artan bir yük getirir.

AKP’den kaçarken CHP’ye mi tutulduk? AKP’den kaçarken CHP’ye mi tutulduk?

Sovyetler Birliğinin dağılması Avrupa ile olan ilişkilerde Türkiye’nin yararına olmaz ve bu durum Avrupa ile olan ilişkilerde bir durgunluğa yol açar. Kendisini Avrupa’lı bir devlet olarak tanımlayan Türkiye’ye karşı Sovyetler Birliği var olduğu sürece Avrupa’dan bir itiraz gelmez.[34]  Aralık 1989 yılında Avrupa topluluğunun Türkiye’nin tam üyelik için yaptığı müracatına ret cevabını vermesi dış politika alanında Türkiye’de hayal kırıklığı yaratır.[35]  Maastricht anlaşması ise Türkiye’yi Avrupa’nın kenarında bir devlet haline getirir.

Doksanlı yıllar boyunca her iki ülke arasında ilişkilere zarar veren bitmeyen bir tartışma yürütülür. Bütün politik sorunlar bu konu etrafında döner. Bu problem PKK sorunu ve buna karşı Alman tavrıdır. İlişkileri belirleyen esas faktör ise Almanya’nın PKK’ya yönelik olan bakış açısı ve tavrı olur.[36]

1990’lı yıllarda Türkiye’nin Kuzey Irak’daki PKK üslerine karşı yaptığı harekât Almanya’da Türkiye’ye karşı beklenilmeyen sert bir reaksiyonun doğmasına yol açar. O zamanki Alman dışişleri bakanı Genscher, dışişleri bakanlığı sözcüsü Hans Schumacher ve CDU milletvekili Ottfried Hennig Türkiye’ye karşı ağır suçlamalarda bulunurlar. Almanya somut bir reaksiyon olarak askerî yardıma ambargo koyar. Daha sonra bu ambargo kaldırılırsa da bu, Almanya’nın Türkiye’ye karşı bir anlayış gösterdiğinden, yumuşadığından değil, bu meblağın Türkiye’deki Leopard tanklarını modernize edecek Alman firmalarına ödenecek olmasından kaynaklanır. Sonraki PKK’ya karşı girişilen askerî harekâtlarda Alman silahları kullanıldığı gerekçesiyle Türkiye’ye karşı yine ambargo konur. Bu şekilde Türkiye hiçbir Alman silahı alamayacaktır.[37]

Bu Alman tavrı Türkiye’yi oldukça sarsar. Almanya’nın bu tavrının altında sürekli başka niyetler aranır. Özellikle Alman basınına yansıyan Genscher’in beyanı Türkiye’yi endişeye sevk eder. Genscher şöyle der: ‘‘Biz Yugoslavya’da bir model oluşturduk. Bu modelin Türkiye’de Kürtler için de uygulanması mümkündür.’’ (Bu sözlerin de yankısı bu gök kubbede hala yankılanmaktadır!) Der  Spiegel dergisinin yayımcısı Rudolf Augstein ise yazısında Genscher için şöyle der; ‘’Slovenya, Hırvatistan ve belki de Slovakya. Allaha şükür bu adam İskoçya’yı da bağımsız bir devlet yapmak istemiyor.’’[38]

Prof. Hans Peter Schwarz, Die Welt’de yayımlanan makalesinde Almanya’nın Türkiye’ye karşı güç gösterisi yaparken PKK’nın etkisinde kaldığını ve Almanya’nın porselen dükkanına girmiş bir fil gibi davrandığını yazar. Prof. Schwarz makalesinde 20’nci yüzyılda Almanya’nın çok az dostu kaldığını, Türkiye’nin gerçek bir dost ülke olduğunu belirterek, Suriye’deki, Cezayir’deki ve Kuzey İrlanda’daki problemlere karşı Alman hükümetinin neden tepkisiz kaldığını sorar…

O zamanki Türk Cumhurbaşkanı Turgut Özal Alman dış politikasını Hitler’in ruhu ile mukayese ederken o zamanki başbakan Süleyman Demirel ise bir basın konferansında şöyle der; ‘’Unutulmamalı ki Türkiye üzülürse Almanya da üzülür.’’ O zamanki bütün Türk tepkileri duygusaldır ve Almanya’ya karşı somut hiçbir reaksiyon gösterilmez.

