Öğretmenlik, bir bilgiyi, bir sanatı, bir tekniği veya bilimin herhangi bir dalını  öğretmeyi kendisine meslek edinmiş kimse  olduğunu biliyoruz.

            Yeri geldiğinde bir anadır, babadır. Sevecen, sempatik, hoşgörülü, mütevazi, ilme ve öğrenmeye açık olmalıdır öğretmen. İç içedir öğrencileriyle. Bir kuyumcu sarrafı gibidir.  Karşıdakini evladı gibi görür. Kendi  çocuklarından daha fazla onlarla zaman geçirir. Okulda, evde, yolda,  bile onlarla olur  ve  olduğu yerlerde hissettirir kendisini.

Türk milletini bölmek için öncelikli bölünme hedefi kimlerdir? Türk milletini bölmek için öncelikli bölünme hedefi kimlerdir?

          Sanatçı gibi olmalıdır öğretmen. Yontulmaya hazır  sanat eserlerini  inşa etmek için bir kuyumcu titizliğiyle izler ve takip eder öğrencisini. Bir heykeltraşa benzetmelidir kendisini. Yeteneğini, kabiliyetini, psikolojik yapısını araştırarak yaklaşmalıdır öğrencisine.

        İdealistlik öğretmen olmanın en önde gelen özelliğidir. Pişirmeden önce yoğurmak, yoğurmadan önce tanımak ve istediği kalıba sokmak için çaba sarf eder.  Öğrencilerini neye ve nasıl motive edeceğini bilmek için deneyim sahibi de olmalıdır.

        Belki teknolojiye hakim olmasa bile öğrenmeye ve öğretmeye her daim açık olabilmelidir. Kendisine güven duymalıdır, bir kahraman gibi değil, insan gibi yaklaşmalıdır öğrencilerine. Öğretmen- öğrenci- okul  üçgeninde  bir taraf değil, bilgisine  danışılan, akıl sorulan, bilirkişi statüsünde problemlerin çözümüne yardımcı olmalıdır...

            İşte bu düşüncelerle,  Ankara Gazi  Eğitim’den den mezun olur olmaz,  okulumuzdan ve hocalarımızdan aldığımız  bilgiler, öğüt   ve tavsiyelerle ve görev aşkıyla  ilk görev yerimiz olarak, 1977 yılında  Samsun Terme İmam Hatip Lisesine  Matematik Öğretmeni olarak atandım.

                                        ***

         Kararnamenin bir nüshası cebimde görevime başlamak için  okula geldim.  Okul o zamanlar Terme’nin Kocaman Caddesinde ki  fiziki  olarak  tam bir okul görünümünde  olmasa da, Kur’an Kursundan çevirme, yine de eğitime uygun bir yapıda , eski değilse yeni de sayılmayan bir bina  görünümünde.

         Okulun giriş kapısında  boyu, kilosu  benden fazla , yaşı da bana yakın olan  öğrencimiz,   ‘’...Dur  içeriye  girmek yasak, şimdi  hocalar dersteler,  girmezsin...’’   diyerek,  biraz da beni tıfıl  gördüğünden  olacak  dış  kapıyı açmak  istemedi.  Daha yirmi iki yaşındayım.

        Öğrencilik havasını henüz daha üstümden atmış  değilim, kıyafetim de tam düzgün sayılmaz. Saçlar uzun kulakların üstünde, bıyıklar hilal biçiminde. Ben hemen biraz ciddileşerek, öğrencinin adını sordum, tipimi de sevmemiş olacak ki,   adını da söylemedi.  Okula giremediğim için,  ben de artık   sertleşmeye  ve  ciddileşmeye  başladım. Yüzümden anladı  değiştiğimi nihayet!...Adının  Kerim Şahin olduğunu söyledi.  Ben de içimden,  Kerim senin adını hiç unutmayacağım bundan sonra  dedim.

           Bak Kerim, yarın Matematik dersinize gireceğim belki, bu okulun Matematik öğretmeniyim artık der demez, bizim Kerim biraz da nazlanarak, beni tepeden bir süzüp,  demir kapıyı açtı bana. Sonra  okul müdürü Salih Yaşar Odabaşıoğlu Bey’in odasından çıktığımı görünce bizim Kerim öğretmen olduğuma ikna olmuş ki, yanıma gelip, "hocam kusura bakmayın.."  deme nazikliğini de gösterdi.

         Sonradan bu Kerim’le aramız çok iyi oldu.  Matematikten bol kepçe verdiğimiz notları da unutmadığından, arada bir telefonla da arayıp hatırımı sorar sağ olsun.. Öğretmenliğe  başlamamın ilk hikayesi  olduğundan unutamadım...

          Biz tabi başladık, canla, başla , aşkla, şevkle ders anlatmaya. Orta kısımda ki öğrencilerimiz anlattıklarımızı anlıyordu ama, Lise kısmında ise dersin tam anlaşıldığını söyleyemem. O zamanlar  klasik anlatımdan modern matemetiğin müfredeta yeni geçildiği yıllardı. Öğrencilerin bir çoğu Kur’an Kursundan gelme olduğundan temel bilgilerde zayıflık vardı.

          Bir gün yine böyle ders anlatmaktan yüzüm kıpkırmızı, birazda moralim bozuk dersten çıktığımda, Müdürümüz Salih Bey beni odasına çağırdı, çayımızı içtik, bana mesleki tecrübesini nazik bir şekilde konuşturdu. 

