Ümit Özdağ, Tutuklu Gazeteci Ve Türk Milliyetçilerinin Tahliyesi Üzerine Basın Açıklaması Yaptı. Ümit Özdağ, Tutuklu Gazeteci Ve Türk Milliyetçilerinin Tahliyesi Üzerine Basın Açıklaması Yaptı.
Dün Demokratik Değişim Hareketi grubunun konuğu olarak Prof. Dr. Orhan Arslan ile beraber ‘’Güvenlik Politikalarındaki Dönüşüm ve Türkiye’’ konulu bir söyleşiye katılmıştım…

Bu söyleşi grubun sosyal medya hesaplarından canlı olarak yayınlanmıştı. Bu söyleşide değindiğim konuları aşağıda sunuyorum. Canlı yayınlanan söyleşinin video kaydının Youtube bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum… Her daim güncel olan bu konunun ilginizi çekeceğini düşünüyorum.


İlkel insanın güvenlik ihtiyacı

İnsanların ve toplumların güvenlik ihtiyacı ilkel insandan beri var olagelmiş ancak bu güvenlik ihtiyacı teknolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve toplumsal değişimlere de paralel olarak süregelen bir dönüşüm içinde olmuştur. Bu yazıda bu dönüşüm çok özet olarak günümüze kadar incelenmiş ve sonunda da yeni güvenlik ihtiyaçları ortaya konmuştur. 


İnsanların güvenlik ihtiyacı Maslow'un gereksinimler hiyerarşisi içerisinde Fizyolojik gereksinimler (nefes alma, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma, boşaltım) den sonra ikinci sırada yer alır.

Bu ihtiyacı gidermek için ilk insanlar vahşi hayvanlardan korunmak maksadıyla su üzerine ev yapmış ve korunma ihtiyacını bu şekilde gidermişlerdir.

Zamanla sosyalleşen, gruplaşan, kabilelere, dinlere ve mezheplere bölünen insanlar bu ihtiyaçlarını diğer grup, kabilelere ve dinlere karşı korunmak üzere surlar, kaleler, fiziki diğer engeller yaparak ve asker besleyerek sağlamışlardır. Tarihte insanoğlu savunmasını ve güvenlik ihtiyacını 16. yüzyıla kadar bu şekilde sağlamıştır.

İnsanoğlunun bu şekildeki savunma anlayışı 17. yüzyıldan itibaren değişime başlamıştır.

Vestfalya Anlaşması

Avrupa’da 1618-1648 yılları arasında yaşanan 30 Yıl Savaşları (ki mezhep savaşlarıdır) Westphalia (Vestfalya) Anlaşması ile sona ermiş ve bu anlaşma ile uluslararası ilişkilerin ve güvenlik konusunun paradigması değişmiştir.


Vestfalya Anlaşması Avrupa’ya; Devletlerin egemenliği ve siyasal Self Determinasyon (Geleceklik Hakkı) esasları prensibini, devletlerarası (yasal) eşitlik prensibini ve bir devletin iç işlerine başka bir devletin karışmaması prensibi getirmiştir. Revizyonistler, bu antlaşmanın Avrupa’da statükoyu sürdürmeye hizmet ettiğini savunurlar.

Vestfalya Barışı; Avrupa’da artık devletlerin daha seküler (dünyevi) bir düzlemde pozisyon aldığını ve dini devletin tekeline alarak toprakları üzerinde devletin mutlak egemen olmasını sağladılar.

Dolaysıyla Vestfalya Anlaşması ile devletlerin güvenlik anlayışında da esaslı değişiklikler olur. Güvenlik demek artık; seküler dünya düzeni, egemenlik ve eşitlik demektir.

Vestfalya Anlaşmasını çoğu tarihçiler bu nedenlerle modern çağın başlangıcı olarak kabul ederler…

1815 Viyana Kongresi

1789 Fransız İhtilali, 1815 Waterloo Savaşı ve 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da gerçek anlamda bir statüko oluşturulur. 1853-1856 Kırım Harbinde Avrupa Osmanlı yanında yer alarak bu statükonun Rusya lehine bozulmasına izin vermezler.


Ancak 1789 Fransız İhtilalinin yağdığı fikir akımları, sanayi devrimi, devletlerin pazar ve hammadde arayışları ve rekabet devletlerarası bloklaşmaları beraberinde getirir.

1870 Sedan Muharebesi ile 1648 Vestfalya Anlaşması ile engel olunan Alman birliği ve İtalyan birliği kurulur. Böylece 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da kurulan statüko bozulur.