1990’lı yılların ortasında yine aynı olaylar yaşanır… Türk birliklerinin Kuzey Irak harekâtı gazetelere manşet olur ve Alman hükümeti yine o anlamsız tedbirlerini uygulamaya koyar; Türkiye’ye çok öncelerden satışı yapılmış fırkateynlerin sevki durdurulur – sanki Türk Genelkurmayı bu gemilerle Van Gölü’nde veya Fırat ve Dicle’nin yukarı kısmında operasyon yapacakmış gibi - ve harekâtta eski doğu  Alman menşeli eski panzerler ispat olarak akrobatik bir şekilde aranmaya başlanır. Irak’a karşı konan ambargodan oluşan politik güç boşluğuna ve Zweistromland’a  (Almanların askerî plan tatbikatları ve harp oyunlarında Suriye ve Irak’a beraber verdikleri ad.) karşı Türkiye’nin yasal sınırlarını koruma hakkı olduğunu meraklılar görmezden gelirler.[39]

Bu ambargo üzerine Türk basınında da Almanya’ya karşı sert eleştiriler yükselir. Bir yazar yorumunda şöyle der; ‘’Yaklaşık altı bin Alman firması geçtiğimiz yıl 100 ülkeye değeri 94 milyar mark olan stratejik malzeme sattılar. Silah ve mühimmat bu satışın büyük bir kısmını teşkil eder. Alman politikacılar bunları satarken bu malzemelerin duvarlarda süs ve dekoratif eşya olmayacağını herhalde biliyorlardır.’’[40]

Alman medyasında PKK ile Kürtler arasında bir ayırım gözetilmediği için PKK sorunu Türk- Alman ilişkilerine artan bir yük getirir. PKK’nın eylemleri bazı Alman yazarlar tarafından romantize edilir ve hatta teröristler gerilla olarak tanımlanır. Bu yazarlar PKK tarafından binlerce günahsız sivilin hunharca katledildiğini görmezden gelirler…

Türkiye’nin Stalinist terör örgütü PKK’ya karşı giriştiği harekât ise Alman basını tarafından Kürtlerin takibi ve baskı altına alınması olarak yorumlanır. Öyle ki Türkiye’nin PKK’ya karşı askerî harekâtı Alman basını tarafından Kürtlere karşı girişilmiş bir saldırı olarak değerlendirilir. Bu anlayış sadece basında değil eski SPD başkanı ve o zamanki başbakan adayı Rudolf Scharping’den Yeşillere kadar birçok politikacıda da yer eder ve bu politikacılar Türkiye’yi suçlayarak Kürtlere karşı bir soykırımdan bahsederler. Dolayısı ile Almanya’da Türkiye ve Türkler Kürtleri süren ve baskı altında tutan ve insan haklarını ihlal eden bir devlet ve ulus olarak tanımlanır. [41] Bu anlayış ise Türkiye’de ve Almanya’da yaşayan Türkler arasında Almanya’ya karşı büyük bir kızgınlık yaratır…