‘’...Hocam, burası İmam Hatip Lisesi, normal lise veya Fen Lisesi değil, kendini o kadar sıkma, yavaş yavaş, rölantide ol. Bunların bir çoğu İmam veya vaiz olacak, doktor, hakim, mühendis, gibi mesleklerden olacak değiller,  kendini de sıkma,  öğrencileri de sıkma,  sen dersini  basit olarak anlat, gir , çık...’’  gibi biraz nasihat verdi.

         O zamanlar İmam Hatip mezunlarının İlahiyat Fakültesi  ve İslam Enstitüsü dışındaki yüksek okullara giriş imkanı zordu.  Buna rağmen o yıllardan dersine girdiğim bir çok öğrencim, yüksek okulları bitirerek;  öğretmen, il ve ilçe milli eğitim müdürleri, yazar olanlar,  mühendis, hakim, avukat, savcı, işletmeci,  vali yardımcıları,  belediye başkanları ,esnaf, tüccar, büyük iş adamları  ve Danıştay üyesi olan öğrencilerim oldu. Bir çoğuyla bile haberleşiriz bugün.

          Bu öğretmenliğin en iyi tarafı nedir diye sorarsanız sadece bir tarafını söyleyebilirim size. Cadde de,  yolda  orada burada gezerken, yürürken yıllarca sonra birisi çıkar karşınıza, ‘’...hocam elinizi  öpeyim,  ben falanca  sene, falanca sınıftan öğrencinizim hatırladınız mı? Sizleri de örnek aldık, Üniversiteyi bitirdim, şurada çalışıyorum...’’

          O anın verdiği mutluluğu öğretmen olmayanlar  bilemez. Hatta geçenlerde birkaç ay önce Üsküdar  sahilde bir avukat arkadaşla yürürken, arabada küçük çocuklarını gezdiren bir çift dikkatlice  yüzüme baktıktan birkaç saniye sonra,   ‘’...Aaa Faruk Hocam bizi hatırladınız mı, hocam elinizi öpeyim...’’

        Valla  kızım;  sesin, gözlerin yabancı gelmedi ama şu anda ilk bakışta çıkaramadım... Maşallah Hakan ‘da   saç sakal  karıştığından, fizik de değişmiş,  tam olarak hatırlayamadım...

        Yine bir gün, çarşıda gezerken iki kişi yüzüme  bakıp, yanımdan geçti. O anın farkında da değilim. Akşam üstü büronun kapısı çaldı.  İki kız öğrencim gelip,   ‘’...Aşkolsun hocaamm, bugün size yolda selam verdik ama almadınız...’’

         Dedim ki bir dakika çocuklar, ömrü hayatımda kimsenin selamını  almamazlık yapmadım. Bakmışımdır ama görmemişimdir. Hem  ben sizleri okulda öğrenci kıyafetiyle bıraktığımda, küçücük ve etekleriniz vardı.  Şimdi ki   büyümüş halinizle  ve kıyafetinizle tanıyamamış olabilirim, dedikten sonra her iki öğrencimin saygıyla elimi öpmesinin ve sıcak sohbetin verdiği hazzı hiçbir yerde bulamaz insan...

           Veya yıllar sonra bir telefon gelir:

           ‘’...Alo Hocam, ben falanca, nasılsınız, ellerinizden öperim, bizde emeğiniz çok, bir hatırınızı sorayım dedim....’’

           Bu duyguyu hiçbir meslekte yaşayamaz insan!.. Duygulanır ve  o ses alır  yıllarca geriye götürür sizi!...

                     ***

           Biz  yine  konumuza dönelim:

           70’ li yılların sonu, ülkemizin her tarafı gençlik hareketleriyle ve silahlı çatışmalarla   kaynamakta. Belki her gün en az üç, beş gencimiz, polis ve öğretmenlerimiz  o  zaman ki,  sağ- sol  çatışması denilen hareketlerde yaralanıyor ve ölüyorlardı. Aslında bu, sağ-sol benzetmesini o günde sevmedim, bugünde  sevmiyorum.

         Çünkü yerine oturmuş ve gerçeği yansıtan bir kavram olmadığı için kestirmeden sağ- sol çatışması tabiri kullandık. Aradan geçen çok zaman sonra, öğrenci hareketlerinin, bir sağ, sol çatışmasından ziyade, emperyalist devletlerin, Türkiye üzerindeki menfaat çatışmalarından dolayı, öğrenci guruplarını kullandıklarını, Üniversiteleri savaş alanı haline getirerek, Türkiye’yi kardeş kavgasına sürükleyip, sağ-sol,  Alevi- Sünni, bu da tutmazsa, Türk- Kürt  çatışmasıyla bölmek  isteyen güçlerin, devletimizi, milletimizi,  ABD’nin, SSCB veya Çin’in bir peyki yapmak istedikleri gerçeği, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra bütün çıplaklığıyla  ortaya çıktı.

       Esasen bizler ülkücü hareket olarak bu gerçeği o günlerden biliyorduk, biliyorduk da  geri dönülmez bir mücadelenin içinden, vatan millet savunmasını  yarı yolda bırakamazdık ve bırakmadık da...

            O günkü şartlar içerisinden karşılıklı müsadere içinde  ülkücü hareketin,   şehadete eren beş bin ülkücü vatan evladını, genç yaşta kara toprağın bağrına, mübarek kanlarını vatanın bölünmezliği, milletin bütünlüğü, ay yıldızlı bayrağımızın semalarda dalgalanması uğruna şehit olduğu günlerdi...

        Hepsine  Allah rahmet etsin, saygı ve minnetle anıyorum.. Fakat  sol cenahtan da, ülkemizi, kendi inançları doğrultusunda emperyalizme karşı savunmak için mücadele veren sol gençliğin büyük bir kısmının da yurtsever, namuslu, dürüst insanlar olduklarını zaman içinde onlar bizi, biz onları kısmen de olsun anlamış olduk.

