Ülkücü Yazar Savaş Erman, yeni kitabını Sabri Şenel’e hediye etti Ülkücü Yazar Savaş Erman, yeni kitabını Sabri Şenel’e hediye etti

Asıl adı; Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî’dir. Kısa adıyla ‘’İbn-i Haldun’’ diye tanınır.  Künyesindeki Ebu Zeyd büyük oğlu Zeyd'den gelir. Ayrıca Mısır'da Malikî başkadılığı yaptığı için Veliyüddin, ailesi Yemen’in Hadramut ilinden olduğu için Hadramî, kendisi Tunus'ta doğduğu için Tunusî, diğer mezheplere bağlı olan kadılardan ayırt edilmek için Malikî, hayatının önemli bölümünü Mağrip'te geçirdiği için de Mağribî gibi lakaplarla da anılır. 27 Mayıs 1332 tarihinde Tunus’ta doğar, 19 Mart 1406 tarihinde Kahire’de vefat eder… Mezarı Kahire’deki Nasr Kapısı dışında Sufiyye Kabristanı’ndadır.

İbn-i Haldun’un hayatı hakkındaki en önemli kaynak, kendi yazdığı otobiyografisi olan ‘’Et- tarif bi İbni Haldun ve rihletuhu garben ve şarkan’’ (Lesnetü Telif vel Terceme, 1951) isimli kitabıdır. İbn-i Haldun bu kitabında, kökeninin Hz. Muhammed zamanındaki Yemenli Arap kabilelerinden Hadramut’a kadar uzandığından ve ailesinin İslamî fetih başlarında İspanya'ya geldiğinden ancak 12. yüzyılda Endülüs'ün İspanya kralı Ferdinand tarafından ele geçirilmesinden sonra Tunus'a göç ettiğinden bahseder.

Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim alır. Tunus ve Fas'ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata’da danışmanlık yapar. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışmanı olur. Kuzey Afrika'nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı nedeniyle iki yıl hapiste yatar. Mısır’a gelerek burada kadılık ve müderrislik (üniversite hocalığı) yapar. Şam'ı işgal eden Timur ile 1400 yılı Aralık ayında ve 1401 yılı başında iki hafta süre ile görüşür. Bu görüşmelerinin otobiyografisinde detaylıca anlatır. Bu görüşme bir ‘’fatih’’ ile bir ‘’bilgin’’in ilginç buluşması olarak tarihe geçer…

İbn-i Haldun, modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden, 14. yüzyıl çok yönlü İslam – Arap düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi olarak kabul edilir. Kendine özgü ekonomik ve mali görüşleri olmakla beraber daha çok tarihçi, sosyolog, felsefeci ve siyasi bilimci olarak tanınır.

İbn-i Haldun, tarihin objektif ve mantıksal bir temelde ele alınması gerektiğini söyleyerek tarihin düz ve çizgisel bir kalıba mahkûm edilmeden, döngüsel bir biçimde ve nedensellik ilişkisi üzerinde durarak olayların nedenlerine, aralarındaki görünmeyen bir bağlantıya işaret eder. Bu ise İbn-i Haldun’un birçok yazar tarafından onun determinist, pozitivist, tarihi materyalist, ampirist ve rasyonalist gibi tanımlamalar ile anılmalarına yol açar…

İbn-i Haldun’un bu döngüsel tarih görüşünü kendisinden 500 yıl sonra Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985) savunur. İbn-i Haldun’un, maddi üretim ilişkilerinin; toplumsal yaşam ve düşünme tarzlarını, manevi, siyasi, fikirsel, kurumsal yapılanmayı etkilediğini yani alt yapının üst yapıyı belirlediği fikrini yine kendisinden yaklaşık 500 yıl sonra Karl Marks savunur.

Arnold Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra ‘’A Study of History’’ (Oxford University Press) isimli eserinde ondan "herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi" (a philosophy of history which is undoubtedly the greatest work of its kind that has ever yet been created by any mind in any time or place) diye söz eder…

Düşünür Cemil Meriç de  "Umrandan Uygarlığa" (İletişim Yayınları, 2004) isimli kitabında İbn-i Haldun’u şöyle tanımlar: “Ortaçağın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız; ne öncüsü var ne devamcısı. Mukaddime, çağları aydınlatan bir fecir; girdapları, mağaraları, zirveleriyle…” Cemil Meriç kitabında ayrıca Mukaddime için şu ifadeyi kullanır: "Mukaddime ise bir beşeri ilimler ansiklopedisi" (s. 154)

Mukaddime

‘’Mukaddime’’ (Dergah Yayınları, 2013), İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. İbn-i Haldun, Mukaddime’yi büyük tarih kitabı ‘’Kitâbu’l-İber’'in birinci cildi olarak tasarlar. ‘’Kitâbu’l-İber’’ yedi ciltlik bir kitap olur. Ancak bu yedi ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel", İbn-i Haldun, henüz hayatta iken ‘’Mukaddime’’ adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlanır ve İbn-i Haldun'un kendisi de bunu benimser.