Bazı Alman basın organlarının PKK sorununu nasıl partizanca yansıttıklarına bir örnek olarak Frankfurter Rundschau gazetesinde yer alan Dışişleri Bakanı Kinkel ile yapılan röportaj gösterile bilinir. Frankfurter Rundschau’un muhabiri sorar; ‘‘Herr Kinkel, Kürt halkına karşı Alman silahlarını kullanan Türk hükümetine silah sevkiyatının durması için daha ne olması gerektiğine inanıyorsunuz?’[42] Bu röportajda gazeteci Türkiye’nin teröristlere karşı bir harekâtından bahsetmez, bilakis sürekli olarak ‘’Kürt halkına karşı bir harekat’’dan bahseder ve bu çizgi tüm röportaj boyunca devam eder. Röportaj boyunca PKK’nın terörist hareketlerinden hiç bahsedilmez… Sürekli ‘’gerilladan’‘ve ‘’boğazdaki işkenceci devlet’’ten bahsedilir.[43] Basındaki böylesine bir bilgi ile Alman okuyucu nasıl gerçek bilgilere ulaşacaktır ki?

Bunlardan başka bu konuda Alman bakış açısının bazı tuhaflıkları da vardır. Bunlardan birincisi; Eğer Kürt kökenli bir Türk vatandaşı politik bir suç işlemişse bu kişi ‘’Kürt’’ olarak tanımlanır. Eğer suç konusu polisiye ise o zaman bu kişi ‘’Türk’’ olarak isimlendirilir. Ankara’daki Alman büyükelçisi Hans Joachim Vergau Dortmund’daki PKK gösterisinde meydana gelen kanlı eylemlere sebep olanları ‘’kriminalle Türken’’ olarak tanımlar.[44]

İkinci bir örnek; eğer İsrail güney Lübnan’da Hamas mevzilerini bombalarsa bu haber Alman basınında doğru olarak şu şekilde yer alır; ‘İsrail Hamas mevzilerini bombalıyor.’ (Arap mevzilerini değil)  Ruslar Çeçen mevzilerini bombaladığında bu haber Alman basınında şu şekilde yansıtılır; ‘Rus ordusu Çeçen asilerin mevzilerini bombalıyor.’ (Çeçen mevzilerini değil) Fakat Türk ordusu Kuzey Irak’da PKK mevzilerini bombaladığında ise bu haber Alman basınınca çarpıtılarak şu şekilde duyurulur; ‘’Türk ordusu Kürt köylerini bombalıyor.’’ (PKK mevzilerini değil) Çeçenistan’da gerçek direnişçiler devlet başkanları Dudayev’le birlikte Alman basınında terörist olarak tanımlanırken[45] gerçek teröristler ise –PKK - Alman basınında direniş savaşçıları olarak tanımlanır ve övülür.

Alman basınında sadece Kürt – PKK konusu değildir yanlış yargılanan. Alman medyasında Türkler genel olarak aşağılanır, tahkir edilir ve küçük düşürülür.[46] Alman basınında Türkiye’nin olumsuz değerlendirilmesi üzerine Türk basınında da Almanya’ya karşı sert eleştiriler yöneltilir.

Almanya’nın Türkiye politikasının temelinde Türkiye’yi kendi çıkarları ile çatışan bir ülke olarak görmesinde yatar. Bu çıkarlar özellikle Balkanlar’da, Karadeniz bölgesinde ve Ortadoğu’da çatışır…

Türkiye’nin ‘’Adriyatik’ten Çin seddine Türk Dünyası’’ söylemi ve ‘’Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’’nı kurması ile beraber bu bölgede hayati çıkarları olan Almanya ile menfaatleri çatışır.[47] Türkiye Orta Asya’dan batıya petrol sevkiyatının kendi üzerinden geçmesini planlar. Bazı Alman basınına göre Almanya Türkiye’nin bu projesini desteklememelidir.[48]

Almanya Ortadoğu’da ABD’den bağımsız olarak İran ve Suriye ile ekonomik ve politik ilişkilerini geliştirir. 1990’lı yıllarda bu bölgede Almanya, ABD ve Rusya arasında bir güç çatışması yaşanır. Bir yanda ABD, Türkiye, İsrail ve Ürdün bulunurken diğer yanda da Almanya, Rusya, Suriye ve İran bulunmaktadır.[49]  Bu bağlamda Almanya PKK’yı politik bir araç olarak kullanmak ister.[50]  Kürtler bir yandan dünyanın üvey evladı olarak tanımlanırken[51] bir yandan da bu bölgede etki sahibi olabilmek amacıyla İngiltere, ABD, Rusya ve İran gibi büyük devletler tarafından tarih boyunca istismar edilirler.[52]  Şimdi de istismar ve kullanma sırası Almanya’ya gelir...  