           O günleri anlatmak için, ülkenin genel durumu ve panoramasını kısa da  olsa yazmadan geçmek mümkün olmuyor. Ülkenin şartları  ve genel ahvali neyse, Terme’nin durumu da bu genellemeden farklı olduğu düşünülemez...

         Neyse efendim biz konumuza dönelim tekrar. Şimdiki nüfusu 70.000 lerin üzerinde olan  Samsun’un Terme İlçesi   o yıllarda  15-16.000 nüfuslu sakin,  yeşillikler içerisinde, doğa güzelliği harika, fındığı, pirinci ve bilhassa pidesiyle ünlü şirin bir yerdi.

           Tam ortasından akan Terme Çayı, şehre kattığı güzellikle ayrı bir muhteşem. Birkaç kilometre ilerideki Miliç Sahili , bir dinlenme , sayfiye yeri olmanın da ötesinde , tüm güzellikleriyle, tertemiz denizi, kumları , güneşi ile turistik öneme haiz müstesna bir yer şüphesiz...

           O yıllarda Terme Çayı boyunca akşam gezintilerimizde, tabiatın güzelliğini esirgemediği yeşilliklerin, nazlı nazlı akan Terme Çayı üzerinde akislerin seyretmek, günün yorgunluğunu unutturuyordu herkese.

         Suyun huzur verici sessizliği ve hayranlık uyandıran renkleri seyretmeye doyum olmazdı. Ülkenin ve o yılların gergin ortamı, doğanın renginde, akşam güneşinin suya vurduğu akislerde, sessiz ve sakin akan suyun ritminde kaybolduğunu görmek istercesine kendine çekerdi akan ırmağın güzelliği.

            Karadeniz genelde yağmurludur. Islanmak da ayrı bir güzel Terme’de. Güneşin, yağan bulutların hemen arkasından kendini göstermek istercesine, ıslanmış toprağı ısıtarak, nefis toprak kokusunu etrafa yaymasının ve ağaçların yaprak esintilerinin çıkardığı ahenk de başka güzellik ve huzur katar insana.

           Hayvanların geniş arazilerde,  özgürce yemyeşil alanlarda sürü şeklinde otladığını, hatta oto yolda aniden önünüze çıkması yadırganmazdı orada... Doğa her daim canlıdır , monotonluğu sevmez.

      Çok  köyleri   yeşillikler  içinde bir ağaç denizi gibidir. Çam, köknar, meşe, söğüt ve kavak ağaç türleri her tarafta yaygındır. Onların altında, mısır ve fındık  bahçeleri  iç içedir. Suyun daha bol olduğu yerlerde çeltik tarlaları daha ayrı bir görünüm arz eder.

           Terme’nin meşhur pidesini demiştim. Belki yıllar içinde hak ettiği tanınmışlık ve marka değerini alamamış olduğunu düşünüyorum. Terme pidesi bir marka olarak tescili eğer yapılmamışsa mutlaka yapılmalıdır. O sıralar evde yemek yapmayı da pek bilmediğimizden, öğlen akşam pide yemek tek alışkanlığımız olmuştu.

         O zamanlar da çok pideci vardı ama biz Şerif abimizin yani, Şerif  Alişar’ın pide salonundan  çıkmazdık.  Terme Pideciliğinde otorite ve ustadır  kendisi. O bir başkaydı, mütevazi kişiliği, güler yüzü, sakinliği ve hoş sohbetiyle unutamadığımız bir büyüğümüzdür o. Allah uzun ömürler versin kendisine...

        İmam Hatip Lisesinde göreve başladıktan sonra, bekar olan arkadaşlarla okula yakın yerde ev kiraladık. Evin temeli  toprak  üstünde,  biraz  yükseklikte olduğundan, su  birikintilerinden ve bölgenin de yağışlı olmasından  rutebetliydi.

     Akşam olunca, hemen yanımızdaki mısır bahçesinden gelen cırcır böceklerinin sesine, kurbağaların sesi de iştirak ettiğinde, gecenin sessizliğinde, doğanın o tabi  seslerinden  oluşan  nağmenin   huzurunu,  bir müzik  orkestrasının  ritminde bile  bulamazdı insan...

        Terme’nin insanı misafir severdir. Dışarıdan gelene daha bir sıcak bakar. Kocaman Caddesindeki okuldan çıkıp, çarşıya gidinceye kadar en az beş on esnaf çayını içmeye davet eder. Bir isteğin olup olmadığını , halını  hatırını sormadan geçmez...

           İşte o günlerde, fakültelerde ki boykot  ve işgaller henüz Liselere kadar sıçramış değildi. Fakat içten içe  kaynaşmalar, Orta dereceli  okullara bile sıçramıştı.  

                        ***

          İlk göreve başladığım ve ilk göz ağrım olan okul Terme İmam Hatip Lisesi, kısmen daha sakin bir görünümdeydi. Üniversite yıllarımızda her birimiz, tabiri caizse ateş çemberinin içinden çıkmışçasına, vatanımızın bölünmezliği, milletimizin bütünlüğü, Türklük bilincinin varlığı ve korunması uğruna  gözü kara birer mücadeleci kimliğimizle okullardaki  görevimize başladık.

        Bizler o günlerde, İlay’ı Kelimetullah ve Nizam’ı Alem uğruna, kendimizi Turan ve Turancılık  davasının yıkılmaz ve yılmaz neferleri olarak görüyorduk...

