Dil ve edebiyat millîdir ve millet hayatının yansıdığı bir aynadır. Dil ve edebiyatına bakarak, bir milletin belli bir dönemdeki hayat tarzını, dünya görüşünü, duygu ve düşünce dünyasını, maddî ve manevî değerlerini anlayabiliriz. Dil ve edebiyatta meydana gelen değişiklikler, zaman içinde, o milletin sosyal, kültürel ve siyasî hayatında da köklü değişikliklere yol açar.

Bu açıdan baktığımızda, Türk dili ve edebiyatı, Türk milletinin millî kimliğini korumasında ve varlığını sürdürmesinde, en büyük âmil olmuştur. Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin en yoğun kullanıldığı Divan edebiyatında bile, fiillerin Türkçe oluşu, Türk cümle yapısının korunması ve Türk yazarlarının duygu ve düşüncelerini orijinal biçimde ortaya koymaları sebebiyle, dil ve edebiyatımız millîlik vasfını korumuştur. Zaten, geniş halk kitlelerince günümüze kadar yaşatılan Halk edebiyatı, tamamen İslâm öncesi Türk edebiyatının geleneklerini taşıyan, millî bir edebiyattır.

Dil ve edebiyatımızdaki milliyetçilik; Tanzimat’a kadar, dil yönünden, Türk dilinin güzelliklerinin yaşatılması ve üstünlüğünün savunulması, edebiyat yönünden ise, şiir ve nesir yoluyla millî şuur ve millî duygu tezahürlerinin ortaya konulması biçiminde olmuştur. Bu tezahürler, her asırda birkaç sanatçı ve onların meydana getirdikleri birkaç eserle sınırlı kalmıştır.

Dil ve edebiyatımızda, gerçek anlamda milliyetçilik tezahürleri, Tanzimat’tan sonra ortaya çıkmıştır. Bundan sonra milliyetçilik, Batı’daki bilimsel çalışmaların ve Fransız İhtilâli’nin getirdiği “vatan, millet, devlet, milliyetçilik” kavramlarının aydınlığında ele alınmış ve işlenmiştir. Dil ve edebiyattaki milliyetçilik, düşünce plânında da milliyetçiliğin tartışılmasına, geliştirilmesine ve benimsenmesine yol açmıştır. Bu gelişme, XIX. yüzyılın sonlarına geldiğimizde, Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Batıcılık akımlarının karşısına, alternatif olarak Türkçülükfikrinin çıkmasına yol açmıştır.

Türk dünyasının sesi: Azerin Türk dünyasının sesi: Azerin

Tanzimat döneminde dil ve edebiyattaki milliyetçiliğin tarihi, Osmanlıca’dan Türkçe’ye dönüşün, Divan Edebiyatı’ndan Millî Edebiyat’ageçişin, İmparatorluktan millî devlete, ümmetçilikten milliyetçilik anlayışına yükselişin ve modernleşme sürecinin tarihidir. Ayrıca, bu tarih, Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştıran ve Mustafa Kemal’i Atatürk yapan millî ruhun alt yapısının oluştuğu bir tarihtir. Bu gelişmelerin hepsinin fikrî, ilmî ve edebî hazırlıkları Tanzimat döneminde yapılmış, fikrî temelleri Tanzimat döneminde atılmıştır.

Yirminci yüzyılın başlarında, gayrımüslim azınlıkların çoğu Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmış, Türk olmayan müslüman toplulukların çoğu da, Batılı devletlerin kışkırtmalarıyla ayrılık hazırlıklarına başlamışlardı. Özellikle Balkanlarda, azınlık ırkçılığı güden Komitacıların, Osmanlı devletini yıpratma amaçlı terör olayları, bütün hızıyla devam ediyordu.