Dünya Savaşına doğru

Bu tarihten sonra dünya iki bloka ayrılır. Bir tarafta İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Sırbistan, Karadağ, Belçika, Yunanistan, Japonya, Romanya ve ABD’nin oluşturduğu İtilaf devletleri, diğer tarafta ise Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı devletinin oluşturduğu İttifak devletleri yer alır…


İtilaf devletleri Fransız İhtilalinin doğurduğu; ‘’özgürlük’’, ‘’eşitlik’’ ve ‘’kardeşlik’’ fikirlerini savunurken, İttifak devletleri ise Prusya’nın başını çektiği; ‘’düzen’’, ‘’şeref’’, ‘’itaat’’ ve ‘’milli duygular’’ fikirlerini savunurlar.

Dönemin Güvenlik Anlayışı ve teorisyenleri

Bu dönemde güvenlik anlayışı da ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulur. Bu dönemin fikir babalarını ve teorisyenliğini: "Heartland theory" (yani coğrafyayı, doğu Avrupa’yı Kalpgah’ı, özyurtu) kim yönetirse dünyaya o hükmeder fikri ile İngiliz Mackinder, ‘’hayat sahası’’ fikri ile siyasi coğrafyanın babası olan Friedrich Ratzel, ‘’deniz gücü’’ fikri ile Alfred Mahan, yine ‘’coğrafya’’ fikri ile Hitler’in fikir babası Karl Haushofer, ‘’askerî güç’’ fikri ile Machiavelli ve savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz oluşturur…


Bütün bu teorisyenlerin ortak özelliği belli bir bölge, arazi ve coğrafyayı askeri bir güç ile ele geçirerek güvenlik sağlamak olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu

Avrupa’yı burada bırakıp Osmanlı İmparatorluğuna kısaca bir göz atalım:


1299 kuruluş, 1453 İstanbul’un fethi ve 1529 Viyana kuşatması ile 16. yüzyılda üç kıtaya hükmeder. 1606 Zitvatorok Anlaşması ile prestij kaybeder. 1683’de Viyana önlerinde yenilir, 1699 Karlofça Anlaşması ile gerilemeye başlar. 1718 Pasarofça Anlaşması ile toprak kaybeder, 1792 Yaş Anlaşması ile çöküş sürecine girer. 19. yüzyılda Avrupa’nın hasta adamıdır. 1828-1908 yılları Osmanlının ıstıraplı en uzun yüzyılıdır. 1839 Baltalimanı Anlaşması ile Kapütülasyonlar ile mali çöküş başlar. 1839 Tanzimat hareketi ile cumhuriyet fikri doğar, 1876 I. Meşrutiyet ile anayasal yönetime geçilir. Askeriyede, mülkiyede ve tıbbiyede yenilikler ve reformlar yapılır. 20 yüzyıl başında eğitimin, yeniliklerin ve Avrupa’daki fikir hareketlerinin zemin bulduğu Osmanlının anayurdu olan Balkanlar kaybedilir ve 1. Dünya savaşının sonunda da 1918’de Sevr Anlaşması ile Osmanlı devleti sona erer.

18. yüzyılda üç ülke yenilenme hareketinin içine girdi. Rusya, Büyük Petro ile, Japonya Meiji Restorasyonu ile bunu başarır… Ancak Osmanlının bütün yenileşme hareketleri hüsranla sonuçlanır...

Osmanlı İmparatorluğunun çöküş sebepleri:

Osmanlı İmparatorluğunun yenilenme hareketinde başarısızlığının ve çöküşünün çok sebepleri vardır. Bunlardan önemli olanlarını kısaca öyle sıralayabiliriz:


1. Devlet yönetimimin Doğu Roma geleneği olan fetih – ganimet - vergi - baskı sistemi üzerine oluşması,

2. Timur istilasının Anadolu şehirlerini birer kasabaya dönüştürmesi, Haçlı serelerinin şehirleri kıyılardan uzak iç bölgeler taşıması ve bu iki konunun yarattığı travma nedeniyle insanların mistik yöne sığınması, (Bu görüşü Fransız tarihçi Fernand Braudel savunur:  A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92)

3. Gazali etkisinin Fatih’ten sonra devlet yönetimine egemen olması, bilimi dışlaması (1453 ‘de sur önlerinde top dökebilen teknolojiden, 1529’da Viyana önlerine sürüyerek öküzlerle top taşınması),

4. Abbasi aydınlanmasını takip edememesi,

5. Avrupa Rönesans’ını görememesi,

6. Sanayi devrimini kaçırması,

7. Tarım ve din toplumu olarak kalması,

8. Sağlıklı ittifak ilişkilerinin olmaması…

9. Eğitimde bilimi ihmal edip fıkıh ve tefsir eğitimine ağırlık vermesi… (İbn-i Haldun’un ‘’Akletmek Müslümanlık tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler’’ sözü aslında Osmanlının neden battığının en açık ifadesidir.)