    Turan ülkümüzden bugünde hala  realist  çizgimizde  değişiklik olduğu söylenemez. Türklerin yaşadıkları coğrafyada bağımsız olmalarını istemektir. Devletleri yıkmak ve ortadan kaldırmak düşüncesi değildir Turan ülküsü...

        Turancılık bazılarınca şovenistlik, bazılarınca ırkçılık ve ham hayal olarak  görülebilir. Bizim için nasıl görüldüğü fark etmez. Yıkılmaz zannedilen SSCB, 1990’lı yıllarda dağıldı. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi düşüncesi de bir hayal olarak düşünenler oldu. Yavuz Sultan Selim’in elli bin kişilik ordusuyla susuz ve kavurucu çöl sıcağından geçemez, Mısır’ı feth edemez  diyenler içinde bir hayaldi.

          Büyük Türk hükümdarı Atilla’nın  Asya’dan kalkıp, kavimler göçünü başlatması, Batı Roma’yı yıkması ve Poltova önlerine kadar ilerlemesi de hayal edilerek düşünülmüş ve sonra da gerçekleşmiş bir vakıaydı.

      10.Ağustos 1920 Sevr anlaşmasıyla tamamen parçalanmış ve yıkılmış Osmanlı’nın külleri üzerinden yedi düvele karşı vuruşularak kazanılmış bağımsızlık savaşı da bir hayaldi.

         Son yüzyılın en büyük savaş  stratejisi ve siyaset dâhisi büyük kahraman  Atatürk ve silah arkadaşlarını da;   başta Vahidettin, Damat Ferit, Ali Kemal ve  Anzavurlar ve  İngiliz, Yunan, Fransız, İtalyan ve ABD gibi dış ve iç düşmanlara göre de,  Türk Devleti dirilmemek üzere ölmüştü. Onlara göre de Kuvay’ı Milliye bir çapulcu ve isyancılar güruhuydu!..

         Hülasa, Turan ülküsü bir hayalle başlayan ve büyük dağların ardında  ulaşılması  güç nazlı bir anka kuşuna benzertik biz onu. Halâ  da öyledir. Kovaladıkça kaçar, tam eriştiğini ve tuttuğunu zannettiğin yerde yine nazlanarak uçar. 80 öncesinin ülkücülüğü bir kurgusal idealizm özelliğini de koruyordu...

        Çoğu zaman erişilmesi güç  bir  hayal alemine kanatlandırmıştır bizi. Nizam-ı  Alem ülküsü veya yeniden ve tekrar yeni bir Cihan Hakimiyeti Mefküresi’nin düşüncesi vatan savunmasında  canlı ve diri tutmuştur. Alman Nazi ırkçılığından çok farklı, Türk  Milletini yeniden diriltme ve yaşatma mücadelesinin motivasyonu olmuştur...

         Böyle düşüncelerle donanmış bir ortamın döneminde, aynı  dönemde değişik branşlardan dört beş ülkücü öğretmenin, İmam Hatip Lisesine atanmasının memnuniyetsizliği bir anda ortaya çıktı.

       Marksist, Leninist, Mao’cu düşünce çizgisindeki  o zamanlarda aşırı sol denilen kesimle, Ülkücü kesim arasındaki mücadele, yukarıda belirttiğimiz gibi, tam da emperyalist ülkelerin ülkemiz üzerine yazdıkları senaryoya uygun biçimde devam ediyordu.

         Üniversiteler’de eğitim yapılamaz hale gelmiş, boykotlar devam etmekte, Okullar, sokaklar, caddeler tamamen bölünmüş , meslek gurupları bile aralarında fraksiyonlara ayrılmıştı.

    Mahalleler, bazı bölge ve şehirlerin  kurtarılmış bölge ilan edildiği yıllardı. Ülkücülerin hakim oldukları bölgelere aşırı ve bölücü solun fraksiyon gurupları giremediği gibi, sol kesimin kurtarılmış bölge ilan ettikleri yerlere de ülkücü olanlar giremezdi...

      Her iki gurubun da hiçbir yerde can güvenlikleri yoktu. İster yanlış, ister doğru düşüncede olsun her iki gurubun gençleri de idealist insanlardı. Vatan, millet  düşüncesinin zıt yönde ki, farklı fraksiyonlarından oluşmuş, aktif, dinamik, hareketli ama, namuslu, birbirlerini satmayan, inanmış kitlelerden oluşmuş milis gurupları gibiydi...

        O günlerde, etliye, sütlüye  güya hiçbir şeye karışmaz  havası içinde, gerek ülkücü gerekse devrimci öğrencilerin  giremedikleri, okuyamadıkları ama her yerde rahat gezdikleri, başka fraksiyon  gurupları da mevcuttu.

      Bunlar kendilerini, ağırbaşlı, olgun, olaylara karışmayan, akıllı,    ve  hakem pozisyonunda gördüklerinden biz ve bizim görüşümüzde olanlar, biraz şovenist, maceracı, hatta biraz da  deli görünen kişilerdik!..

       Esasen o günlerde, bugün tasvip etmediğimiz gerilimler, sürtüşmeler kendini kısa zamanda göstermeye başladı. Ben burada bir fikir ayrılığının tartışmalarına  veya  haklı, haklılık ölçüsünü tartışacak ve   yazacak değilim. O günkü şartlarda ülkücüler olarak biz davamızın haklılığına ve kutsiyetine inanarak, büyük bir gayretle, aşkla , şevkle öğrencilerimize bir şeyler verebilmenin gayretiyle doluyduk.

       O sıralarda  milli görüş  düşüncesinde olan bazı  arkadaşların maalesef, bizleri dışlamak istercesine, neredeyse İslami halkanın dışında görme tavırlarına karşı biz de net tavrımızı ortaya koymaktan çekinmedik...

