Dış Politika uzmanlık alanımız değil... Ancak Tarih zaten bir yönüyle "Uluslararası İlişkiler" demektir.
  Kültür Tarihi, Sanat Tarihi, Sosyal Tarih gibi özel alanlar dışında "Dünya Tarihi" denince akla önce "savaşlar ve barışlar" gelir. Savaş seviyesinde olay çıkarabilme kapasitesi ise "milletlere" mahsustur. 
     Özellikle Gazze olayları, Mavi Marmara baskını ve "One Minute"lü Davos Krizinden sonra Recep Tayyip Erdoğan İsrail'le savaşmaktan bahsedince "Saddamlaştırılma" tehlikesine dikkat çeken birkaç yazı kaleme almıştık.
     Erdoğan'ın Saddamlaşması demek, Türkiye'nin Iraklaşması demekti.
     Ardından gelen Reyhanlı patlamasından sonra da Suriye'ye yoğunlaştık. Osmanlı Devleti'nin Suriye üzerinden yıkıldığına dikkat çekmeye çalıştık.
     Türkiye son 200 yıl içinde, 1828 ve 1877 ve 1914'te Kafkasya üzerinden Rus, 1877 ve 1912'de Balkanlar üzerinden Rus, Bulgar, Sırp, Yunan 1915'te Gelibolu üzerinden İngiliz-Fransız, 1919'da Ege üzerinden Yunan saldırılarına uğramıştı. 
     Ancak bu saldırıların hiç biri, Anadolu'nun yani "Türk yurdunun" selameti bakımından şu iki saldırı kadar etkili olmamıştı:
     1- 1831'de Suriye üzerinden gelen asi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa kuvvetleri…
     2- 1918'de Suriye üzerinden Antep-Maraş hattına dayanan İngiliz- Fransız orduları…
     Mehmet Ali'nin oğlu İbrahim Mısır'dan yola çıkıp, Suriye üzerinden Kütahya'ya kadar gelince Osmanlı Devleti 1833'te Ruslar'la Hünkar İskelesi Antlaşmasını yaparak boğazlar üzerinde "tekil hükümranlık" vasfını yitirmişti.
     1838'de İngilizler'le Baltalimanı Ticaret Sözleşmesini yaparak yarı İngiliz sömürgesi konumuna düşmüştü. 24 kuruşluk Sterlin 1 Liraya eşitlenmiş, gümrük vergileri alırken % 3 satarken % 12 olmuştu.
     Önce 1839'da Tanzimat, sonra da 1856'da Islahat Fermanlarını yaparak "Gayrimüslim açılımı"nı başlatmak zorunda kalmıştı. Tarihte "Osmanlı" yüceliğinin yıkıldığı yer burasıydı.
     İngilizler, Lawrence'in emrindeki Arap milislerle birlikte Şam'ı ele geçirip Suriye üzerinden Anadolu'ya yöneldiğinde ise Osmanlı Devleti, İtilaf  Devletleriyle Mondros Ateşkesini yapmak zorunda kalmıştı. Çünkü "Allah'ın sıradağlarla donattığı Anadolu kalesi"nin yumuşak karnının Suriye düzlükleri olduğunu İngilizler kadar Genç Türkler de biliyordu. Milliyetçi Türkler…
     Suriye'deki 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, bu bilinçle askeri çölde telef etmeden Türk illerine kadar geri çekmiş, ricat, Antep, Maraş Urfa hattına dayanınca da İngilizlere ateşkes teklif edilmişti. Çünkü bu çizgide ordunun asker, mühimmat ve iaşe kaynağı olan "vatan" başlıyordu.
     Suriye'deki tehlikeli ricat Osmanlı Devleti'ni Mondros Ateşkesine zorlamış, Osmanlı orduları terhis edilmiş, İtilaf devletlerine "Anadolu'nun her noktasını işgal yolu" açılmış, devletin bütün stratejik değerleri düşmana teslim edilmişti. Osmanlı Devletinin fiilen yıkıldığı yer işte burasıydı.
     700 Kilometrelik Suriye sınırı, Türkiye'nin "yumuşak karnı"ydı!..
        24 Eylül 2011'de "Ortadoğu'da Yeni Bir Saddam Yaratmak" başlıklı yazımızda ise bu iki konuyu İsrail-Suriye-BOP ekseninde toparlamıştık:
     "Erdoğan, ABD tarafından hızla Saddamlaştırılmaktadır. Saddam Hüseyin'in Irak'ın Cumhuriyet Muhafızlarını telef eden bir figür olarak kullanıldığı Körfez Savaşı öncesinde Kuveyt'i 19. Vilayet ilan etmesi ile Tayyip Erdoğan'ın "Suriye bizim iç meselemizdir" sözüyle başlayan sataşma süreci arasında garip benzerlikler var!.."
     Amerika'nın, Ortadoğu'da yeni bir Saddam yaratmak ve Türkiye'nin "Cumhuriyet Muhafızlarını" yeni bir "Kuveyt modeli"yle eritmek gibi bir amacı olabilirdi.
     O günden bugüne tezimizi destekleyen pek çok gelişme yaşandı. 2001'de, Rusları ve Avrupa'yı ABD koalisyonuna dahil eden El Kaide krizine benzer bir IŞİD terör örgütü yaratıldı.
     Saddam'daki saray yaptırma merakının Erdoğan'a da bulaşması da tezimize aykırı değildi. 
     Saddam'ın Uday'ına benzer Bilaller ve aile boyu yolsuzluk iddiaları da iktidarda kalmak için demokrasi dışına çıkmayı, yani Saddamlaşmayı tetikleyen diğer psikolojik etkenlerdi...
     Erdoğan'ın başkanlık hayali, gittikçe diktatöryal tutumlar içine girmesi ve iktidardan "sandık yoluyla" gitmeyecek hissi vermeye başlaması "Saddamlaşma eğilimi"nin ciddi olarak büyüteç altına alınması gereken bir milli güvenlik sorunu haline getiriyor.
     Rusya'nın 90'larda  ancak Moskova kapılarında durdurabildiği Çeçenleri, artık Suriye'de avlamaya başladığı günleri yaşıyoruz.
     ABD, Körfez savaşlarında bulduğu koalisyon desteğinin daha büyüğünü, Türkiye tarafından desteklediği hararetle iddia edilen IŞİD'e karşı bulmuş görünüyor.
     Türkiye 1 Kasım'da önemli bir yol ayrımına doğru giderken Türk seçmeninin, 2001'den sonra "avcı kekliği" olarak kullanılan Usame Bin Ladin'in veya Ortadoğu'nun yeni Saddam'ının kim olduğunu açıkça sorgulaması gerekiyor!