İbn-i Haldun’un bilimsel alanlardaki görüşleri bu eserinde yer alır. İbn-i Haldun bu eserinde, esas itibariyle tarihi temel alarak toplumların sosyal, siyasal ve ekonomik yapılarını inceleme konusu yapar... 

İbn-i Haldun Mukaddeme’sinde;

Faize karşı olduğunu ifade ederek emeğe endeksli bir gelir ilişkilerini doğru olduğunu söyler… Çok ve karmaşık vergiler yerine az miktarda, basit vergi toplamanın ülkenin vergi gelirlerini arttıracağını, sultanın ticaretle meşgul olmasının tebaa için zararlı olduğunu, bunun da vergi düzenini bozacağını, baskı ve zülüm zamanlarında toplumsal ve ekonomik durumun yıkıntıya uğrayacağını ifade eder… Refah seviyesi artan toplumların tüketim toplumuna kayacaklarını, kıtlık zamanlarında insanları açlığın değil, alışmış oldukları tokluğun öldürdüğünü söyler…

Mağlubun, ebedi olarak galibin şiarına, kıyafetlerine, mesleğine, sair ahval ve adetlerine tabi olmaya düşkün olduğunu, insanın kendisine galip gelende, bir kemal bulunduğuna itikad ederek ona boyun eğeceğini ifade eder..

İslam’ın ne bir çağa, ne bir soya, ne bir ulusa özel ahkâm tahsis etmediğini, ayrıcalık vermediğini, ayrıcalığın sadece ehliyetten kaynaklandığını ifade eder…

Arap toplumunun, toplumlar içinde devlet politikasından en uzak bir toplum olduğunu, Arapların le geçirdiği ülkelerin çabuk yıkıntıya uğradığı yazar.

Bir toplumun çöküşünün belirtileri olarak; toplumda dayanışmanın yok olmasını, üretimin zayıflamasını, fiyat ve vergilerin artmasını, devlet yönetiminde liyakatin kaybolmasını, adaletsizliğin ve kayırmacılığın artmasını, umutların kırılmasını, karamsarlığın hâkim olmasını ve göçün hızlanmasını gösterir…

Abbasi halifesi Memun'un büyük paralar harcayarak Yunanların eserlerinden çeviriler yaptırdığından bahsederken Fars (İran) fethedildiğinde Halife Ömer'in eski Farslılardan kalma eserlerin yakılmasını emrettiğini, bu yüzden bu eserlerin yok olup gittiğini, Keldanilerin, Süryanilerin ve Babil ahalisinin eserlerinin kalmadığını söyleyerek bundan da dert yanar.

Mukaddime’de coğrafya kavramı

İbn-i Haldun Mukaddeme’sinde ana fikir olarak ‘’coğrafya kaderdir’’ fikrini ileri sürer. İbn-i Haldun kitabının herhangi bir yerinde doğrudan ‘’coğrafya kaderdir’’ ifadesini kullanmaz.  Ancak İbn-i Haldun’un kitabından yapılacak çıkarım budur: ‘’Coğrafya kaderdir.’’ Tıpkı ‘’bana her türlü günah ile gelin, ancak kul hakkıyla gelmeyin’’ ayetinin Kur’an’da doğrudan yazmadığı, ancak Kur’an’ın bütününün bu anlamı verdiği gibi… Tıpkı “fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm” vecizesinin doğrudan Voltaire’e ait olmayıp Voltaire’nin biyografisini yazan Evelyn Beatrice Hall’in Voltaire’nin bütün kitaplarından bu vecizeyi oluşturduğu gibi…

İbn-i Haldun’un burada kastettiği ‘’kader’’ anlamı, inzivadaki bir derviş gibi, bir ermiş bir tasavvufçu gibi söylenmiş mistik anlamda bir boyun büküş, bir kabullenme, bir razı geliş anlamı değildir. Hayatı Berberi ve Arap kabileleri arasındaki kavgalarla geçmiş olan İbn-i Haldun’un ‘’coğrafya kaderdir’’ sözünden kastettiği ‘’kendi coğrafyanızla ve komşu coğrafyalarla uzlaşarak barışık olun’’ mesajıdır.

Siyasî coğrafyanın kurucusu sayılan alman coğrafyacı Friedrich Ratzel bu düsturu İbn- Haldun’dan 400 yıl sonra 1807 yılında yazdığı ‘’Siyasi Coğrafya’’ isimli kitabında ‘’coğrafya, itaat edilmesi gereken amir ve temel bir kategoridir’’ şeklinde özetler.