          Tabi ki, genç, enerjik, motivasyon dolu, idealist öğretmen olmanın gerektirdiği anlayışı içerisinde öğrencilerimize yaklaştık ve kabul de gördük.

         Ama hiçbir şekilde, hiçbir öğrencimize, notumuzu asla silah olarak kullanmadık, aklımızdan da geçmedi. Zira alın emeği kul hakkıdır. Kul hakkına tecavüz ise, Allah’ın affetmediği günah olduğuna inandığımız için her öğrencimizi, aslı, nesli, meşrebi , inancı  ve  görüşü, ne olursa olsun aynı ve eşit mesafede gördüğümdendir.  Şimdi bu yazımı okuyacak olan, Terme İmam Hatip Lisesindeki tüm  öğrencilerimizin  buna şahit  olacaklarını zannediyorum.

           Bilmeden yanılarak yapmış olduğumuz hatalarımız ve kırdığımız gönüller mutlaka olmuştur.   Fakat yine belirtiyorum,  ne bir öğrencimize baskı yaptık, ne de hak ettiği nottan bir gram azını verdik. Tam tersi her öğrencimize, ama her öğrencimize hakkından fazlasını verdik.

            Okulumuzda,  çok saygın , değerli  İlahiyatçı  Öğretmen  arkadaşlarımız da vardı. Siyaseti  ve ideolojik düşüncesini saplantı haline getirmeden,  mesleki dayanışmanın ve insanlık ilişkisinin önemine değer veren  kıymetli hocalarımızla bugün hala mesaimiz ve görüşmelerimiz devam ediyor.

                   ***

         Bir  yıl sonu karne notlarını vermeye hazırlandığımız  dönemde, yanılmıyorsam Lise 2 deki bir sınıfa derse girmiştim. Sınıfta derin bir sükünet, bir hüzün havası ve yüzleri  tokattan  kızarmış ,darp edilmiş öğrenciler  gördüm.

      Sınıfta neler olduğunu sorduğumda,  maalesef egosunu yenememiş, hatta kendini aşamamış bir Öğretmen arkadaşın sınıfta ulu orta, yumruk ve tokatla feci olarak  birkaç öğrenciyi dövdüğünü şikayet ettiler. Her öğrenci de korkardı ondan...

           Ben havayı dağıtmak için,  ‘’ Çocuklar hocanın vurduğu yerde gül biter...’’  sözünü duymadınız mı, olur arada böyle şeyler diyerek teskin etmeye çalıştım. Koskoca bir çocuk olan Mhs... arka sırada ağlamasına dayanamadım. Zira bu ve buna benzer olaylar bir çok defa tekerrür etmişti. Maalesef notu silah gibi kullandığını ve  bir Öğretmen gibi değil de militan gibi davranışları  olduğu zaten  biliniyordu.

         Tamam; karı ile kocanın, talebe ile hocanın arasına girilmez, girilmez de nihayetinde bu çocuklar bizim öğrencilerimizdi. O arkadaş kendisine deli diyorsa, biz daha da  deliydik...Şimdi gülüyorum tabi  bu yaşananlara... Neyse, sınıf  başkanını kaldırdım, birkaç kişiye daha sordum, olay anlaşılmıştı.

         ‘’ Falanca yere neden gittiniz, ben size tenbih etmedim mi,  filanca kişilerle neden konuşuyorsunuz, bir daha o tür kitapları okuduğunuzu görmeyim....’’   gibi dersle ve notla ilgisi olmayan  bir sürü tehdit, korku,  baskı ve tahakkümün artık bu kadarı fazlaydı.

         O hızla dersten çıktım, Müdürümüz Salih Bey’in bu mevzuyu halletmesini, yoksa biz kendi çabalarımızla  bu ve buna benzer yaşanmış olaylara müdahale etmek zorunda kalacağımızı ve bunu yapacağımızı bilmesini istediğimizi ve bu kişinin  derhal çağrılarak konuşulmasını kesin bir dille anlattım. Müdürümüz Salih Bey tecrübeliydi.

          Olay duyulmuştu, benim Müdür Bey’e söylediklerimi  bilmeden, bizim öteki arkadaşlar da topluca Müdür Bey’in odasına girip adeta bir ültimatom benzeri konuşmalarından  yarım saat sonra Salih Bey, bizi tekrar  odasına çağırdı.

        Çocukların beyanlarının alınmasını, eğer biz haksızsak bizim hakkımızda da soruşturma açılmasını ve  olayın kapanmamasını kesin  olarak bildirdik. O meslekçi  arkadaşımız bizim yanımıza gelmedi. Biz de olayın peşini bırakmadık.

           Bir gün sonra Salih Bey beni ve birkaç arkadaşı dersteyken çağırttı.  Odasına gittiğimizde yanında İlahiyatçı olan arkadaşımız Cengiz  Gül  Bey vardı.

          Yanılmıyorsam Müdürümüz, daha mutedil ve ağırbaşlı, herkesin güvenini kazanan Cengiz Gül Bey’i bu işin kapanması için aracı olarak gönderdi. Salih Bey’in  samimi ricaları ve Cengiz Bey’in bizi iknaları sonucunda şikayet dilekçelerimizi geri aldık.

        Ama bundan sonra buna benzer bir olaya müsaade etmeyeceğimizi, tekrar  sebebiyet verilmesinin infiale sebep olacağının  iyice anlaşılmasını istedik ve anlaşıldı da.... O günleri yaşamayan  şimdiki nesil,  o günkü şartları idrak edemeyeceklerinden,  ‘’...Yahu bunlar her iki tarafta öğretmen değil, sanki militanlarmış...’’ ️ der  gibi olduklarını tahmin eder gibiyim...