Bütün bu yaşananlar da 1990'lı yıllara aitti... Şimdi gelelim 2000'li yıllara...

2000’li yıllarda ise 11 Eylül sonrası ABD ve Batınının ‘’Ilımlı İslam’’ politikası gereği AKP Hükümeti ve onun Başbakanı hem ABD hem AB ve özellikle Almanya tarafından desteklenir, korunur, hatta pohpohlanır ve var olan sorunlar ise görmezden gelinir… Hatta o tarihte Almanya Başbakanı olan (SPD’den, sosyal demokrat) Gerhard Schröder tarafından 3 Ekim 2004’te şimdi karşı oldukları o zamanki Başbakan Tayyip Erdoğan’a “Yılın Avrupalısı” ödülü verilirken Schröder, Erdoğan'a şöyle hitap eder: “Daha fazla özgürlük, daha az devlet müdahalesi, insan haklarının daha iyi gözetimi için verdiğiniz destek, ‘Avrupa’ya taviz olsun’ diye değil, bizzat sizin kendi inançlarınızdan, düsturlarınızdan kaynaklanan atılımlar… Sayın Başbakan... Almanya’nın desteğine güvenin!” Bugün yerden yere vurdukları Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı o günlerde hem de solcu Gerhard Schröder tarafından ''Büyük reformcu politikacı'', ''İnançlı bir demokrat'' ve ''Yılın Avrupalısı'' diye yere göğe sığdırılamaz… Pragmatizm işte böyle bir şeydir... Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altındadır… ..

Yine ABD ve Batı'nın ''Ilımlı İslam'' politikaları gereği Hükumet ve ABD'nin kucağına oturmuş FETÖ işbirliği ile başta TSK olmak üzere ülke içinde ne kadar ulusalcı, aydın, laik kurum, kuruluş ve kişi varsa antidemokratik uygulamalarla hak, hukuk ve adalet katledilerek darmadağın edilir… Şimdi Türkiye'deki antidemokratik uygulamalar ve hak ihlalleri ile ilgili olarak kıyameti kopartan Almanya'dan o zaman ülkede bu hukuksuzluklar yaşanırken, hukuk, adalet ve demokrasi katledilirken zerre bir itiraz gelmez… Pragmatizm işte böyle bir şeydir... Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altındadır…

1990'lı yıllardaki PKK operasyonları nedeniyle yaşanan Türk - Alman gerilimini uzun uzun anlattım... 2000'li yılların başında Türkiye tarafından PKK'ya karşı aynı operasyonların daha fazlası, daha büyüğü, daha kapsamlısı yapılmış olmasına rağmen ne ABD'den ne Batı'dan ne de Almanya'dan tek bir itiraz bile gelmez… Bunun nedeni ise ABD, Batı ve Almanya'nın ''Ilımlı İslam'' politikalarıdır… Pragmatizm işte böyle bir şeydir... Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altındadır…

Sonuç olarak;

Bu noktaya kadar sergilenen Türk- Alman ilişkilerinin başlangıcından bugüne tarihi, şimdiki durumunun politik çerçevesi ve ilişkilerin şimdiki hali beraber incelendiğinde şu üç tezi ileri sürmek ve bazı değerlendirmeler yapmak mümkündür:

Birincisi; Türk- Alman ilişkilerinin niteliği ve niceliği Rusya tarafından belirlenmektedir. Rusya Almanya için tehdit teşkil ettiği sürece ilişkiler bir sorun olmadan ilerler… İlişkilerin en yüksek noktasını teşkil eden Birinci Dünya Savaşı esnasında bile 1917’deki Rus ihtilalini müteakip Rusya savaş alanından çekildikten sonra (Almanya’ya Rus tehdidi kalktıktan sonra) Kafkasya’da Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı çarpışmalar meydana gelir.[53] Buna sebep karşılıklı çıkarların çatışması ve hedef Bakü’deki petrol yataklarıdır…

İkinci Dünya savaşı esnasında Türkiye ayrı bir pakta ait olmasına ve birçok sorunlara rağmen Almanya Rusya tarafından sürekli tehdit edildiği için ilişkiler hiçbir zaman kopma noktasına gelmez. 1989 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yukarıda bahsi geçen problemler su üstüne çıkar… 1993/94 yıllarında Rusya’nın Sovyet İmparatorluğunu bir başka form altında tekrar organize etmek isteği[54] ortaya çıktıktan sonra ilişkiler tekrar yumuşar gibi olur.[55] Bundan dolayı şu tezi ortaya atabiliriz; Türk-Alman ilişkilerinin niteliği ve niceliği ile Rusya’nın Almanya üzerindeki tehdit derecesi arasında bir bağlantı vardır. Şu an Rusya’nın ilişkilerinin en iyi olduğu ülke Almanya olduğu değerlendirmesi vardır.

İkincisi; Türkiye doksanlı yılların başından itibaren ve özellikle 2000’li yılların başında bir sıçrama yaparak Almanya ile beraber yükselen devletler olarak gösterilir.[56] Bu zaman içinde Almanya, Atlantik İttifakı içinde Türkiye ile olan politik ilişkilerinde ihtilafa düşen tek ülke olur. Her iki ülkenin hayati çıkarlarının bulunduğu Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da her iki ülke menfaatleri çatışır. Dolayısı ile ikinci bir tez olarak da şunu söyleyebiliriz; Her iki devletin birden yükselmeleri çatışmalarına hizmet etmiştir.

Üçüncüsü ise Suriye konusudur. Suriye’deki gelişmeler ilk iki sıradaki çatışma nedenlerinin de önüne geçmiştir. Suriye olayları Batının (ABD ve AB) ‘’Ilımlı İslam’’ politikasını sonuna erdirdiği gibi, Ortadoğu’da Sünni liderliğine soyunan Türkiye’nin ABD, AB ve Almanya ile ters düşmesine, bölgedeki jeopolitik dengelerin değişmesine ve Türkiye’nin; ABD, AB ve özellikle Almanya ile çatışmasına yol açar. Aslında bu çatışma beraberinde çok büyük bir jeopolitik sarsıntıya yol açacak gibi gözükmektedir... Suriye'deki kavganın ikinci bir temel konusu da şudur: Irak’ın kuzeyine hapsolmuş bir sözde Kürdistan’ın yaşama şansı yoktur. Suriye vasıtasıyla Akdeniz’e çıkış bulacak bir sözde Kürdistan yıllardan beridir Batının (ABD, AB, Almanya) Sevr'de kursaklarında kalan en büyük hayalidir. Bu hayal de gerçekleşmek üzeredir. Bölgedeki bütün kavga bu hayal üzerine yapılmaktadır.

1990'lı yıllardaki Türk - Alman ilişkilerindeki sıkıntılar, yukarıda anlattığım birinci ve ikinci maddedeki nedenlere dayanan çıkar çatışmalarıdır… Ancak günümüzde yaşanan sıkıntılar ise bir çıkar çatışmasından ziyade hem birinci hem de ikinci maddedeki nedenlerle beraber asıl olarak üçüncü maddede anlatılan Suriye nedeniyle bir jeopolitik dönüşümün öncü sarsıntıları olduğu değerlendirilmektedir. Asıl jeopolitik sarsıntı aynı nedenle Almanya'nın ardından şimdi de ABD ile yaşanmaktadır. Bu jeopolitik sarsıntılardan sonra özellikle ABD ile ilişkilerde her iki tarafa da büyük zarar verecek asıl kırılma beklenilmelidir. Çünkü öküz (Ilımlı İslam) ölmüş, ortaklık bozulmuştur...

