Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş süreci ve Kuvâ-yi Milliye döneminde; gayrimüslim imtiyazları ve kapitülasyonların sonucu ortaya çıkan ağır borçlanma, birkaç asırdır devam eden seri mağlubiyetler ve aşırı borçlanmanın getirdiği iç-dış kıskaç altında kalan ülke insanı, dayanılmaz kıtlık ve açlık sorunu yaşıyordu. Cephelerde milyonlarca şehitler verilmiş çağı okumak ve ülkeyi çağdaş dünyaya entegre etme konusundaki asırların ihmalleri birbirini kovalıyordu. Türk evlatları daha çok cephelerde can verirken dini azınlık da imtiyaz görüyordu. Millet fakir, yorgun düşmüş, umudunu yitirmiş ve harap bitap vaziyetteki millet, gönül rızası ile manda ya da müstemleke olmayı istiyordu. Osmanlı’nın son döneminde tarikatlar, cemaatler işgalci güçlerin tezlerini savunan beşinci kol üssü haline gelmişti. Dini yapıların istisnalar hariç ülkeyi nasıl tehdit ettiğini müstevlilerin içlerine nüfuz ettiğini ibret hayret ve şaşkınlıkla belgelerden okuyoruz. Hatta son dönemde Damat Ferit Paşa’nın Şeyhülislam’ı Dürrizade Abdullah Kuvâ-yi Milliye mensuplarının katlinin vacip olduğuna, Yunanlılara direnilmemesi gerektiğine dair verdiği fetva veriyor, bu fetva matbaada bastırılarak havadan İngiliz ve Yunan uçaklarıyla karadan da yerli Rum ve Ermeni çetelerinin eliyle bastırılan bildirilerle Anadolu’ya dağıtılıyordu. Böyle bir davranış ister istemez kurulan istiklal mahkemelerinde layıkıyla karşılığını buluyor ve suçlu bulunanlar idam ediliyordu.

Atatürk mü padişah mı?

Şartlar gereği okuma yazma oranının yüzde 5’in çok altında olması hasebiyle kamuya memur almak için okuma yazma bilen biri bulmakta zorlanılıyordu. Gayrimüslimlere verilen eğitim ve benzeri imtiyazlar sayesinde bu oranların onlarda çok yüksek olduğu görülüyordu. Demokrasi ile hukuk kültürünün vasat olduğu o toplumsal şartlarda padişah ve Atatürk arasında bir seçim yapılsa padişahın seçimi kazanması çok yüksek ihtimaldi. Hatta ülke nüfusunun yarıya yakınının gayrimüslim olması hasebiyle işgalcilerin tahrik, teşvik, yönlendirme ve beşinci kol faaliyetleriyle seçimi kazanmaları uzak bir ihtimal değildi. O şartlarda tam demokrasi talebi, esaret, işgal ve yok olma manivelası olmaktı. Bunu çok iyi okuyan Mustafa Kemal Atatürk, padişahın toplum üzerindeki nüfuzunu gördü ve süreci çok iyi yönetti. Hatta hilafet konusunu çok iyi değerlendirerek hem Hindistanlı Müslümanlarından yardım aldı hem de İngilizlere hilafet baskısı kurdurdu. Hatta Çarlık Rusya’sında kısıtlı olan demokrasi ve özgürlükleri ortadan kaldıran Bolşeviklere bile ihtiyaç duydu ve onlarla ilişki kurdu. Bunu demokrasinin hangi normu ile izah edebiliriz? Son ana kadar Sultan Vahdettin ile çok mutedil bir diyalog ve itaat dili kullanıp ilişkileri krize çevirmeden yöneterek zaman kazandı. Hem hilafet hem saltanat hem Rusya hem de Vahdettin ile ilişkilerindeki ustalık şartların getirdiği geçici bir mecburiyetti. Ancak daha sonra padişaha karşı açık tavrını ortaya koydu. Rusya ile ilişkilerini sadece komşuluk boyutuna indirgeyerek Sadabad Paktı’na yöneldi.

Gümüşhane ekibiyle 30 saat sonra gelen mutluluk Gümüşhane ekibiyle 30 saat sonra gelen mutluluk

Atatürk, şartları iyi değerlendiren, dünyayı çok iyi okuyan, deha, efsane bir lider ve gerçek analistti. Cumhuriyetin kuruluş paradigmaları bugün onun doğru strateji takip ettiğinin teyididir. O dönemin dünya liderlerinin neredeyse tamamı tarih sahnesinden silinirken; adeta ölümsüz bir efsane olan Atatürk’ün fikirleri Türk milletine bugün ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Bugünkü kafayla o döneme ait Atatürk’ten kâmil manada demokrasi ve hukuk beklemek işte bu iki kaideye ters değil midir? Avrupa’da sanayileşmenin ve işçi sınıfının ortaya çıkmasıyla gelişen hukuk ve demokrasi kültürünün özgürlüklerin hayata geçme süreci demokrasi mücadelesinde daha farklı şartlara haizdir. Gerek Osmanlı gerekse Türkiye Cumhuriyeti devletinin rejim değişikliği döneminde demokrasi kültürü ve hukuk bilinci dünya standartlarının çok altındaydı. Bunu çok iyi okuyan Atatürk demokratik hakları adeta çok kurak ulan tarlaya suyu belli ölçülerde verildiği gibi vermiştir. Bunun aksi mağlubiyet, pişmanlık, macera veya felakettir.