         Kim ne derse ve düşünürse  umurumda  değil. Olması gereken tarihi misyonun içindeki  görevlerimizi yaptık hepsi bu.

         Türkiye’nin o zaman ki şartları içinde,  idealist olmamız, gözü kara olmamız,  Rahmetli Başbuğumuzdan aldığımız düsturla, çakma değil hakiki ülkücüler olmamızın üzerinden geçen o günlerden bu günlere yolumuz, çizgimiz hiç değişmeden devam etti geldi.

     2011 yılında  MHP'den  İstanbul 1.bölgeden milletvekili adayı olmama rağmen, Parti'nin değişen çizgisi üzerine, 2018 yılında, 40 yıllık partimden istifa etmemin sebebi değişmeyen çizgimizin anlayışı olmuştur....

     Bilhassa 12 Eylül’den sonra, gerçek bir muhasebe ve sorgulama  yaptık kendimizi.   Özümüzden taviz vermeden, fikriyatın particilik olmayacağını   bilerek, milliyetçi duruşumuzu, şahıslardan ve particilikten çok öte, olduğunu düşündük.

    Bu değerlendirmenin gereği içinde,  Türk’ün medeniyet hamurunda  yeniden yoğurulmasının zarureti  olduğunun inancıyla   değişerek gelişmenin elzem olduğunu anladım...

        Olaylara, insanlara, tam cepheden  dik , 90 dereceden bakma yerine daha geniş açıdan, daha geniş persektiften  ve empati yaparak  düşünce çizgimin sınırlarını  geliştirdiğime inanıyorum.

       Etnik bölücülük ve ırkçılık haricinde, Türk Milleti’nin değerleriyle hesaplaşma içinde olmayan, Türkiye Cumhuriyeti’ne  düşmanlık beslemeyen, Türklük aidiyetine saygı duyan, Yüce İslam’ı  şahsi değerlerine alet etmeyen, dindarlık değil , dincilik yapmayan herkesle barıştım...

                     ****

           Olayları ve Terme’de geçen o güzel  insanları ,  unutulmaz yaşananları çok kısa atlayarak geçmek zorunda olduğumdan, gelelim tekrar asıl konumuza:

           Cengiz Bey hocamla kısa sürede çok candan dost olduk. Dini alandaki eksiklerimizi ve öğrenmek istediklerimi en çok ona sorardım.

      Bir gün Cengiz Hoca’dan elimdeki Türkçe  okunuşuyla yazılmış Yasin’i Şerifi  göstererek, ezberlemek istediğimi, Türkçe’de olmayan  tecvit kurallarını  yazmasını istedim. Sağ olsun beni kırmadı yazdı ama,   ‘’...sana bir şey söyleyeceğim...’’    dedi, her zamanki güleç yüzüyle.

           - Evet hocam dedim.

           - Ben bunları yazdım, düzelttim ama aslı gibi olmaz, en iyisi sana Kur’an okumayı öğretelim dedi ve ilave etti.

           - Faruk hocam,  yetmiş yaşındaki bir kadını ne kadar süslersen süsle, hiç yirmi yaşındaki gelin gibi olur mu?

            - Olmaz tabi dedim ve gülüştük...

             Günler günleri, aylar yılları kovalarken, toplum da belki yüzde seksen fazlası bir darbe beklentisi içindeydi. Olaylar yatışmamış, ülke tam bir kaos içinde kardeş kavgasına sürükleniyordu. Şehirlerde caddeler ve sokaklar bölünmüş, can emniyeti kalmamıştı.

         Hatta birçok Öğretmenin derse girme güvenliği bile kalmamıştı. Tam bu sıralarda Terme’deki kendi fındık Fabrikasında çalışırken,  Lokman Kondakçı kardeşimizin vurulduğu haberini aldık. Derhal Samsunda ki, kaldırılan özel hastanede ziyaretine gittik. Hayati tehlikesini atlattıktan sonra, öğretmen arkadaşlarımızla  kendi kendimizi  nasıl koruyacağımızın tedbirlerini düşündük ve aldık...

           Terme’de daha da gergin ve hareketli günler yaşanmaya başlamıştı. Her akşam değişik çay ocağında oturma yerine,  o zamanlar manifaturacılık yapan Eyüp Güney kardeşimizin tam karşısındaki küçük çay ocağında tedbirlerimizi alarak oturmak zorunda kaldık.

        O zaman açığa alınmış  olan çok değerli  Edebiyat Öğretmeni  HÜSEYİN ÖZBAY  abimiz,  hepimizden daha akıllı olduğu için, onun tavsiyeleri üzerine akşam sohbetlerini bizim arkadaşlarla beraber kaldığımız  bekarlık malikanesinde yapmaya başladık. Hüseyin Özbay abimiz, mantıklı düşünceli, nazik, kibar, soğuk kanlı hareketleri ile bizim fikir ideoluğumuz sayılırdı.

           Terme Lisesinde Matematik Öğretmeni olan çok değerli EROL KAYA kardeşimiz, öğlenciydi,  gündüz geç saate  kadar   uykusunu aldığından  uyumamak için  akşam sohbetlerinin uzamasını da bu yüzden çok severdi. Şimdi rahmetli olan UYGUR SAYILIR kardeşimizi, Erol Bey uyutmazdı.  Rahmetliyi  gece birlere ikilere kadar konuşturduğu çok zamanlar olmuştur.