Şimdiye kadar çuvaldızı hep Almanlara batırdık… İğneyi kendimize batırmamız gerekirse; (gerçi bu konu ayrı bir yazı konusudur ama) kısaca özetleyecek olursak da bunun ağırlıklı olarak Türkiye'nin AB normlarına göre olan eksikliği olduğu görülmektedir.

AB’nin iki temel belgesi vardır. Bunlardan birincisi ‘’Maastricht Kriterleri’’ diğeri ise ‘’Kopenhag Kriterleri’’dir. ‘’Maastricht Kriterleri’’ AB ülkelerinde serbest piyasa ekonomisin geçerli olduğu vurgulanır. ‘’Kopenhag Kriterleri’’ ise demokrasi standartları, düşünce özgürlüğü ve insan hakları gibi temel AB normlarıdır ve AB üyeliğinin olmazsa olmazları koşulları olarak tanımlanır.

Ne yazık ki Türkiye’nin ‘’Kopenhag Kriterleri’’ni uygulamadaki isteksizliği, ülkede yaşanan AB normlarına uymayan siyasal gelişmeler, demokrasi eksikliği ve hukuk ihlalleri Türkiye – Almanya arasındaki çatışmanın Türkiye tarafından görülen eksiklikleridir. 

Yeri gelmişken burada yine bir çifte standarda değinmeden geçmek istemiyorum. Oda Türkkiye'nin AB üyeliği konusunda Avrupa'nın iki yüzlü direncidir. AB’ne (o zamanki ismi ile Avrupa Eko­nomik Topluluğu) Türkiye’nin başvurusu 1959 yılı Temmuz ayında yapılır… 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Anlaşması ile tam üyeliğe ulaşabilmek için üç aşamalı otuz yılı aşkın bir dönem öngörülür… Türkiye tam üyelik beklentisiyle 1996 yılında ''Gümrük Birliği''ne girer. 2001 yılın­da tam üyelik başvurusu yapılır.. Ancak şimdiye kadar üyelik müzakereleri birkaç göstermelik dosya açılması dı­şında sonuçlanmaz. Türkiye AET’ye başvurduğunda altı üyeli topluluk, günü­müzde yirmi sekiz ülkeye ulaşır, Türkiye’den Kopenhag kriterlerine göre misli misli geri ülkeler AB’ne kabul edilirken Türkiye’ye bir türlü sıra gelmez…

 

Bir de Türkiye'nin eksikliği olarak ülkenin son yıllarda dış politika alanında izlemiş olduğu inişli çıkışlı, zik zak yapan politikalarını ve dış politik söylemlerindeki tutarsızlıkları gösterebiliriz.

Alman Sevk ve İdare Akademisi (Führungsakademie der Bundeswehr) komutanı Amiral Rudolf Lange benim de bulunduğum bir masa sohbetinde bütün güvenlik politikası kitaplarında bulunan bir bilgiyi dile getirmişti; ‘'Kötü bir güvenlik politikası inişli çıkışlı bir çizgi izler, iyi bir güvenlik politikası ise düz bir çizgi izler ve günlük olaylardan etkilenmez’' [57] Bir imparatorluk geçmişi olan Türkiye'nin dış politikada daha açık, net, daha düz ve doğru bir politika izlemesi gerekirdi. Dıış politikayı iç politika ile özdeşleştirdiğinizde, bugün yapıp yarın özür dilediğinizde, sürekli çark ettiğinizde, söylemleriniz havada kaldığında uluslararası alanda güvenirliliğinizi ve saygınlığınız yitirirsiniz. 

