***
Kadının çalışma hayatı
 
Özgürlüğün iki ayağı vardır, para ve bilgi. Biri yapabilme olanağı sağlar; diğeri düşünebilme...
 
Görece, geleneksel bir hayat tarzına sahip olduğumuzdan; toplumumuzda çalışan kadın oranı istenilen düzeyde değildir. Toplumumuzdaki bir diğer olumsuz yan ise, bazen çalışan kadınların sorunları; çalışmayanlardan fazla olmasıdır...
 
İş hayatında bulunmayan kadınlar; başkalarına karşı kısmen daha az sorumlulukları olduğundan, kendilerine daha fazla zaman ayırıp özel hayatlarını düzenleme konusunda, enerjik olurken; çalışan kadınlar ise, hem iş hayatında hem de özel hayatta çift kat sorumluluk alarak, psikolojik ve fiziksel olarak yorulmaktadırlar. Biz burada, çalışan kadınların, sorumluluklarının birinden vazgeçmesi gerektiğini, elbette savunmayacağız. Bizim bu yazımızdaki amacımız, çalışan kadınların, iş hayatlarını yürütürken, aynı zamanda kendilerinden beklenen, geleneksel hayatı yaşamaya ve yaşatmaya çalışmalarının ürettiği, zorlayıcı çelişkiyi eleştirmektir...
 
İçinde yaşadığımız çevrede, birbirimize karşı sorumluluklarımız olduğunu ve hayatı ortak yaşamamız gerektiğini unutmamalıyız. Bu açıdan baktığımızda, çalışan kadınlara, aynı zamanda geleneksel kimliği dayatmak yerine; "daha mutlu nasıl yaşarız ve birbirimiz için neler yapabiliriz" üzerine sık sık düşünmek, herkesin görevi olmalıdır. Tabii ki çocuk da yapmak güzel kariyer de. Bu iki olumludan birinden, neden vazgeçilsin ki? İnsan, sonsuz yükselişin macerasını yaşayan bir varlık olduğundan; tüm olumlulara aynı anda sahip olmak ister. Ülkemizde, genel bir başka sorun da, olumluların, birbirlerine zıtmış gibi gösterilmesi ve insanın bunlardan birini seçmeye yönlendirilmesidir. Olumlulardan birini seçince, seçmediğimiz olumluları, doğal olarak baştan kaybediyoruz. Oysa bütüncül bir yaşam, bilimsel bir gerçektir ve bu gerçek, günümüzde akademilerde öğretiliyor...
 
Toplumumuzda, içinden geçtiğimiz tarihsel süreçte, deneyimlerimiz bize gösterdi ki; insanımız, akli olarak tembeldir ve bu yönde, kendini yetiştirmiyor. İnsanımız, akli tembelliğinden dolayı, istediği konuma gelemediği için, yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak uğruna, çok çalışıp az kazanıyor. Deyim yerindeyse, hamallık ediyor. Evet, biz çalışkan bir toplumuz; ancak bu çalışkanlığımız kol emeğidir, aklın çalıştırılması değildir. Belirttiğimiz gerçeklerden ötürü, mutluluğu da, çocuk doğurmak gibi ilkel yollardan doyumluyoruz. Burada `ilkel` derken yanlış anlaşılmasın; hakaret anlamında bunu ifade etmiyoruz; olmazsa olmaz, temel bir gereksinim olan doğurmanın, aklı çalıştırarak elde edilecek başarılarla yaşanacak mutluluğun yerine konmaması gerektiğini ifade ediyoruz. Yani savunduğumuz gerçek, insanın ilkel mutluluklarla ödünlenmesi değil; kendisinin gerçekleştireceği, akıl gücünün emeğiyle, gelecekte yaşayacağı seçkin mutluluğun önüne set çekilmemesidir.  
 
İnsanlık tarihinin, savaş, sömürgecilik gibi badireleri dikkate alınmadan; şiirde, resimde, müzikte ve pek çok değişik bilimsel alan için deniliyor ki, kadın ilham verir, erkek yapar-eder. Oysa bu kabul tamamen yanlıştır. Bir toplumda, kadının, iş hayatının dışında kalmasının nedeni, savaş, işgal, sömürgecilik gibi yıkıcı dış etkenlerle olabileceği gibi; bazen de bizzat o toplumun, yozlaşmış iç kültüründen kaynaklanabilir. Yukarıda 'badireler' şeklinde belirttiğimiz bu sonuçlardan, ilk zarar görenler, her zaman çocuklar ve kadınlardır. İlk zarar görenlerin, çocuklar ve kadınlar olmasına rağmen; toplumun tekrar düzelmesi ve ayağa kalkmasından sonra, özellikle kadınların gelişmelerden yararlanabilmeyi "beklemek" gibi bir talihsizliği vardır. Aslında bu durumu, bir özdeyiş, çok anlamlı bir şekilde ifade etmektedir. Şöyle ki: 'Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır' özdeyişi, matematiksel olarak ispatlanmamış olsa da, kanaatimce haklılık payı olan bir özdeyiştir. Çünkü kadın, kendisinin bazı olanaklardan yoksun bırakılmasıyla, adanmış bir hayat yaşayarak, şair, ressam, müzisyenlerin arkalarını toplarken; onlara da ilham verir. Ancak tarihsel süreç içinde, ayrıntıda saklı bu gerçekleri, "hassas gözler" dışında, kimse göremedi ve kadına hak ettiği değeri verip, bu durumu organize bir şekilde değiştirmek için, uzun soluklu, yeterli kolektif düzenlemeler yapılmadı...
 
