Levent Gültekin'in köşe yazısı şöyle:

"ABD’de görülen Zarrab davasıyla yolsuzluk iddiaları yeniden ülkenin gündemi oldu.

Mahkemede ortaya atılan iddiaları her ne kadar “Vay nasıl da çalmışlar”, “Nasıl da rüşvet almışlar” gibi şaşkınlık ifadeleriyle izlesek de esasında hepimizin bildiği olaylar.

Ayakkabı kutularında saklanan rüşvetleri, telefon konuşmalarını, rüşvet olarak verilen saatin faturasını… bütün bunları daha önce gördük ve ne olduğunu biliyoruz.

Yine de büyük bir şaşkınlıkla ve utançla izliyoruz.

Sadece biz değil, bizimle beraber bütün dünya, iktidar mensuplarının yaptığı yolsuzlukların hikayesini bir film izler gibi izliyor.

Bir ülkenin dünyada yolsuzlukla, hırsızlıkla, rüşvetle gündem olması yeterince büyük bir utanç.

Fakat bundan daha büyük bir utanç var ki o da yolsuzluk yapan, rüşvet alan, kendi çıkarı için bütün bir ülkenin başını belaya koyan iktidarın sürdürülebilmesi ve hatta toplumdan hala destek görmesi.

Birkaç yıl önce Zarrab’ı hayırsever işadamı ilan ettiler.

Zarrab bir hafta öncesine kadar bile iktidar mensupları için makbul bir vatandaştı. Bunun için “Vatandaşımızdan haber alamıyoruz, sağlığından endişeliyiz” diyerek ABD’ye nota verdiler.

Şimdi de ajan ilan edip bütün mal varlığına el koydular. Bunun izah edilir bir yönü var mı?

Kendi yanlışlarının üstünü örtmek için çelişkili tavır almaktan da çekinmiyorlar.

Önlerine sürülen yolsuzluk iddialarına temel teşkil eden belgeleri daha görmeden büyük bir pişkinlik sahte ilan ediyorlar.

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın “Hz İsa’nın annesi Meryem hanımefendiye de iftira atılmıştı” cümlesine benzer bir sakillikle toplumu ikna edebiliyorlar ya da ikna ettiklerini sanıyorlar.

Akıl almaz yalanlar, akıl almaz bahaneler, akıl almaz gerekçelerle hepimizin aklıyla alay ediyorlar.

Hal böyleyken asıl konuşulması gereken yolsuzluk iddiaları değil, yıllardır ortaya saçılan bunca olaya, belgeye, iddiaya rağmen bu insanların hâlâ iktidarını sürdürebilmesi.

Buna neyin kaynaklık ettiği üzerinde düşünmez ve soruna çare aramazsak ülke olarak kayıkçı kavgası yapmaktan öteye geçemeyeceğiz.

Peki nasıl oluyor da ortaya dökülen bunca belgeye, bunca iddiaya rağmen 80 milyonluk bir ülkede bu iktidar varlığını sürdürebiliyor?

Ümit Özdağ ‘Türk Çernobili’ diyerek faciaya karşı böyle uyarmıştı: Acil durum ilan edilmeli Ümit Özdağ ‘Türk Çernobili’ diyerek faciaya karşı böyle uyarmıştı: Acil durum ilan edilmeli

“Toplum duyarsız, insanlar yolsuzlukları dert etmiyor” demek kolaya kaçmak olur.

Kişisel gözlemlerime göre bu duyarsızlığın önemli iki nedeni var.

Birincisi: ‘Üst akıl, dış güçler ülkemize bir kumpas kuruyor’korkusuyla toplumu rehin aldılar.

Bu korku, toplumun büyük bir kesimini, bütün yanlışlarına, eksiklerine, çelişkili söz ve davranışlarına rağmen güçlü gördükleri Erdoğan’ın etrafında toplanmaya itiyor.

Elindekini de kaybetmekten korkan, ülkenin daha da yaşanmaz hale geleceğinden endişe duyan insanlar yolsuzluklar üzerinden iktidara yüklenmeyi ‘üst akıl’ın değirmenine su taşımak olarak görüyor.

“Evet büyük bir yolsuzluk var” diyen insanlar bile acaba sonrası daha mı kötü olur endişesi taşıyor.

Sadece AK Partililer değil, toplumun çoğunluğunda benzer bir endişe ve korku var.

Üstelik toplumdaki bu korkuyu sadece iktidar mensupları değil, kimi muhalif siyasetçi, yazar, kanaat önderi de besliyor.

Bir tarafta bütün olup biteni ‘kumpas, üst akılın ülkeye kurduğu tuzak’, Erdoğan’ı da ‘tüm bunlara direnen lider’ diye gösteren iktidar var, diğer tarafta “Evet emperyalistler ülkeyi bölmeye çalışıyor ama Erdoğan’dan da kurtulmamız gerek” diyerek bu korkuyu besleyen ama aynı zamanda Erdoğan’la kavga etmeyi siyasi mücadele sanan bir muhalif kesim var.

Sesi en çok duyulan bu iki kesim arasında sıkışmış kalmış toplumdan akla ve bilgiye dayalı bir karar vermesini ve bir çıkış yolu üretmesini beklemek hayalcilik olur.