‘’Coğrafya kaderdir’’ sözünü bizde ilk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar kullanır… Ahmet Hamdi Tanpınar bu sözü II. Dünya Savaşı'nın sona ermesi münasebetiyle Ülkü Dergisinin 16 Mayıs 1945 tarihli nüshasında ''Savaş ve Barış Hakkında Düşünceler'' başlıklı yazısında kullanır. Bu söz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Ülkü Dergisindeki bu makalenin de yer aldığı çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen ‘’Yaşadığım Bibi’’ (Dergâh Yayınları, 2015) adlı kitabında da yer alır..

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bahsi geçen bu sözü şu şekildedir:

“Coğrafya bir kaderdir. Bu demektir ki, bunun gereklerini kabul etmek, ona ayak uydurmak şartıyla onunla iyi kötü uzlaşılabilir. Fakat bu şartları büsbütün unutanlar için perişanlık mukadderdir. Almanya öyle bir coğrafyada yaşıyordu ki bu millette uyanacak herhangi bir saldırganlık arzusu ister istemez karşısında Avrupa milletlerini çıkaracaktı. Almanya için yapılacak şey, onları bir ârıza gibi değil, ihmali doğru olmayan bir realite gibi tanımaktı.” (‘’Yaşadığım Gibi’’, Dergâh Yayınları, 2015, s. 88)

Mukaddime’de devlet kavramı

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde siyaset biliminin temel inceleme konularından biri olan “devlet”i canlı bir varlık gibi kabul eder. Ona göre devlet de insan gibi doğar, büyür, gelişir ve gerekli önlemler alınmazsa yıkılır ve yerine yeni bir devlet kurulur. İbn-i Haldun devlet üzerinde görüşlerini ‘’Mukaddime’’sinde şu şekilde açıklar:

“Devlet, insan tabiatının bir gereğidir. Çünkü ona göre insan tabiatı hem toplu yaşamaya hem de bir hâkimiyet altında bulunmaya muhtaçtır. Devlet ile toplum arasında sıkı bir ilişki vardır ve bu ilişki felsefedeki madde ile şeklin münasebeti gibidir. Bundan dolayıdır ki, birindeki çözülme diğerinin de çözülmesini etkiler. Devletin olmadığı yerde anarşi olur. Anarşinin olduğu yerde hayat olmaz.’’

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde devletin unsurlarını şu şekilde belirler: Irk, vergi toplama, hudutları koruma, hâkimiyet ve kanun koymadır. İbn-i Haldun’un ırktan kastettiği nüfus ve kültürdür. İbn-i Haldun’a göre devlet bu unsur üzerine kurulur. Bu unsuru onda “asabiyet” temsil eder. İbn-i Haldun ‘’Mukaddime’’sinde devleti ‘’kültür’’ ve ‘’ekonomi’’ üzerine dayandırır. Bu görüşünü şu şekilde ifade eder: “Bir devlette iki esasın mevcudiyeti zaruridir. Birincisi ‘asabiyettir’ ki asker ve ordu bunun özünü teşkil eder. İkincisi ‘mal ve para’dır. Aksaklık ve bozulma da önce bu iki esasa arız olur.’’

Mukaddime’de devletlerin çöküşü üzerine bir tez

Devleti bu şekilde tanımlayan İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde devletlerin çöküşü üzerine şöyle bir tez ortaya atar:

''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''

Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) devletin yıkılmasını, çöküşünü şöyle anlatır:

‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde dile getirdiği bu tezinde devletin çöküşü esnasında beş aşamanın bulunduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu aşamaları da şu şekilde sıralar: Zafer, istibdat, ferağ (istirahat, dinlenme), müsâlemet (huzur, barış) ve israf. Devletlerin geçirdiği bu beş aşama Batı’nın doğrusal tarih anlayışının aksine döngüsel olarak her 20 – 25 yılda bir devam eder.

Devletlerin çöküşünün beş aşaması

İbn-i Haldun devletlerin geçirdiği bu aşamaların temel özelliklerini şu şekilde anlatır:

1. Zafer aşamasında, rakiplerin yenilerek hâkimiyetin ele geçirildiği fakat devlet teşkilatlanmasının henüz tamamlanmadığı devredir. Bu devrede aile ve din bağları güçlüdür.

2. İstibdat aşamasında hükümdarın yönetimde kontrolü tamamen kendi eline aldığı, iktidarı kimseyle paylaşmadığı, hükümdarın iktidarı tekeline almaya başladığı dönemdir. Burada artık kurum ve kurallarıyla bir devletin oluşmaya başladığı dönemdir.