Osmanlı hanedanlığının son dönemindeki değişimlerle yetişen ve bunların doğrularını-yanlışlarını sorgulayıp kendi devrimlerinin en mükemmelini geliştirerek uygulamaya sokan Cumhuriyetin kurucu kadrosu; kadının da tarih içindeki sıkıntılı durumunu, derhal düzeltmeye çalıştı. Cumhuriyet kurulurken, neyin, nasıl, neden ve kimler tarafından yapılacağı; dernekler, üniversiteler, sanatçılar, yazarlar, düşünürler ve bilim insanları, toplumumuzda yeteri kadar bulunmadığından; gerekli acil değişimler, savaştan çıkan asker kadro tarafından, zorunlu olarak gerçekleştirildi. Kadının da adını içinde barındıran cumhuriyet için 'Ana-dolu devrimi' denilebilir. Bize göre cumhuriyet devrimimiz, son yüzyılda, dünyada en kapsamlı ve muhteşem bir devrimdir. Çünkü içinde, dinde Kur'an'a dönüş; kadının erkekle eşit olduğu gerçeğine hukuksal konum kazandırma gibi, çok geniş alanda yapılandırmalar vardır... 'Ana-dolu devrimi'nin mutlak amacı, her alanda bağımsız, özgür irademizle; dış müdahaleler olmadan, sömürgecilerin önerilerini dikkate almadan, sömürgecilerin etkisinde kalmadan; her şeyi kendimiz, kendimiz için yapmalıyız anlayışıdır. Dolayısıyla, ithal terimlerle, erkekle kadını birbirinden ayırma ve eşitsizlik olumsuzluğunun, tarihsel açlığının verdiği yabancılaşma (Feminizm) hareketi, toplumumuzda sergilenmedi. Bu anlamda bizce, aşırı uç olan feminizm, toplumumuzda kadınlarımız tarafından benimsenmedi. Evet, erkekle kadın, varlık özellikleri bakımından farklıdırlar ve her birinin, birbirinden ayrı, olumlu özellikleri vardır. Ancak, sahip olunan haklar bakımından eşittirler. Dikkat etmemiz gereken bir başka konu ise, daha uzun geçmişe sahip olan ve toplumumuzun, kitabileşmeyen kitlelerce yaşatılan, Arap, Fars hurafe gelenekleridir. Biz inanıyoruz ki, kadınlarımız bilinçlendikçe, içinde kendi adını barındıran 'Ana-dolu devrimi'ni, herkesten daha çok koruyup yükseltecektir...
 
Atatürk'ün öncelikli hedeflerinden biri, Türk kadınının, erkeklerle eşit duruma gelmesiydi. O şöyle diyordu: "Bir varlığın yarısı yere değdikçe, öteki yarısı göklere yükselebilir mi? Bizim toplumumuzun başarısızlığının nedeni, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz kayıtsızlık kusurundan kaynaklanmaktadır."
 
Atatürk kadını yüceltmeye, eşit ve özgür bir varlık haline getirmeye çalıştı. Ülkemizde 1934 yılında, kadının seçme ve seçilme hakkını kullanmaya başlamasıyla, gerçek, saygın bir birey olduğu, iradesinin ve yönetiminin dikkate alınması gerektiği, dünyaya ilan edildi. Kadınlarımız, Fransız kadınlarından 11 yıl; İsviçre kadınlarından 37 yıl önce, seçme ve seçilme hakkını kullanmaya başladı. Bu da bize gösteriyor ki, Atatürk, batıcı ya da batılılaşmacı değil; akılcıydı. 'Ana-dolu devrimi'nin gerçeği, unuttuğumuz bazı değerleri, bize hatırlatmaları için, başka toplumlardan yararlanabileceğimiz gibi, pek çok başka değeri de, bizim onlara vereceğimiz şeklinde ifade edilebilir. Atatürk'ün, hiçbir yerde batıcı ya da batılılaşmacıyız türünde ifadesi yoktur. Atatürk, muasır medeniyetin üstüne çıkmaktan söz etti. Bu ifade batı için değil; tüm dünya için geçerlidir. Yani Atatürk, nerede, hangi toplum "en üstünse" en iyi olandan daha iyi olacağız anlamında bu ifadeyi kullandı...
 
Günümüzde, dünya ölçeğindeki bazı verilere baktığımız zaman, Atatürk'ün bu özlemini gerçekleştirmekten, oldukça uzaklaşmış bulunmaktayız. Davos Dünya ekonomik forumunun, 2011 yılı raporuna göre, kadın erkek eşitliğinde Türkiye, 2006 yılında 122. sırada. 2011 yılında ise, 17 sıra gerileyerek 139. sıraya düştü. Mecliste, kadın milletvekillerinin oranında, dünyada 82. sıradayız. Uganda, Etiyopya, Afganistan, Pakistan, Bangladeş ve Endonezya`da bile bizden fazla kadın milletvekili var...
 
Bu olumsuz tabloyu gördükçe, üzülmemek imkânsız. Biz erkekler, her ne kadar kadın haklarını savunsak da, bu yeterli olmayabilir. Kadınların bizzat kendileri, bulundukları her ortamda ve her türlü siyasi oluşta, kendileri yararına olumlu gelişmelere katkı sağlayacakları yerde; kendilerini sömüren, eşya gibi gören, kendileri zararına hurafeci oluşumların içinde bulunduklarına, medyadan tanık oluyoruz...