Sultan II. Abdülhamit, 1876’da I. Meşrutiyet Meclisi’ni kapattıktan sonra, özellikle rejimi ve padişahı eleştiren, “vatan, millet ve hürriyet” kavramlarını ele alan ilim adamı, şair ve yazarlar üzerinde ciddi bir baskı uyguluyor, susturamadıklarını sürgüne gönderiyordu. Bunu da, rejimi ve devleti ayakta tutabilmek adına yapıyordu. Burada, II. Abdülhamit’in şu olumlu çabalarından da söz etmek gerekir. Balkan devletlerinin İmparatorluk’tan toprak koparmalarını önlemek için, aralarındaki anlaşmazlıkları gündemde tutarak birleşmelerini önlüyordu. Ülke içinde bayındırlık faaliyetlerine hız veriyor, demiryolu ağını geliştiriyor, Batılı anlamda eğitim kurumlarının açılışına devam ediyor, sanayi ve teknoloji alanında bazı ilklerin ülkemize girmesini sağlıyordu.

Bu arada, 19. yüzyılın sonlarında Balkanlar’da kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti, asker ve sivil bürokratlar, aydınlar ve sanatçılar arasında hızla taraftar buluyordu. Cemiyet, büyük bir gizlilik içinde yürüttüğü faaliyetleriyle, II. Abdülhamit’i devirmek, meşrutiyeti kurmak, yönlendirebileceği bir kişiyi padişah yaparak yönetimi ele geçirmek istiyordu. Cemiyet, giderek İmparatorluk içindeki teşkilâtlanmasını geliştiriyor, siyasî ağırlığını arttırıyordu. Özellikle, ordu içindeki etkinliği, gözle görülür bir gelişim içindeydi.

Bütün bu çalışmalar ve çatışmaların oluşturduğu kaos ortamında tek olumlu gelişme, Tanzimat’tan sonra Batı’daki çalışmaların etkisiyle başlayan tarih, dil ve edebiyatta milliyetçilik çalışmalarının artık yavaş yavaş meyvelerini vermeye başlamasıydı. Bu çalışmalar, daha çokTürkiye dışındaki Türk topluluklarında yetişen ilim adamı, şair ve yazarlar arasında yoğunlaşıyordu. Ayrıca, İmparatorluğun payitahta uzak şehirlerinde, özellikle Selânik’te, milliyetçi aydınların çalışmaları göre çarpıyordu. Hattâ, bunlardan bazıları, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne de nüfuz etmiş ve orada milliyetçilik fikrine taraftar toplamaya çalışıyorlardı. Bunların başında da, Ziya Gökalpgeliyordu.

1908 yılı, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne giden yolun son dönemecidir. Bu tarihten 1909’a kadar devam eden dönemde çok hızlı bir süreç yaşanmıştır.

23 Temmuz (1908)’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra, ülkede “ hürriyet, uhuvvet, adalet, müsavat” ilkeleri etrafında bir hürriyet rüzgarı estirilmiştir. II. Abdülhamit tahttan indirilmiş ve yönetim tamamen İttihat ve Terakki’nin eline geçmiştir.

Peşpeşe gelen Balkan, Trablusgarp ve I. Dünya Savaşları sonucunda, üç kıtadaki topraklarının büyük bölümünü kaybeden İmparatorluk, Anadolu coğrafyasının içine sıkışıp kalmıştır. Bu gelişmeler, Tanzimat’tan sonra takip edilen Osmanlıcılık ve İslâmcılıksiyasetlerinin tamamen iflasına yol açmıştır.

Ortada sadece, 1839’da Tanzimat’ın ilânından sonra başlayan tarih, dil ve edebiyatta milliyetçilik hareketlerinin ve 1908’den sonra edebî ve ilmî mecmualar ile birkaç milliyetçi teşkilat etrafında toplanan milliyetçi ilim, fikir ve edebiyat adamlarının geliştirdiği ve yaydığıTürkçülük fikri kalmıştır. Uzak ülküsü, bütün Türklerin bir bayrak altında toplandığı “Turan”ı kurmak olan bu fikir, yakın ülkü olara damillî bir devletin kurulmasını öngörüyordu. Bu millî ülkülerin, etrafında estirilen milliyetçilik rüzgârı, aydınların ruhunu ve zihnini hızla dolduruyordu. Bu ruh ve heyecanla eserler veren bir grup edebiyatçı da, Millî Edebiyat akımının başlamasını sağlıyorlardı.