Türkiye Cumhuriyeti

1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün derin tarih bilinci ve dehasıyla genç Cumhuriyet güvenlik kurgusunu Selçuklu geleneği üzerine oturtarak ‘’arazi’ ile değil ‘’ittifak’’larla güvenlik sağladı. Bu maksatla Türkiye’yi çevreleyen Balkan ülkeleriyle Balkan Paktı (Türkiye, Yunanistan, Romanya, Arnavutluk, Bulgaristan ve Yugoslavya ile 1934), Ortadoğu ülkeleriyle Sadabat Paktı (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan, 1937) ve Sovyetlerle Dostluk ve İşbirliği Anlaşması (1921) imzaladı. Bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti güvenliğini komşularıyla yaptığı ittifaklarda buldu.


Dışarıda güvenliği bu şekilde sağlayan genç Türkiye Cumhuriyeti İbn-i Rüşt’ün manevi öğrencisi sayılan Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bütün enerjisini içeride devrimlerin yerleşmesine, sanayileşmesine, bilime ve aydınlanma hareketine ayırdı.

Bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında atları ve katırları için içeride yapamadığı nal mıhını İsveç’ten ithal ederken 1937 yılında Danimarka, Hollanda ve Polonya’ya yerli savaş uçağı ihraç eder hale gelmiştir.

Soğuk Savaş dönemi

Bir ve ikinci dünya savaşları aslında tek dünya savaşıdır. Birinci savaşta hesaplaşamayan devletler kozlarını 1939-1945 yılları arasında tekrar paylaştılar. Savaş sonunda dünya iki kutba ayrılarak 1870 Sedan savaşından sonra başladığı kutuplaşmalar kurumsal hale gelir: Batı, ABD liderliğinde NATO’yu, Doğu, Sovyet Rusya liderliğinde Varşova Paktı’nı oluşturur…


Türkiye NATO’da ve ABD güdümünde

Türkiye 1952 yılında NATO’ya girer… Türkiye NATO’ya girmesiyle kendi uçak, top, tüfek, silah ve teçhizat üretim hattını ve fabrikalarını kapatarak ABD’den silah ve teçhizat alır… Alman yazar Jehuda Wallach’ın bir kitabında (Bir Askerî Yardımın Anatomisi: Türkiye’de Prusya-Alman Askeri Heyetleri, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, 1985) şu tezi öne sürer: ‘’Askerî yardım politik bağımlılık getirir.’’


Bu şekilde Türkiye Mustafa Kemal Atatürk’ün kurguladığı güvenlik politikasından uzaklaşarak komşularına sırtını dönüp güvenlik için teee uzaklardaki ABD’nin bacaklarına sarılır… Türkiye kendinin (milli) olmayan ABD’nin güvenlik politikalarının bir aracı haline gelir. Küba krizi, Kıbrıs krizi, Yeşil Kuşak projesi, bizim oğlanlar, sol hareketler üzerine baskı bu politikaların sonucudur…

Küreselleşme

20 yüzyılın sonlarına doğru 1989 yılında Sovyetler Birliği dağılır… Tek kutuplu dünyaya dönülür. Küreselleşme başlar…


1990’lı yılların güvenlik kuramları

1994 yılında iki kitap yayınlanır. Bunlardan birisi: ‘’ Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri’’ (The Rise and Fall of the Great Powers) (Paul Kennedy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). Paul Kennedy, bu kitabında son beş yüzyılın imparatorlukları üzerine araştırma yapıp şu tezi ileri sürer: ‘’Bir devlet gücünün zirvesine ulaştığında bu gücü korumak için daha fazla askerî güç kullanıyor. Bu fazla askerî güç de devleti ekonomik olarak çökertiyor.’’

Diğer kitap ise ‘’Medeniyetler Çatışması’’ (Samuel P. Huntington, Vadi Yayınları) Huntington bu kitabında tez olarak şu fikri ileri sürer: 1648’ de imzalanan ve modern uluslararası sistemin başlangıcı olarak kabul edilen Vestfalya Barışı’ndan itibaren sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında meydana gelen mücadeleler; uluslararası politikanın odak noktası haline gelmiştir. Bütün bu mücadelelerin ardından; şimdi sıra medeniyetler arasındaki mücadeleye gelmiştir. Huntington’a göre, demokratik Batı ile komünist Doğu’nun siyasi çatışması olarak nitelenen Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde sorunların ve çatışmaların temel kaynağı ideoloji ve siyasi görüşler değil; din ve kültürdeki farklılıklar oluşturacaktır.