Hakların tam verilmesi kuvvetler ayrılığının hayata geçirilmesi belki de Atatürk’ü değil tekrar padişahlığı geri getirirdi. O yüzden o ara dönemi bir arızi dönem olarak değerlendirmek gerekmez mi? 1924 sonrası ve Atatürk’ün ölümüne kadar olan o dönemi İsmet İnönü’nün şeflik yıllarıyla karıştırmamak gerekir. Atatürk’ün ölümüyle İnönü, Türkiye’yi Amerikan yörüngesine oturtmuştu. Cumhuriyetin kuruluşunda var olan ve sonradan vazgeçtiği mandacılığın bir başka türlü hayata geçiriyordu. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş paradigması Türk milliyetçiliği olmasına rağmen İnönü, Türk milliyetçilerini Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve benzeri isimler 1944 yılında zindanlara atıyor, tabutluklara hapsediyor, Sovyet Rusya korkusuyla işkence ediyor ve Cumhuriyetin kuruluş değerlerine adeta ihanet ediyordu. Türk demokrasisi Amerikan vesayetine girmişti. Hala bu vesayet rejimi bazen sivil bazen askeri bazen karma devam ediyor. İktidara gelmek için Amerika kapılarını çalanlar iktidarı yakaladığında koltuğu tehlikeye girince mağduriyet edebiyatı yapmaya başlıyorlardı. Bunu yıllarca istisnalar hariç birçok siyasi İktidarda gördük.

Ülkenin demokrasi mücadelesini en çok sakat eden bu gizemli, gizli ve sinsi ilişkilerdir. 1980 öncesi Türk milliyetçilerinin iktidara yürüme süreci, MHP Tandoğan mitingi sonrası sekteye uğratılmış, 1 Mayıs’ta Taksim’de Gladio, kontrgerilla ve benzeri yöntemlerle katliam yapılmış ve ülkemiz Amerikan ihtilaline evrilmiştir. Atatürk sonrası Türk siyasetinin demokrasi ve hukuk mücadelesi özrü, samimiyet yetersizliği, mücadele eksikliği koltuğu elde ederken; demokratik hak ve evrensel söylemler koltuğa kavuşunca tamamen tersine çevrilen siyasi liderler serüvenidir. Bir başka çok önemli konu tarikatlar ve cemaatlerin Osmanlı’nın son döneminde elde ettikleri dini imtiyazı ülkenin güvenlik tehdidine dönüştürmüş olmalarıdır. Kurtuluş savaşına destek vermesi gerekenler İngiliz ve Yunan tezlerine alet olup onlara destek vermeleri çok manidardır. Bugün de FETÖ gibi dini kullanan birçok yapılar emperyalistlerin Truva atı olmuştur. Türkiye’nin çok acı yaşadığı 15 Temmuz süreci bunun çok açık ispatıdır. İşte bu unsurlar yani o günün FETÖ’cüleri Kurtuluş Savaşı’nda cezalandırılmıştır.

Bunu doğru okuyamayan, imtiyazlı ikamesi yapan siyaset kurumu ülkeyi daha çok 15 Temmuz’lara aday yapar. Devletin imtiyazlı tarikat ve cemaati olmaz Bu yapıları siyasetin arka bahçesi yapmak yeni maceralara davetiye çıkarmak, ateşle oynamaktır. İşte yetki ve hak ihlali, demokratik değer istismarını sırasıyla Adnan Menderes’de, Turgut Özal’da, Süleyman Demirel’de ve Recep Tayyip Erdoğan’da yaptı. Ve her türlü muktedir muhalefet bundan hiç geri kalmadı. Özetle demokrasi ve demokratik hukuk devleti, evrensel haklar eylemden çok özümseme yaşama ve geçirme sorunudur. Koltuğa kavuşuncaya kadar bülbül gibi ötenler, koltuğu elde edince baykuş gibi ihtilal, baskı, darbe, sivil dikta çığırtkanlığı hevesine kapıldılar. Bu yönü İtibari ile gerek şeflik yılları gerek Menderes dönemi demokrasi karnesi İtibari ile kırık not aldığımız sınıfta kaldığımız yıllar olmuştur. İdamlardan mensuplarını darağaçlarında feda eden Türk milliyetçilerinin medet umması abesle iştigaldir. Demokrasi çoğu kez terör ve bölücü örgütlerin bile meşru zeminlerde söylemi, eylemi, nümayişi, maskesi ve truva atıdır. Beşeriyetin keşfettiği en mütekamil yönetim biçimi demokrasinin her halde en önemli sorunu özümseme samimiyet sorunudur. Ağzından yağ bal akan, demokrasi ve özgürlük savunucu takiyyeciler, yetki ellerine geçince despotizme evriliyor.

Demokrasi, kendi sosyal ve siyasal iklimini fren mekanizmalarını güvencelerini oluşturmadan kurtarıcıların elinde çoğu kez çöküş ve hayal kırıklığıdır. Özetle demokratik hukuk devletini demokrasi ve temel evrensel insan haklarını hayata geçirmek, başta Türk milliyetçilerinin ve Türk milletinin dünyada en önemli eylemi, söylemi olmalıdır zira bugün en çok zulme uğrayan hak gasbı soykırım hedefinde biz varız. Gerçek Demokrasi ve Demokratik hukuk devleti en büyük varlık ve beka ihtiyacı haline gelmiştir.

Editör: TE Bilisim