    Artık geceleri eve dönerken arkadaşlarla aynı hizada değil, ani bir saldırıya  karşı, yolun her iki yanında birer,ikişerli birbirimizi önden ve arkadan koruyacak usulde yürümeye başladık.Hatta bazı geceler balkonun karanlığında hedef gözeterek ,yani kendi evimizin balkonunda nöbet tutmak zorunda kaldığımız günler oldu...

    İşte böyle bir gecenin gününde, Lisede öğretmen olan EROL KAYA kardeşimizin gündüz gözüyle okul yolunda dövüldüğü bardağı taşıran damla oldu.

   Terme'de bir asayiş patlamasının önüne zor geçtik. Gerek Terme'deki, gerekse Samsun ve sair yerlerden gelen gençleri yatıştırmak, teskin etmek çok zor oldu ama başardık. Her taraf fitili tutuşmuş bir bomba gibi patlamaya hazırdı. Gerek emniyette, gerekse sair yerlere verdiğimiz kararlı ve dik duruşumuzun mesajı alınmıştı. Olayların büyümesini önlemiştir...

          Neyse, günler ayları bu şekilde kovalarken 11 Eylül 1980 akşamı, arkadaşlarla yine neşeli, espirili, derin sohbetler yaptıktan sonra dedim ki, arkadaşlar, hazırlıklı olun yarın sabah darbe olabilir dedim ve esasen herkes de bekliyordu...

        O sırada Samsun’da avukatlık yapan abime de merak etmemesi için haber verdim. En önemlisi de, bizim hatunla yeni tanışmamızdı o günler. Birbirimizi görmüş, beğenmiş ama tam olarak birbirimizi tanımıyorduk.  Henüz, tanışma arefesinde olduğumuzdan,  eğer benden haber alamazsa merak etmemesini, tutuklanmış olabileceğimi, içerden çıktıktan sonra nişan düğün yapacağımızı söylemeyi de ihmal etmedim.

                         ***

         O gece, gece yarısından sonra kapının zili acı acı çaldı. Dışarıda bir askeri araba, iki üç tane Jandarma ve Polis  gelerek,    ‘’...Hoca bizimle  karakola kadar geleceksiniz...’’  sözünün manasını çok iyi anladım. Apar topar bindik arabaya, sabaha kadar ellerine tutuşturulmuş listede  bulunan herkes toplanarak karakola getirildik...

        Terme İmam Hatip Lisesinde, hademesinden müdürüne kadar, bazı öğrenciler de ( Hüseyin Ko gibi...) dahil tutuklanıp götürüldük.

         Ben de, Ülkü Bir ( Ülkücü Öğretmenler Birliği) yönetim kurulu üyesi olmamdan tabi ki, tutuklanacalar listesinin ön sıralarında bulunuyordum...Bütün gün sorgu sualden sonra, akşama doğru Samsun’daki askeri barakalara toplandık. O  akşam biz ve diğer ilçelerden aşağı yukarı en az beş yüz kişi  barakalara doldurulduk. 

        Terme’den, Çarşamba’dan, Bafra’dan ve her ilçeden, ülkücü, devrimci, milli görüşten her gurup insan, öğretmeni, öğrencisin  getiriliyordu. Daha ikinci günde bulunduğumuz yerin sayısı bin kişiye yaklaşmış gibiydi. Gelenler, karşıt görüşlerden olduklarından,  darbecilerin tabiriyle,  ‘’ Karıştır- barıştır...’’    anlayışıyla aynı yataklarda üç kişi bir arada yatmak zorunda bırakıldık...

         Geldiğimizin ikinci gecesi, Bafra’dan sol görüşlü guruplar bizim olduğumuz yere getirilmişti. O gece getirilen sol görüşlü kişilere o  kadar insanlık dışı işkenceler yapılmıştı ki, onların inlemelerinden sabaha kadar biz de uyuyamadık.

       Terme’den gelen gurup olarak bizler daha şanslıydık. Hiçbir işkence ve insanlık dışı muamele  yapılmamıştı bize.  Ama ertesi günü Çarşamba, Ladik, Vezirköprü ve sair ilçelerden getirilen ülkücü gençlere yapılan işkenceyi gördükten sonra insanlığımızdan da utandık. Sanki işkenceyle 12 Eylül yönetimi güya bizi adam edecekti. Tam tersi daha bilendik ve güçlendik orada!...

          Değişik görüşlerdeki gençler üç vardiya halinde ikişer saatlik arayla aynı yataklarda yatmak zorunda bırakıldığından, yılların birikimi ve kiniyle mücadele etmiş insanların korkusuzca bir arada yatmaları tabi ki mümkün değildi. Her guruptan olanlar, yanındaki yatan insan tarafından ansızın, ya boğularak ya da jiletle kesilerek öldürülme tehlikesini yaşadığından,  geceleri vardiya usulü  yatanların yanında  nöbet tutmak mecburiydi...

                                         KONTENJANDAN   TUVALETE  GİTMEK!..

          İçerde  kapasitenin üstünde insan vardı. Çoğuna yakın kimse de sigara  içtiğinden , pis ve  kirli havadan , dumandan nefes almakta çok zorlanmaya başladık. Benim gibi sigaradan rahatsız olan arkadaşlar toplanıp  sırayla kapı ve pencere aralıklarından üç beş dakika temiz hava alabilmek için çok defa sıraya girdiğimiz zamanlar oldu.

        Yattığımız yastıklara ise  tırnakla adımızı, soyadımızı yazabiliyorduk, yastıkların yağından ve kirinden tabi ki!..️Bitlenmemek için bir numara saç  traşı  olma  mecburiyeti getirildi. O gün traş olmak için sıra beklerken baktım ki, bizim okuldaki öğretmen arkadaşlar sıraya girmişler traş oluyorlar.