Ancak burada kitabın adına bir eleştiri getirmek istiyorum: Uygarlık, medeniyet tekdir. Bu uygarlık, medeniyet içerisinde farklı kültürler vardır. Dolaysıyla kitabın adı ‘’Kültürler Çatışması’’ olsaydı daha uygun olurdu diye düşünüyorum…

Jeoekonomi ve Jeokültür

Ve 1990’lı yılların ortalarında iki kavram doğar: Jeoekonomi ve Jeokültür. Bu tezlere göre dünya siyasetinde Hard Power faktörler (sert güçler; coğrafya, boğazlar, arazi, silah, silahlı güçler) ağırlığını ve önemini yitirmiştir. Dünya siyasetinde yükselen güç Soft Power faktörler (ekonomik ve kültürel güç)  güç ve ağırlık kazanmıştır.


1990’ların sonlarına doğru artık dünya, devletler dünyasından toplumlar ve ekonomi dünyasına dönüşmüştür. Burada bahsedilen Soft Power faktörler içerisinde de devletlerarası kuruluşlar; IMF, Dünya Bankası, BM, NATO, AP, Medya kuruluşları, Sosyal medya, CNN, Google, Microsoft, Eccon ve NGO’lar oluşturmaktadır. 1909 tarihinde 176 olan NGO’lar 2019 yılında 20.000 üzerine çıkmıştır. Bu dönemde sanayi kapitalizmi yerini finans kapitalizmime bırakmış, sanayi kapitalizminin ana unsuru olan ağır sanayi, işçiler ve sendikalar önemini kaybetmiştir.

Bu çerçevede ‘’Jeokültür’’ kavramının içeriği şu olgular oluşturmaktadır: Hukuk (Evrensel-laik hukuk), adalet, insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, uzlaşma kültürü, sanat, edebiyat, felsefe ve dil. Bu içerik sabit olmayıp günün koşullarına ve ihtiyaçlarına göre genişletilebilir.

Burada ‘’Jeokültür’’ kavramı içinde geçen her bir olgu ayrı ayrı açıklanmalıdır anacak ben en sonda geçen ‘’uzlaşma kültürü’’ ‘’dil’’ ve ‘’hukuk’’ konularını örnek olarak açıklamak istiyorum…

Jeokültür kavramından üç örnek: ''Uzlaşma kültürü'', ''dil'', ''hukuk ve adalet''

Uzlaşma Kültürü

1648 Vestfalya Anlaşması ile başlayan dönemde güvenlik kurgusunun ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulduğunu, bu dönemin fikir babalarından ve teorisyenlerinden birisinin de savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz olduğunu yazmıştım.


Yine 1990’larda İngiliz Kraliyet Akademisinden John Keegan bir kitap yayınlar ‘’Die Kultur des Kerieges’’ (Savaşın Kültürü) Bu kitabında John Keegan, Clausewitz’in aksine şu tezi ileri sürer: ‘’Savaş, toplumun kültürü tarafından şekillendirilmektedir. Çatışma kültürünün hâkim olduğu toplumlarda savaş kaçınılmazdır.’’ Bir başka deyişle ‘’uzlaşma kültürü’’nün olmadığı toplumlarda çatışmalar kaçınılmazdır…

İşte böylesine önemlidir uzlaşı kültürü!... Toplumda uzlaşı kültürü olmayınca çatışma kültürü topluma savaşa sürüklüyor!....


Dil

Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir. Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984)


Bedia Akarsu Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir; İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı. Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir. Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir. Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir. 

Dil ve kültür ilişkisi konusunda akla gelen ikinci düşünür Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır. (1889-1951) Wittgenstein dili felsefenin merkezine oturtan 20’inci yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden tek filozoftur… Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Oxford Sözlüğü. 1858 yılında yazımına başlanılıp 1928 yılında tamamlanan ancak hemen hemen her yıl güncellenen Oxford sözlüğü her yıl eklene eklene 20 cilt haline gelmiş. Toplamda 21,000 küsur sayfaya ulaşmış… Oxford sözlüğünde 171.476 İngilizce kelime yer alıyor… Sözlükte yer alan teknik terimleri, ekleri, madde başlıklarını da saydığımızda kelime sayısı 750.000’e çıkıyor.