3. İktidarın iyice pekişmiş olduğu ve ‘‘ferağ’’ adı verilen üçüncü devrede ise artık iktidarın nimetlerinden yararlanılmaya başlanılmaktadır. Bu dönem (ferağ), rahatlık ve sükûnet çağıdır. Bir yandan da yönetim tarafından gösterişin, şatafatın, lüks ve debdebenin öğrenildiği dönemdir. Bu aşamada hükümdar lüks ve debdebeyi kendi otoritesini ve kişisel gereksinimlerini karşılamak için kullanır. Hükümdar kendi otoritesini koruyacak paralı askerlere bu aşamada başvurur. Kısacası bu dönem dinlenme ve rahatlık dönemidir.

4. Müsâlemet (huzur, barış) devresinde kanaat ve barış hâkim olup önceki hükümdarların örnek alınmasıyla iktidarın sürdürülmesi ve devletin yaşatılmaya çalışılmasının güvenli bir yol olduğuna inanılır. Öncekilerin kurduğu düzene de kanaat edilir. Bu aşama, doyum, tatmin, kendini beğenme ve kibir ile geçmekte­dir. Lüks, rahat yaşama ve kibir artık bir alış­kanlık ve yaşam biçimi olmuş­tur. Hükümdar ve yakın­ları bu durumun sonsuza değin süreceği inancındadırlar.

5.  İsraf döneminde ise devlet  bir sona doğru ilerlemeye başlar. Devletin çöküş aşaması bu dönemde başlamaktadır. Son aşama sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar… Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar. Kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin biriktirdiği serveti telef ederler. Görevler, ehil olmayanlara dağıtılır. Ordu bozulur. Zevk düşkünlüğü arttığı için gelirler giderleri karşılayamaz. Bu aşama aynı zamanda din ve dayanışmanın sayesinde baş­langıçta sağlanan yaşamsal güç­lerin, hısımlığın (asabiyet) tah­rip edildiği dönemdir. Konfor ve lük­sün tükettiği alışkanlıklar fiziki zaafların ve kötü huyların yayıl­masına neden olmaktadır. Dev­let kendi içinde çözülmeye baş­lar. Az sonra da dışardan gelen genç ve sağlıklı bir gru­bun istilası ile devlet yağı bitmiş bir lambanın fitiline benzer şekilde söneeer gider... 

İbn-i Haldun’a göre devlet, bu aşamalarında toplumsal ve siyasal koşullarda bir takım değişiklikler yapabilse sonucu değiştirmez… Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Braudel de bahsettiğim gibi benzer tezi tekrarlar.. İbn-i Haldun'a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır...

Ancak İbn-i Haldun’a göre bu devletin bu yok olması sanıldığı gibi bir ''hiç olması'' anlamında değildir. Bu yok olma bir ‘’denize dökülmedir’’. İbn-i Haldun’a göre fiziksel bir yenilgi hiçbir zaman bir ulusun sonunu getirmemiştir. Her denize dökülüşte yenileşen bir toplum vardır... Böylesi bir yenilenmenin çözümü Hegel’e, Karl Marks’a kadar gider…

İşte İbn-i Haldun devletlerin çöküşünü ''Mukaddime''sinde işte böyle anlatıyor...

Günümüze dair

Bu noktada bir hususa açıklama getirmem gerekiyor.

Bu anlattığım bu beş safha, İbn-i Haldun’un anlattığı döngüsel olarak tekrarlanan 20 - 25 yıllık süre için geçerlidir. İbn-i Haldun, 20 -25 yıldan sonra gelen müteakip yeni yönetimin de benzer süreçleri yaşadığını, bu döngünün dört ila beş kez tekrarlanmasından sonra da devletin çöktüğünü ifade eder.

Bu noktada isterseniz yazımda bahsettiğim Thomas Hobbes’in ‘’Leviathan’’nında dile getirdiği tezini bir daha okuyun. Sonra da İbn-i Haldun’un tezini bir daha düşünün. En sonunda da Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923, 1950, 1960, 1980, 2002 ve 2023 yıllarını tarihin diyalektik sarkacı ve İbn-i Haldun’un bu döngüsel süreci içerisinde değerlendirin. 2023 yılının ise Cumhuriyet’in yüzüncü yılı olduğunu hatırlayın. Sonra da tehlike neredeymiş, beka sorunu neymiş bir üzerinde düşünün…

Bu yazı aynı zamanda Türk devlet yapısının, siyaset sosyolojisinin ve demokrasinin kronik hastalığından bahseder ve bu nedenle de önündeki bekleyen tehlikeden haber verir. Bana da sadece bu tehlikeyi ‘’arz etmek’’ düşer… Çünkü tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır…

Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen o muazzam eseri ‘’Mukaddime’’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Osman AYDOĞAN

Editör: TE Bilisim