Ölüm mü onlara yakışıyor, onlar mı ölüme? Dün Ümraniye'de öyleydi, Gaziosmanpaşa'da, Adana'da, Ordu'da, Bingöl'de, Eskişehir'de, Manisa'da, Mamak'ta… Üniversitede, fabrikada, câmi avlusunda, otobüs durağında, cezaevinde…

İnsanlığın karşısına dikilmiş putları kırmanın bir bedeli vardı ve bu bedeli kanla ödemeye devam ettiler… Erenköy'de, Esenyurt'ta, Kütahya'da, Bornova'da… Ocakta, seçim bürosunda, durakta, kampüste… Ve Halep'te, Türkmendağı'nda sıra sıra…

Hz. İbrahim gibi putları kırmaya, kardeşlerinin yanında olmaya gitmişti İbrahim Küçük… İki küçük kızını geride bırakarak, o dağlardaki perişan Türk çocuklarının yanına… Mehmet Akif'in tabiriyle 'peygamber kucağı'na koştu…

***

Hakan Alan'ı 30 yıldır tanırım, Okan Tosun'u ise çocukluğundan beri… Önce Ankara'daki Telafer Türkmenlerine yardımla ilgili insanüstü koşturmalarına şahitlik etmiştim… Sonra Suriye Türkmenlerine hayatlarını vakfedişlerini…

Bir hafta bölgede bir hafta Ankara'daydılar… Tıpkı imparatorluk dağılırken her yangına kova kova su taşıyan idealistler gibiydiler… Bir gün "Abi acil jeneratör lâzım dağa, onu almaya geldik" derken, bir gün Türkmen çocukların o zor şartlarda eğitiminin sürmesi için defter toplarken veya götürecekleri yardımları taşıyacak kamyonun nakliye parasını ararken gördük onları…

Zaman zaman dostlarını kırma pahasına, tahrik ede ede, şartları zorlaya zorlaya giriştiler bu mücadeleye… Sahada gördükleri gerçekler zaman zaman canlarını sıksa da vaz geçmediler, daha fazla bilendiler…

İki hafta önce bir araya geldik… "Türk'ün canının ne zaman nerede yanacağı belli değil… Herkesin var ama bizim legal olarak bu işi yapacağımız bir uluslararası yardım kuruluşumuz yok… Başka mazlumlara yetişiliyor da mazlum Türk olunca aynı hassasiyet gösterilmiyor… Biz de kuralım… Adı da 'ANDA-Kardeşliği Vefa' olsun" dediler…  Biz de bu konudaki namuslarına kefil olduğumuz bu kardeşlerimize yardımcı olacağımızı söyledik… Yüz yüze son görüşmemizdi bu ve yine yola koyuldular…

***

İsimlerini şimdilik yazmayacağız, belâlarla dolu yolları geçerek Halep'te yaralı Türkmenleri ve ağır hastaları ilkel şartlarda ameliyat edip, tekrar Türkiye'deki işinin başına dönen kahraman doktorları… Araç bagajlarından kan sıza sıza yaralı Türkmen'i selamete ulaştırmaya çalışan Orhun soyluları…

İbrahim Küçük'ün şehit düştüğü bombardımanda yaralanan Adil Orli'nin babası okul idarecisi… Okul dediğiniz konteynerden ibaret… Adı da 'Özgürlük Esintileri'… Savaş şartlarında bile çocuklar eğitimsiz kalmasın istiyorlar… Yunus Dümen'in organizatörlüğünde 'Her kitap bir gönül selâmı' kampanyasında toplanan kitapları ve İsa Sarı'yla Vahit Bey'in organize ettiği defterleri taşıyorlar oraya…

Çocuklar aç kalmasın diye dağdan odun kesip satan, bulduğu üç kuruşla başka örgütlerden silah satın almaya çalışan Türkmenler ve ancak kardeşlerini yanlarında görünce moral buluyorlar… Hakan Alan haklı olarak sitem ediyor: "Hani bana soruyorsunuz ya dağ düştü mü diye, önce vicdanınıza sorun siz dağ için ne yaptınız? Dağ düşerse ne Rus'un, ne Fars'ın, ne rejimin ne Hizbullah'ın ne de Şebbiha'nın işidir… Orada garibanlığa terk ettiğiniz ama sosyal medyada aslan kesildiğiniz garabetin tezahürüdür…"

***

İbrahim Küçük'ün şehadeti bir konunun altını tekrar çizmemize vesile olsun… İş edebiyata gelince eli Gazze'de, dili Tahrir'de ve diğer ateşli İslâm coğrafyalarda olanlardan bir tek kişiyi bile şehadet mertebesinde göremiyoruz… Maskeli baloya çıkar gibi havaalanlarında kefen şeklinde kostüm giymek çok kolay da, orantısız savaşların ortasında ateşle imtihan vermek pek kolay değil galiba…

Para kokusu alınca ellerinde çantalarla dünyanın her tarafına koşturabilecek çaptaki kırmızı yanaklı gürbüz çocukları aynı hızda 'peygamber kucağı'na koşarken ne zaman göreceğiz acaba? Asla o kefenliler sınıfına girmeyecek Mavi Marmara kurbanlarının yakınları bile Adliye önünde 'kırmızı bülten' protestosu yaparken, 'Siz ancak çocukları öldürmeyi bilirsiniz'den 'Onlar bizim dostumuzdur'a evrilen dilin anlamını kim açıklayabilir?

***

Ne mutlu her türlü putu kırmak için kendilerini feda edenlere… Ne mutlu o şehide…