19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir.  1890’da 12 cilt halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük her ne kadar arka sayfasına 104.481 sözcükten bahsetse de en ekleri, deyimleri ve yabancı kökenleri sözcükleri çıkarırsak en fazla 30.000 kelime içeriyor... Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz veya yerine koyamadıklarımız; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...

Bunun neticesi ne mi olmuştur?

Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 82.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.

OECD'nin yürüttüğü ve her üç yılda bir yapılan PISA testinde 2015’te yapılan ve 6 Aralık 2016 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda  OECD üyesi 35 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 52., okuma becerilerinde 50., matematikte ise 49. sırada yer aldığı, Türkiye’nin, üç ders alanında da OECD ortalamasının bir hayli gerisinde kaldığı belirtildi. OECD’nin 35 ülkesi arasında ise 34. sıradayız. Bizden kötü tek bir ülke var; o da Meksika. Romanya, Arnavutluk ve Uruguay'ın bile gerisindeyiz. Böylesi bir sonucu başka nasıl izah edebiliriz ki?

Yine yapılan bir araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olması için kendi lisanında bilmesi gerek sözcük 40.000 adetmiş.  Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40.000 farklı Almanca sözcük kullanmış. Bir kişinin yazar, politikacı olarak topluma yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısı 20.000 adetmiş. Bir kişinin böyle bir iddiası yok da sadece çağını anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsa bilmesi gereken sözcük sayısı 10.000 adetmiş. Yapılan bir diğer araştırmada ise Türk insanının günde 300 ila 500 sözcük kullandığını gösteriyor. Bu tespit karşısında başka bir yoruma gerek var mı?

Çetin Altan bir yazısında ‘’Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız Henry Matisse’nin balıklarına (Red Fish) bakmayınız, anlamazsınız’’ diye yazardı… Bu kadar kelime haznesiyle William Shakespeare’i okusanız da anlayamazsınız... Hoş biz de Shakespeare’i okumuyoruz ki zaten!...

Bu kadar az kelimeyle siyaset yapamazsınız, strateji oluşturamazsınız, güvenlik politikaları kurgulayamazsınız, sanat, edebiyat yapamazsınız, kültür oluşturamazsınız, ittifak yapamazsınız, çağın güvenlik ihtiyaçlarına cevap veremezsiniz… Vazgeçtim tüm bunları çağınızı kavrayamazsınız…  Hoş bizim de zaten siyaset falan da yaptığımız yok… Ülkede siyaset de tıkanmıştır. Arapça kökenli bir sözcük olan ‘’siyaset’’; sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Artık neyi güç kullanmadan çözmüyoruz ki?

Hukuk ve Adalet

Toplumda ‘’adalet duygusu’’ diye bir inanç vardır. Toplumu bir arada tutan işte bu adalet duygusudur. Bu inanç bir kez sarsıldı mı toplumu bir daha bir arada tutamazsınız... Tarih bize şunu göstermiştir: Bir ülkede ‘’devletin güvenliği’’ ile ‘’hukukun güvenliği’’ eşdeğerdir. Hukukun güvenliğinin sarsılması devletin güvenliğinin sarsılması anlamına gelir, sarsıntının devamı ise devleti çökertir. İşte gerçek ‘’bekâ sorunu’’ burada yatmaktadır…

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger’nin evrensel nitelikteki şu iki sözü ile de büyük bir uyarıda bulunur: ‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’ Ve Duverger’in en önemli sözü: ‘’Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’ 

Mahkemeler adaletin dağıtıldığı yerlerdir, yasaların uygulandığı yerler değildir… Yasaları uygulayanlar yöneticilerdir... Adaletin dağıtıldı yerler ise mahkemelerdir...

Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden olan Cesare Beccaria’nın 1763 yılında 25 yaşında iken yazdığı bir kitap var: ‘’Suçlar ve Cezalar’’ (Dei delitti e delle pene)

Beccaria bu eserinde, idamın ve işkencenin ceza olarak görülemeyeceğini ve bunun bir barbarlık olacağını açıklamaya çalışır. Beccaria bu eseriyle beraber hukuka pek çok ilke kazandırır. Bunlardan birisi; ‘’Kanunsuz ne suç ne ceza olur’’ (Nullum crimen nulla poena sine lege) ilkesidir. Böylelikle meşruluk prensibini de hukuka katar. Kendisi idamı hem kullanılamaz hem de gereksiz olduğunu iddia ederek bunu "kamusal cinayet" olarak tanımlar ve sorar: ‘’İnsanlara, kendileri gibi olanları öldürme cüretini veren nasıl bir hukuktur?"

