Gümüşhane ekibiyle 30 saat sonra gelen mutluluk Gümüşhane ekibiyle 30 saat sonra gelen mutluluk
 Yeni bir yıla girdik. Her yeni yıl, yeni bir başlangıçtır. Açılan yeni ve temiz bir sayfadır. Bu sayfanın yıl sonunda mutluluk sözleri ile sonuçlanması, milletçe göstereceğimiz omurgalı duruşa ve ortaya koyacağımız sağlam iradeye bağlı. Bütün umudunu kaybetmiş, ezik ve silik bir duruş sergileyenlerin, mutlu sona kavuşmaları mümkün de değildir, hakkı da değildir.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, müttefiklerimizle birlikte biz de  yenik sayıldık. Ordumuz dağıtıldı ve ülkemizin dörtte üçü düşman ordularınca işgal edildi. Tarih boyunca esarete düşmemiş, hür ve bağımsız yaşamış Türk milleti, büyük bir korku içindedir. Bu, hürriyet ve istiklâlini kaybetme, esarete mahkûm olma  korkusudur. Vatanı, bayrağı  ve devleti ile tarih sahnesinden silinme, yabancı devletlerin boyunduruğuna girme korkusudur. En kötüsü, Türk milleti özgüvenini ve umudunu kaybetmiştir.

İşte Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, İstiklâl Savaşı’nın meşalesini, 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan böyle bir atmosferde yakmışlardır. “Ya istiklâl, ya ölüm!” parolasıyla yola çıkan Kuvva-yı Milliyeciler, binlerce sıkıntı ve imkânsızlık içinde, bir taraftan yeniden milli bir ordu kurmaya çalışırken, bir taraftan da milleti içinde bulunduğu korku ve umutsuzluk psikolojisinden kurtarmaya çalışıyorlardı. Mücadeleye başlamanın ve başarmanın ilk şartı, özgüveni ve moral gücü kazandırmak, maneviyatı güçlendirmekti. 

Savaşacağımız düşman hem sayıca, hem de silahça bizden çok üstündü. Karşımızda dünyanın ekonomisi en büyük ve teknolojisi en gelişmiş ülkelerinin orduları ve onların desteklediği Yunan orduları vardı. İşte İstiklâl Savaşı, böyle bir atmosferde başladı. Milletin ve ordunun acilen morale ihtiyacı vardı. İşte bu savaşın manevi komutanlarından Mehmet Akif Ersoy,  İstiklâl Marşı’nı yazma görevini böyle bir ortamda üstlendi. Taceddin Dergâhı’nın manevi ikliminde yazdığı milli marşımıza, milletimizin ve ordumuzun ihtiyacı olan bir umut ve moral sözcüğüyle başlaması gerekiyordu. Onu bulunca, gerisinin akıp geleceğini biliyordu.

Bundan sonrasını milli şairimiz Akif, yakın arkadaşı Eşref Edib’e şöyle anlatıyor: “Boş odaya girdiğimde, benim bugünkü sıkışıklığımı başka bir müslüman daha yaşadı mı diye düşündüm. Ülkenin her yanı düşmanla boğuşuyor diye düşünürken, birden Peygamber Efendimizin, sadece Hz. Ebubekir’le Mekke’den Medine’ye yaptığı Hicret olayı aklıma geldi. Peygamberimizi öldürmeye gelen Ebu Cehil’in yanında binlerce insan vardı. Mağaraya sığındıklarında, Peygamberimizin, endişelendiğini fark edince,  Ebubekir’e “Korkma Ebubekir, Allah bizimledir" deyişini hatırladım. Peygamberimizin, bizden daha büyük bir zorlukla karşılaştığı halde, teslim olmayışı aklıma geldi ve marşı yazmaya ‘Korkma!’ diyerek başladım.” 

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

Yıl 2018. Türkiye yurt dışında Suriye’de, iki süper güç ABD ve Rusya’nın güdümündeki bir savaşın içinde. Sınırımızın büyük bir kısmında, ileride Türkiye’yi tehdit edecek bir Kürt devletinin kurulmasına çalışılıyor. Irak’ta da sınırımızda, Kuzey Irak Kürt yönetimi bağımsız devlet olma mücadelesi veriyor. Soydaşlarımız olan Suriye ve Irak Türkmenleri perişan durumdalar. Hakları gaspedildiği gibi, varlıkları da ortadan kaldırılmak isteniyor. Bütün bunların yanı sıra Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkeleriyle de arası bozuk. Dünyada doğru dürüst dostumuz yok. Hatta bazı Müslüman devletler, biz Filistin’i desteklerken, onlar İsrail’i destekliyorlar.

Türkiye’nin içindeki durumlar da, yurt dışındaki durumumuzdan pek farklı değil. Güneydoğumuzda otuz yılı aşkın süredir bölücü PKK örgütü militanları ile savaşıyoruz. Bu savaşta bugüne kadar binlerce şehit verdik, hâlâ da vermeye devam ediyoruz. İç politikadaki durumumuz da pek iç açıcı değil. Kutuplaştırıcı bir nefret ve öfke diliyle millet karpuz gibi ortasından ayrılmış durumda. Siyasi partiler Kuzey ve Güney Kutbu kadar birbirinden uzak. Ötekileştirilenlerin temsilcisi olarak iktidara gelenler, bugün karşılarındaki kitleyi ötekileştirdiler. Karşı düşüncedekilerin kendini rahatça ifade edemediği, özgürce yazıp konuşamadığı, susturulduğu ve sindirildiği bir korku ortamını yaşıyoruz.

2018 Yılına geldiğimizde; gülmeyi unutmuş, mutsuz, huzursuz, kötümser, korkak ve ürkek bir toplumla karşı karşıyayız. Kurumların içinin boşaltıldığına inanıyor, adalete ve emniyet güçlerine güvenmiyor. En kötüsü, millet umudunu ve özgüvenini kaybetmiş. Bugünkü süreci, kaderi kabul ediyor. Yaygın olan “Ne yaparsanız yapın, bu değişmez” kabulünün, mutlaka aşılması gerekir. Yalnız bu psikolojide olanların şunu düşünmesi lazım. Bugünün şartları 1919’un şartlarından daha kötü değil. Bugün milletimiz daha eğitimli, daha örgütlü,  ekonomik durumu daha iyi, sanayisi daha güçlü, iletişimi daha kolay, sosyal medya yaygın kullanılıyor, dünya ile bağlantılarımız var. Ayrıca, ”Allah bir kapıyı kaparsa, bin kapıyı açar”  diyen bir Peygamberin ümmetiyiz.

Mevlâna diyor ki: ”Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidi bırakma! Akıllı insan bilir ki, ölümün arkasında bile daha güçlü bir hayat beklemektedir”. Biz de, 2018’in bir umut yılı olması dileğiyle diyoruz ki: “Korkma!” Hayatta korkulacak tek şey, korkunun kendisidir. Onu yenersek, bütün korkularımızdan kurtulacağız.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın… 
Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.

Dr. Sakin Öner


Editör: TE Bilisim