Çanakkale Zaferi’ni kazanarak “Anafartalar Kahramanı” sıfatıyla milletinin gönlünde taht kuran Mustafa Kemal, bütün milleti “hür ve bağımsız millî bir devlet” fikri etrafında birleştirerek, 19 Mayıs 1919’da Milli Mücadele’yi başlatmıştır. 9 Eylül 1922’de Türk’ün mutlak galibiyetiyle sonuçlanan bu mücadele, bizi 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuyla buluşturmuştur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bu cumhuriyetin, ilk cumhurbaşkanı olmuştur.

Atatürk’ün fikir dünyasının oluşumunda; Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp gibi sanatçı ve fikir adamlarımızın derin etkileri olmuştur. Bu yüzden, Atatürk bir taraftan Batı ile uyum içinde medenî ve sanayileşmiş bir devleti kurmaya çalışırken, bir taraftan da, Türk tarih, dil, edebiyat ve kültürünü ortaya çıkararak ve geliştirerek, milletimizi millî kimliğinin bilincine ulaştırmaya çaba gösteriyordu. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, bu çabaların bir sonucu olarak kurulmuştur.

Tanzimat’tan sonra başlayan dilde milliyetçilik çalışmaları, bu dönemde, dil konusundaki iki anlayışın çatışmalarıyla devam etmiştir. Bu mücadelenin bir tarafında, dilimizde yabancı kökenli kelimeleri tamamen atıp Türkçe kökenli kelimelerin kalmasını, karşılıkları yoksa yeni kelimeleri türetmeyi savunan “arı dilciler”, diğer tarafında ise, öncelikle Türkçe kelimeleri kullanmayı, fakat zamanla dilimize malolan ve herkesin anladığı kelimeleri de kökenine bakmadan Türkçe kabul etmeyi esas sayan “ yaşayan Türkçeciler” yer almıştır. Halkımız bu mücadelede orta yolu seçmiş, fakat aydınlarımızın bir bölümü, basın ve yayın organları ile bir kısım sanatçı ve edebiyatçının etkisinde kalarak, arı dilcilerin düşüncelerini benimsemiştir. Tabiidir ki, arı dilcilerin kısmen etkili olan bu çalışmaları, millî kültürümüze malolan birçok kelimenin terk edilmesine, unutulmasına ve dilimizin kelime dağarcığının zayıflamasına yol açmıştır. Sevindiricidir ki, halkımız, keyfi ve zorlama ile türetilen birçok kelimeyi benimsememiş ve kullanmamıştır. Fakat, son yıllarda televizyon başta olmak üzere hızla gelişen kitle iletişim araçları, bu konudaki son direnişleri de, büyük ölçüde kırmıştır. Özellikle İngilizce ve Fransızca başta olmak üzere, Batı kökenli birçok kelime bu yolla dilimize girmiş ve yayılma eğilimi göstermeye başlamıştır. Doğu kökenli kelimelere karşı aşırı hassasiyet gösteren “arı dilciler” Batı kökenli kelimelerin dilimizi ve günlük hayatımızı işgaline hiçbir ciddi tepki göstermemişlerdir.

Tanzimat’tan sonra edebiyatta başlayan milliyetçi çalışmaları, 20. yüzyılın başlarında, millî konuların ön plâna çıktığı bir Millî Edebiyat’ın doğmasını sağlamıştır. Cumhuriyet’e giden yolda hızla gelişen bu edebiyat, 1923 yılından 1938 yılında Atatürk’ün ölümüne kadar gelişmesini sürdürmüştür. Özellikle, şiir ve roman vâdisinde milli konuları işleyen birçok eser meydana getirilmiştir.