Hukukun bu temel eseri ülkemize ise 200 yıl sonra hukukçu Muhittin Göklü’nün 1950’li yıllarda tercümesi ile gelir. Görüldüğü gibi Türkiye’ye 200 yıl geç gelen sadece matbaa değildir, hukukun temel eseri ve ilkeleri de geç gelmiştir.

Cesare Beccaria kitabında özetle şunları söylüyor:

”Bir cezanın bir ya da birden çok kişi tarafından bir yurttaşa karşı uygulanan kaba bir güç, şiddet olmaması ve sayılmaması için, her şeyden önce kesinlikle herkese açık, çabuk, kaçınılmaz, belli koşullarda olabilir yaptırımların en ılımlısı ve en azı, suçların ağırlığıyla orantılı ve yasalar tarafından belirlenmiş bulunması gereklidir.”... (Bu ilke İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde 8. madde olarak yer almıştır.)

"Ceza vermekten çok suçları önlemek daha iyidir."

‘’Suçu toplum yaratır, birey işler.’’ (Bu sözü ile de ortaya koyduğu kanunilik, şahsilik gibi birçok ilke ile günümüze ışık tutar.)

"Bireylerin kendi hürriyetlerinden feragat ettikleri kısımların toplamı, cemiyetin ceza vermek hakkının esasını oluşturur.’’

”Bir ülkenin sınırları içinde, yasalardan bağımsız, yasaların egemen olmadıkları hiçbir yer bulunmamalıdır. Yasaların gücü, gölgenin vücudu izlemesi gibi, her yurttaşı izlemek zorundadır.”

”Gücün insan zekâsı üzerindeki baskısı çekilmez ve dayanılmaz niteliktedir. Bu baskı, kuşkusuz gizlilik, ikiyüzlülük ve alçalış üretecektir. “

Ve gelelim kitabın en önemli cümlesine:

"Cezanın ağırlığı idam dahi olsa caydırıcı değildir. İnsanları suç işlemekten caydıran, cezanın mutlak olarak kendisine uygulanacağını bilmektir. Ceza ağır olmasa bile, suçunun tespit edilip koşullar ne olursa olsun yargılanacağını bilmesi duygusu olmalı. Hatta yüksek makamlarda tanıdığı olsa da onu asla kurtaramayacağını bilmesidir. Cezalar doğru ve tam uygulanırsa idama gerek yoktur."

Bu kısımda son olarak hep birbiri ile karıştırılan ‘’hukuk devleti’’ ve ‘’hukukun üstünlüğü’’ kavramlarına değinmek istiyorum.

"Hukuk devleti" kavramı Kara Avrupası ülkelerinde geçerli bir kavramdır. Bu ülkelerde ‘’yazılı hukuk’’ devletin tekelindedir. Bu yüzden de hukuk; vatandaştan yana değil devletten yanadır. Anglo-Sakson hukukun egemen olduğu ülkelerde ise  "hukukun üstünlüğü" ilkesi bulunmaktadır. Bu ülkelerde bireyle devlet hukukun karşısında eşit konumdadır. Devlet de, birey de toplumun ürettiği ve dayattığı hukuka bağlıdır. Bu devletlerde egemen güç hukuktur. Devlet gücü ise ikincil plandadır. Toplum, devletin vesayetinde değil, tersine devlet toplumun içindedir. Hukuk devletten bağımsız olduğundan yargı da bütün erklerden bağımsız ve çok güçlüdür... Bu şekilde "hukukun üstünlüğü" ilkesi sonucu gerçek demokrasi de Anglo-Sakson ülkelerinde boy verirken Kara Avrupası ülkelerinde "üstünlerin hukuku" hâkim olmuştur.

‘’Hukukun üstünlüğü’’ ilkesi çağdaş bir devletin en büyük güvencesidir.

Değişen güvenlik paradigmaları

Tarihte güvenlik paradigmaları ilk olarak 1648’de ikinci olarak da 1990’lı yıllarda değişmiştir. Tarih bize değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğinizi kurgulayamayan ve ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen toplumların sonunun hüsran olduğunu göstermiştir.

Almanya örneğinde jeoekonomi ve jeokültürün günümüzde kullanımı

Almanya her iki savaşta kaybettiği Prusya topraklarını Alman jeokonomisini ve jeokültürünü kullanarak bir tek mermi bile atmadan tamamen geri almıştır.