      O gün, Mehmet Yıldırım Bey hocamıza takılmadan geçemedim. Elinde makas tam bir kuaför disiplini içinde  ben ve bir kaç arkadaş saçları kestirdik. Mehmet Bey’e takıldım. Hocam  merak etmeyin, üzülmeyin sizin mesleğiniz hazır demiştim, bayağı gülüştük aramızda.

          Temel Ayçiçek hocamız, rahmetli Uygur Sayılır, Cengiz Gül ve daha bazı arkadaşlar hep birlikte,  bir aşağı bir yukarı volta atarken, ne zaman çıkar, ne  zaman çıkmayız diye konuşurken, Temel Bey  dedi ki;  ‘’...Ben dün gece hangi ay ve kaç gün sonra çıkacağımızı rüyamda gördüm...’’   dedi.  Gerçekten de, Temel Bey’in dediği gün tahliye olduk...

          Cengiz Bey’de İlahiyatçı olduğundan bize tarihten kıssalar anlatarak, adam öldürmediğimizi, suç işlemediğimizi, sabır etmemiz gerektiğini anlatarak arkadaşları teselli etmeye çalışıyordu. Ben bekar olduğumdan herhalde,  evli barklı olan bir çok arkadaşın aksine daha rahat ve gülüyordum. Hatta sohbetlerde çok koyu olduğundan benim için biraz da eğlenceli geçiyordu o günler.         

           O ilk günlerin zor bir tarafı da tuvalete gitmek çok zordu. Stalin Rusya’sının hayvan vagonlarındakine benzer  biçimde  bizi topluca bir yere doldurduklarından, o kadar insana mevcut sınırlı sayıdaki tuvalet çok yetersiz kalıyordu. Belki de  işkence çektirmek için, mahsus bu  şekilde bir zor yola  başvuruldu.  O şartlar içinde tuvalet ihtiyacını gidermek imkansızdı.

            Herkes rahatsızdı bu durumdan. Günde ancak iki defa o da üçer dakikalık aralarla onar, yirmişer kişilik guruplar halinde  bir Astsubay’ın nezaretinde ve hazır ol vaziyetinde gidiyorduk. Komutanın gir düdüğüyle uygun ve düzgün adımlarla girip, yine üç dakika sonra çalan düdükle çıkma mecburiyeti  vardı. Tabi ki çok kimse ihtiyacını gideremediğinden bir sonraki sıranın gelmesini beklemekten başka çare yoktu...

             Yetkililere ısrarlı şikayetlerden sonra nihayet bir gün , uzun ve geniş salonun tam çıkış kapısına yakın yerde,  iki   Jandarma eri  ellerinde iki    tane  boş gaz tenekesini  büyük bir disiplin içinde bıraktıklarını  gördük.

            Birkaç saat sonra, tek sıra halinde uzun bir kuyruk sırası oluştu. Bu nedir diye sormaya kalkmadan bizim arkadaşlardan ;  Cengiz Bey, Temel Bey, Uygur Bey, Müdür Salih Bey ve daha bazı arkadaşların,  ‘’ ...Faruk Hoca koş, kontenjandan tuvalete  gitme sırası varmış, yetiş hemen kuyruğa girelim...’’  demeleri üzerine ben de takıldım peşlerine...

           Nihayet sıra bize de geldi, kontenjandan tuvalete gidip ve  birkaç dakika olsun temiz hava da alacaktık..

           O da ne? Sırası gelen herkes tenekeye işeyip, işeyip gidiyordu. Sidik dolan tenekeyi de dışarıya götürüp dökmek de kontenjandan torpilmiş. Neyse tam bana sıra geldi, arkamdan bekleyen bir sürü kişi olduğundan bir türlü yapamıyordum.  Bekle, bekle yok... Arkadan;  hadi hoca, hadi sırada bekleyenler var...

          Arkada bekleyenler varken ve herkes bakarken işemek kolay mı? Hem de ulu orta üç saatte beklesem nafile. Çıktım sıradan!..

         Bizim gurup kibar insanlar. Meğer herkes benim gibiymiş. Arkadaşların,  arkamda sırada bekleyenler varken o tenekelere işeyemem demeleri üzerine, ben de rahat nefes alıp, kendi kendime kızmayı bıraktım ve başka hal çareleri düşündüm.

         Sıradan çıktık, sağa sola bakarken,  bir düdük sesi...

        Kontenjandan dışarı çıkacaklar gelsiinnn!...

        Birkaç uyanık ve gözü açık hemen daldılar ileriye. Komutan tüm ciddiyetle ikişer kişi tutsun tenekeleri marş marşşş !...

        Zavallılar ne yapsın, elleri ağzına kadar dolu sidik tenekelerinin içinde, kontenjandan ve hem de torpilden dışarı çıkmanın mutluluğunu yaşadılar mı, yaşamadılar mı orasını bilemem artık.

     Ama  benim sonradan bulduğum,  özel alternatif metodundan,  guruptaki arkadaşlara kıyak çektiğim eğer duyulmuş olsaydı, hiç şüphesiz disiplin ve emirlere itaatsizlikten   bir ay daha fazladan yatardık içerde!...

       Ve kanlı 12 Eylül, Türkiye tarihinin, en idealist, en yetişmiş en vatansever, gençlerini bir silindir gibi ezdi geçti. Ezmeden öncesinde de, ihtilalin  olgunlaşması uğruna binlerce gencini  birbirine vurdurarak, kırdırdı, geçti!...

Editör: TE Bilisim