Fakat, Atatürk’ün hastalığının ilerlediği yıllarda, yavaş yavaş edebiyat, sanat, eğitim ve basın hayatında, milliyetçiliğe ve manevî değerlere karşı beynelmilelci ve materyalist düşünceyi benimseyen, bazı yazar, sanatçı, eğitimci ve gazeteciler hummalı bir çalışma dönemine girmişlerdir. Ayrıca, komünist ve sosyalist ideolojileri benimseyen bazı kişiler, eğitim ve sanat kurumlarına bürokrat olarak sızarak, ideolojilerini yayma çalışmalarına girmişlerdir.

1940’lı yılların başında itibaren, çoğunluğu komünist, sosyalist, materyalist, ateist vb. görüşlerin sahibi olan şair ve yazarların millî ve manevi değerleri küçümseyen, hor gören çalışmaları ile bir grup milliyetçi ve maneviyatçı duygulara sahip şair ve yazarın millî ve manevî değerleri yüceltmeyi ve bu değerlerle ilgili hassasiyetleri canlı tutmayı hedefleyen çalışmalarının çatışmaları gözlenmektedir. Maalesef, basın ve yayın organları ile sanat dünyasının büyük bir bölümünde çoğunlukta olan ve bazı sivil toplum kuruluşlarının da desteğini alan birinci grup şair ve yazarların, özellikle aydınlar ve gençler üzerinde etkileri milliyetçilerden daha fazla olmuştur. Fakat, son otuz yılda edebiyatta milliyetçi tavrı benimseyen ikinci gruptaki şair ve yazarlar da, meydana getirdikleri eserlerle, yeni yetişen nesiller üzerinde küçümsenmeyecek bir etki meydana getirmişlerdir. Yalnız, burada şu gerçeğin altını da, açıkça çizmekte yarar vardır. Edebiyat ve fikir alanından sonra, siyaset alanına da taşınan milliyetçilik fikrini, birkaç siyasi parti dışında benimseyen siyasi parti yok gibidir.

İkibinli yıllara girerken başlayan küreselleşme (globalizm) süreci, iletişim ve bilişim teknolojisindeki gelişmeler, çok boyutlu ekonomik, sosyal, kültürel ve askerî bloklaşmalar ve birliktelikler bile milliyetçilik fikrini ortadan kaldıramamış, etkisini azaltamamıştır. 21. yüzyılın başlarında meydana gelen bilim ve teknoloji ile uluslararası ilişkiler alanındaki çok hızlı ve çok yönlü gelişmeler, milliyetçilik fikrinin gerilemesi yerine, üst kimliklerden alt kimliklere doğru, daha da detaylanarak yayılmasına yol açmıştır. “Milletim nev-i beşer, vatanım rû-yu zemin” diyen zihniyet, bu yüzyılda da sûkutu hayale uğramıştır. Gerek dünyanın gidişatı, gerekse bilimsel gerçekler, millet ve buna bağlı olarak millî dil, millî edebiyat ve millî kültür realitesinin hayatiyetini bütün canlılığıyla koruyacağını göstermektedir.

Sonuç olarak denilebilir ki, Tanzimat’tan sonra dil, edebiyat ve tarih alanında başlayan ilmî ve edebî milliyetçilik olmasaydı, II. Meşrutiyet, Millî Edebiyat, Millî Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti gerçekleşemezdi. Atatürk Türkiyesi varlığını büyük ölçüde bu dönemdeki çalışmalara borçludur. Tanzimat’tan sonra başlayan dilde ve edebiyatta Türk milliyetçiliği çalışmaları, milletimizi 20. yüzyılın başlarında millî bir devlet, millî bir dil ve millî bir edebiyata götürmüştür. 21. yüzyılda gerek dünyada ve gerekse Türkiye’de meydana gelecek siyasî, ekonomik ve kültürel gelişmeler de, beklenenin aksine, millî hassasiyetleri geliştirecek, milliyetçiliği güçlendirecek ve bizi daha sağlıklı bir millî dil ve daha gelişmiş bir millî edebiyat ortamına taşıyacaktır.

kaynak:sakinoner.com

Editör: TE Bilisim