Bugün itibarıyla Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Avusturya, Slovenya ve Macaristan’ın hemen hemen bütün fabrikaları, hemen hemen bütün şirketleri, AVM’leri, toptancıları, perakendecileri, ekmek fırınları, pastaneleri, kahvehaneleri, berberleri ve kuaförlerinin neredeyse tamamı Alman şirketleri tarafından satın alınmıştır. Almanya’nın bu gücü İkinci Dünya Savaşında başaramadığı Bulgaristan ve Yunanistan’a kadar da uzanmaktadır. Bugün itibarıyla Yunanistan’ın bütün tur operatörleri, turizm şirketlerinin neredeyse tamamı Almanya’ya aittir.

Almanya’nın da en büyük partneri de sanıldığı gibi üyesi olduğu AB veya müttefiki olduğu ABD değil Rusya’dır. Ve Almanya’nın etrafında kavgalı kimsesi de yoktur.

Almanya bu gücü sayesinde günümüzde yaşanan Korona salgın hastalığını en rahat atlatan devletlerden bir tanesidir.

Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi Fransa’dan veya Rusya’dan gelecek zırhlı birlikler değildir. Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi iki tane mikrobiyologdur, iki tane bilgisayar hackeridir, mültecilerdir, salgın hastalıklar, doğal afetler ve halkın refahında olabilecek kayıplardır.

Günümüzde Almanya’nın askerî bir güç olarak sadece bir tane milli kolordusu vardır: IV. Kolordu. Almanların hepsi kolordu olmak üzere; bir Almanya- ABD, bir ABD-Almanya, bir Fransa-Almanya ve bir de Almanya-Polonya-Danimarka Kolordusu vardır. Ancak Alman Silahlı Kuvvetleri içerisinde Federal Silahlı Kuvvetleri Altyapı, Çevre Koruma ve Hizmetleri Federal Ofisi (BAIUDBw) (Das Bundesamt für Infrastruktur, Umweltschutz und Dienstleistungen der Bundeswehr (BAIUDBw), Sanitätsdienst (Bünyesinde büyük bir askerî hastaneler zincirini barındıran Tıbbi Hizmetler), Cyber- und Informationsraum (Siber Bilgi Alanı) gibi günümüz tehditlerine cevap verebilecek unsurlarının her biri neredeyse bir kolordu kuvvetlerine eşit güçtedirler.

Günümüzde Türkiye’ye yönelik güvenlik tehditleri

Günümüzde Rusya’nın, Yunanistan’ın veya bir başka ülkenin yarın Türkiye’ye saldırma ihtimali yoktur. Bu ihtimal bir hafta sonra da yoktur, bir ay sonrada yoktur, bir yıl, on yıl sonra da yoktur.


Ancak bu yazımı okuduktan bir dakika sonra, beş dakika sonra, beş saat sonra, beş gün sonra veya beş yıl sonra büyük bir depreme maruz kalma ihtimaliniz çok çok yüksektir.

Veya şimdi olduğu gibi bütün ülkenin boydan boya Koranavirüs gibi bir salgın hastalık, bir epidemi ile karşılaşması çok büyük bir ihtimaldir. İhtimal de değildir bizzat vakadır artık.

Veya ülkenin bir yerinde bir kimya tesisinde bir sızıntı olması, kontrol edilemeyen bir yangın olması da her zaman mümkündür…

Veya bu konularda ülkenin, biyolojik ve kimyasal veya komşu bir ülkedeki nükleer santraldaki bir sızıntının (Çernobil gibi) Türkiye’yi etkilemesi de her zaman mümkündür.

Ülkede bir kuraklık neticede özellikle büyük şehirlerde su kıtlığının ve gıda arzında büyük bir azalmanın olması her zaman mümkündür…

Ülkede sayısı beş milyonu geçtiği söylenen sığınmacıların varlığı gelecek için ülke güvenliğinde zaten büyük bir tehdittir.

Ülkede büyük bir deprem olduğunda, Allah korusun İstanbul depremle yerle bir olduğunda, köprüler, tüneller yıkıldığında hayatı normale S-400’ler mi döndürecek yoksa F-35’ler mi, yoksa çok öğündüğümüz Altaylar, Fırtınalar, Panterler mi?

İstanbul’da deprem yardımına ailesi de eşi, çocukları da yıkıntı altına kalmış itfaiye personeli mi koşacak?

İstanbul’a ulaşmak için yıkılan viyadüklerin yerlerine S-400’ün füzelerini mi viyadük ayağı yapacaksınız? Nehir üzerinde yıkılan köprülerin işlevini nasıl sağlayacaksınız?