Türkiye'nin son bir eksikliği olarak da ülkede olmayan aklıselimi gösterebiliriz. Zaman aklıselim zamanıdır… Ne yazık ki zamanımızda ülkemizde en az bulunan bir kavramdır aklıselim… Aklıselim ise; Türkiye'nin bölgesinde ve tüm dünyada giderek yanlızlaştığı böylesi bir zamanda, kendisiyle Tarihi ve derin ilişkilerimizin olduğu ve ülkesinde de dört milyona yakın soydaşlarımızın yaşadığı ve en büyük ticaret partnerimiz olan Avrupa’daki böylesi bir gücü karşımıza değil yanımıza almayı gerekli kılmaktadır.

Bütün güçlüklerine rağmen bir bölgesel güç olan Türkiye 21’inci yüzyılda Avrupa güvenliğinin kilit noktasında bulunmaktadır. Almanya da Avrupa’nın ve dünyanın en büyük ülkesidir. Her iki ülke de birbirileri için çok önemlidir. Balkanlar, Karadeniz, Orta Asya, Akdeniz ve Ortadoğu bölgesindeki Almanya ve Türkiye’nin hayati çıkarları her iki ülkenin çatışmasına değil iş birliğine muhtaçtır. Bu bölgelerde stratejik iş birliği her iki ülkenin de menfaatine olacaktır. Enver Paşa’nın Morgenthau’ya söylediği gibi ‘’Türkler ve Almanlar birbirilerini ihmal edemezler.’’

Neyse… Maksadım kimseyi eleştirmek, kimseye yol göstermek, kimseye akıl vermek değildir, bu zaten herkeste ve özellikle ülkeyi yönetenlerde fazlasıyla mevcuttur. Bu yazıdan maksadım mazide bir gezi yapmaktır…

Mazi deyince de; mazi bana, sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatır:

‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’

Benim de mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan işte bu hazin hatıralardır.

Osman AYDOĞAN

 


FAYDALANILAN KAYNAKLAR

[1] Süleyman KOCABAŞ, ‘Pencerminizmin Şarka Doğru Politikası, Tarihte Türkler ve Almanlar’, Vatan Yayınları, İstanbul, Eylül 1988, s. 4

[2] İlber  ORTAYLI, ‘Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nufuzu’, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 1983, s. 59

[3] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s. 43

[4] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, ‘Berlin- Bağdat, Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi’, Belge Yayınları, İstanbul, Mayıs 1982, s .8,9

[5] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 47

[6] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 55

[7] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s.  69

[8] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 6

[9] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 65,67

[10] İlber ORTAYLI-2-, ‘İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nufuzu’, AÜSBF Yy. No. 479, Ankara 1981, s. 59

[11] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 11,12,13

[12] Jehuda L. WALLACH, ‘Anatomie einer Militaerhilfe, Die preussisch- deutschen Militaermissionen in der Türkei’, Droste Verlag Düsseldorf, 1976, s. 167

[13] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 100

[14] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s.55

[15] Sultan ABDÜLHAMİT, ‘Siyasi Hatıratım’,Hazırlayan: Ali Vehbi Bey, Hareket Yayınları, İstanbul 1974, s. 74                        

[16] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 8,9

[17] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 42

[18] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 12

[19] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 167

[20] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 167

[21] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s. 21

[22]Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 241

[23] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 13

[24] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 62

[25] Jeffrey E. GARTEN, ‘Soğuk Barış. ABD, Almanya ve Japonya Arasındaki Hegemonya Savaşı’, Türkçesi; Yavuz ALAGON, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Ekim 1994, s. 22

[26] Heinz BRILL, ‘Dimensionen der Sicherheitspolitik aus geopolitischer Sicht nach dem Ende des Ost-West-Konfliktes’, ÖMZ Österreichische Militaerische Zeitschrift, 5/96, s. 527

[27] Jeffrey E. GARTEN, a.g.e., s. 25,26

[28] Doç. Dr. Hüseyin BAĞCI, ‘Birleşmenin Beşinci Yılında Alman Dış Politikası’, Cumhuriyet, 3 Ekim 1995