İngiliz tarihçi Thomas Carlyle’ın dediği gibi, “İnsanın ilk görevi korkuya boyun eğdirmektir. Korkudan kurtulmadan hiçbir şey yapamayız. Ayağının altında korku olduğu sürece insanın eylemleri adidir, gerçek değil sahtedir, düşünceleri hatalıdır, bir köle ve bir ödlek gibi düşünür.”

Bu korku var olduğu sürece toplumdan sağlıklı bir tepki beklemek gerçekçi değil.

Bütün bu olup bitene rağmen iktidarın yerini korumasının ikinci neden ise geçtiğimiz günlerde Ümit Kıvanç’ın bir yazısında söylediği gibi iktidar alternatifi bir siyasi anlayışın ortaya çıkmamış olması.

Yani muhalefet ülkeyi daha iyi yöneteceğine dair topluma güven veremiyor.

Siyaset bir strateji işidir. Toplumu kendi etrafında toplayacak, onlara ‘Korkma biz varız’ duygusunu hissettirecek, toplumun kendisine inanmasını sağlayacak üsluptan, yaklaşımdan stratejiden yoksun bir muhalefet var. Sadece bir partiyi kastetmiyorum. Bu, genel olarak muhalif kesimin sorunu.

Bunun en net göstergesi 7 Haziran seçimleri.

7 Haziran’da AK Parti’yi terk eden seçmen ülkeyi yönetmeye hevesli ya da yetkin, hazır bir parti olmadığını görünce 1 Kasım’da tercihini yeniden AK Parti’ye yöneltti.

O günden sonra da bu güven bir türlü tesis edilemiyor.

Bütün bu hengameden sonra ülkeyi Erdoğan’dan daha iyi yönetecek bir siyasi anlayış ortaya koymadan toplumdan iktidarı terk etmesini beklemek de pek akıllıca değil.

Ne kadar çok yolsuzluk belgesi açıklanırsa açıklansın sonuç değişmeyecek.

Çünkü insanlar “Tamam, Erdoğan çok yanlış yapıyor, ülkeye zarar veriyor ama kime gidelim?” sorusuna bir cevap bulmadıkları sürece bütün yolsuzluk iddialarına, bütün yanlışlara rağmen Erdoğan’ı ve onun iktidarını terk etmeyecekler.

Muhalefet partilerinin “Ama biz varız, niye bize gelmiyorsunuz ki” sözlerinin çocukça bir çağrıdan başka bir anlamı yok.

Halkın niçin gelmediği, niçin güvenmediği, niçin ülkeyi yönetecek yetkinlikte görmediği sorularına aklı başında herkesin bir cevap araması gerekiyor.

Bunca yolsuzluğa, hırsızlığa, arsızlığa, akılsızlığa rağmen çoğunluk muhalefetin değil de bu suçları işleyenlerin yanında duruyorsa bu utanç toplumun değil muhalefetindir.

Peki ne yapmalıyız?

Her ne yapılacaksa, toplumu Erdoğan’ın yanında kümeleyen bu korkunun hesaba katılması gerekiyor.

Toplumdaki bu korkuyu besleyecek söz ve davranışlardan kaçınmak gerekiyor.

“Emperyalistler ülkeyi bölmeye çalışıyor” ya da “Üst akıl Türkiye’ye tuzak kuruyor” gibi saçmalıklardan uzak durmak gerekiyor.

Bir ülkeyi emperyalistlerin değil kural, hukuk, değer tanımayan otoriter yönetim anlayışının bölünmeye, yıkıma götüreceğini topluma anlatmak gerek.

Türkiye’yi, Türkiye’nin bütünlüğünü iktidar mensuplarından daha fazla düşündüğümüzü, daha fazla dert ettiğimizi söz ve davranışlarımızla göstermemiz gerek.

İktidar mensuplarıyla ağız dalaşını bir tarafa bırakmak, yüzümüzü topluma dönüp eğer bir kumpas varsa bu kumpasa iktidarın malzeme verdiğini, zemin hazırladığını politikalarıyla onların işlerini kolaylaştırdığını bıkmadan usanmadan halka anlatmak gerek.

Sesimizi duyurabilmek, inandırıcılık kazanabilmek için de toplumun bir yarısını hor görmekten, aşağılamaktan, onlara hakaret etmekten uzak durmak; ideolojik, inanç, mezhep, kimlik gibi ayrıştırıcı vurgulardan kaçınmak gerek.

Karşımızda korkuyla toplumu rehin almış, utanma duygusunu bir tarafa bırakmış, her türlü yalanı söylemekten, hileyi yapmaktan imtina etmeyen bir iktidar anlayışı olduğunu kabullenip ona göre stratejik adımlar atmak gerek.

Medya üstünlüğü olan bir iktidarla ağız dalaşına girmenin, polemik yapmanın, kavga etmenin zor olduğuna, buradan bir üstünlük elde etmenin imkansızlığına dikkat ederek stratejiye dayalı bir politika üretmek gerek.

Birinci önceliğin Erdoğan’dan veyahut iktidardan kurtulmak değil, ülkeyi bu yıkımdan kurtarmak olduğuna toplumu inandırmak ve her kesimden insanları buna ortak etmek gerek.

Her şeyden önce de toplumu ikna etmeden, onların kanaatini değiştirmeden hiçbir değişikliğin olmayacağına önce bizim inanmamız gerek"


Editör: TE Bilisim