[29] Jeffrey E. GARTEN, a.g.e., s. 193

[30] Doç. Dr. Hüseyin BAĞCI, ‘Alman Dış Politikasının Özü: İstikrar ve Güven’, Cumhuriyet, 4 Ekim 1995

[31] Hans KRECH, ‘Die Türkei  im Aufwind’, Europaeische Sicherheit, 2/93, s. 80,81

[32] Heinz BRILL, a.g.e., s. 522

[33] Heinz KRAMER, ‘Die Türkei als Regionalmacht, Brücke und Modell’, Stiftung Wissenschaft und Politik, August 1995, s. 36

[34] Prof. Dr. Hasan KÖNİ, a.g.e., s. 44

[35] Sidney E. DEAN, ‘Zwischen Koran und Kommerz, die sicherheitspolitische Lage der Türkei’, IFDT, Information für die Truppe, Nr. 8-9, August-September 1996, s. 43

[36] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, ‘Türk-Alman ilişkileri ve PKK faktörü’, Avrasya Dosyası, Cilt 1, Sayı 2, Yaz 199 s.73

[37] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 77,78,79

[38] Erhan YARAR, ‘21nci Yüzyılın Eşiğinde Birleşmiş Almanya – Doğu ve Batı Gerçekten Birleşti mi ? ’, Yeni Yüzyıl, 7 Ekim 1995

[39] Erich FEIGL, ‘Die Kurden, Geschichte und Schicksal eines Volkes’, Universitas Verlag, München 1995, s. 20

[40] Ahmet KÜLAHÇI, Hürriyet, 2 Mayıs 1995

[41] ‘Der Kurdenkonflikt, Ursachen und Lösungswege’, Landeszentrale für politische Bildung Hamburg, Hamburg im April 1996, s. 23,24

[42] Frankfurter Rundschau, 9. Mai 1994, Nr. 107, s. 5

[43] ‘Der Kurdenkonflikt, Ursachen und Lösungswege’, a.g.e., s. 25,26

[44] Doç.Dr.Hüseyin BAĞCI,‘Türk-Alman ilişkilerine yeni bir soluk mu geliyor’,Yeni Yüzyıl, 18 Mayıs 1996, s.18

[45] Anatoli FRENKIN, ‘Der Terrorismus – Ein Problem für die russische Sicherheitspolitik, Europaeische Sicherheit, 4/96, s. 36

[46] Jörg BECKER, ‘Zwischen Integration und Dissoziation: Türkische Medienkultur in Deutschland’, aus Politik und Zeitgeschichte, B 44-45/96, 25. Oktober 1996, s. 43

[47] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 75, 76

[48] ‘Russland – Türkei: Neue Auseinandersetzung. Wird davon Deutschland betroffen’, Russlands Perspektiven, September 1995, s. 20-26

[49] Zülfikar DOĞAN, ‘Devlerin Çekişmesi Ortadoğu’yu Isıtıyor’, Milliyet, 14 Mayıs 1996, s. 10

[50] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 76, 77

[51] Franz MENDEL, ‘Die Kurden – Stiefkinder der Welt’, Europaeische Sicherheit, Nr. 11, November 1996, s. 3

[52] Prof. Dr. Abdülhaluk ÇAY, ‘Her Yönüyle Kürt Dosyası’, Turan Kültür Vakfı, Ankara 1994, s. 593-611

[53] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 241

[54] IAP- Dienst Sicherheitspolitik, Nr. 11, November 1996, s. 12

[55] Prof. Dr. Hasan KÖNİ, a.g.e., s. 45

[56] Heinz BRILL, a.g.e., s.522

[57] ‘Hinter den Horizont geschaut’, Tischgespraech mit Konteradmiral Rudolf Lange, Hamburger Abendblatt, 2./3. November 1996, s. 2

Editör: TE Bilisim