İşte fiilen yaşıyoruz Koronavirüs salgınını… Daha ne olacağı, salgının ne kadar yayılacağı belli değil… Milyar dolarları döktüğünüz o kocaman kocaman AVM’ler mi size hastane olacak? Nerede sizin askerî hastaneleriniz? Nerde o askerî hastanelerin sahra hastaneleri? Askerî hastaneleri kapatırken aklınızı peynir ekmekle mi yediniz siz?

Nerede NBC birlikleriniz, nerede sizin dekontaminasyon birlikleriniz?

Beş milyon sığınmacınız var. Bu sığınmacılar ülkenin sosyal dokusunu, demografik yapısını tehdit etmiyor mu? Sığınmacılar Fransa’nın, Almanya’nın güvenliğine tehdit de sizin güvenliğinize tehdit değil midir?

Yeni güvenlik paradigmaları ve günümüzün güvenlik ihtiyacı

Bu sorular çoğaltılabilir. Ordunun mutlaka yeni tehditlere göre şekillenmesi, teşkilatlanması ve teçhiz edilmesi gerekmektedir çatışma kültürünün yoğun olduğu bir coğrafyada yaşadığımızı da unutmadan... Devir Kanal İstanbul ile, üretime dönük olmayan rant projeleri ile ülkenin kaynaklarını ve enerjisini harcama devri değildir.


Günümüzde anlattığım gibi güvenlik paradigmaları değişmiştir. Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği artık gelişmiş silahlarla sağlanmamaktadır.

Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği iki yönlü olarak sağlanmaktadır.

Bir yandan güvenlik politikaları deprem, sel, salgın hastalık vb. doğal afetlere karşı güvenlik birimlerinin yeniden teşkil, teçhiz, eğitimi ve diğer kamu kuruluşlarıyla işbirliğini gereksindirmektedir.

Diğer yandan da günümüz güvenlik politikaları; halkın refahı ile sağlanmaktadır, evrensel hukuk ile sağlanmaktadır, adalet ile sağlanmaktadır, kültür ile sanat ile edebiyat ile sağlanmaktadır, demokrasi, sosyal adalet, sosyal ve siyasal barış ile sağlanmaktadır, demokrasi, insan hakları, özgürlükler ile sağlanmaktadır, güçlü ittifaklarla, güçlü ekonomiyle, güçlü şirketlerle, güçlü toplumla, güçlü bireylerle sağlanmaktadır. (‘’Güçlü ordu, güçlü Türkiye’’ ile değil)…

Dilinizdeki kelime, sözcük sayısı ülkenin korunmasında ve güvenliğinde depolarınızdaki mermi sayısından daha etkilidir. Doğru güvenlik kurgulamaları doğru stratejilerle, doğru stratejiler de ülkeyi, dünyayı ve çağı algılayan doğru ve yeterli kelimelerle yapılır.

Hukuk güvenliği olmayan bir ülkeyi artık günümüzde hiçbir gelişmiş silah koruyamaz hale gelmiştir... Ülkenin güvenliğini, birliğini ve dirliğini de hiçbir silah, hiçbir füze, hiçbir uçak, hiçbir ordu ‘’adalet’’ gibi, refah gibi sağlayamaz hale gelmiştir…  

Siyaset, güç kullanmadan sorunları çözme sanatıdır. Dış siyaset dost edinme sanatıdır. Edebiyatsız, sanatsız, felsefesiz, kültürsüz, derinliksiz de siyaset yapamazsınız… Siyaset yapamadığınız yerde, siyasetinizin iflas ettiği yerde, siyasetinizin tükendiği yerde elbette ki güce başvurursunuz… 

Ordu demek mutlaka silah, top, tüfek, füze, uçak, gemi demek değildir. Afet ordunuz nerededir? Sağlık ordunuz nerededir? Kültür ordunuz nerededir? Eğitim ordunuz nerededir? Bilim ordunuz nerededir?…

İbn’i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde ‘’Coğrafya kaderinizdir’’ derdi. Yani coğrafya kaderinizdir; yaşadığınız coğrafya ile etrafınızdaki coğrafya ile barışık olun derdi… 

Tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî, Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar ve güvenlik konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözünü söylerdi:  ''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''

Zaman ;coğrafya ile barışık olma ve dost edinme, dostları artırma zamanıdır…

Günümüzde ülke için ulusal güvenlik tehditleri

Ülke refahını artırmayan, hakkı, hukuku ve adaleti tesis etmeyenevrensel hukuk ilkelerinden, demokrasiden ve sosyal adalet prensibinden uzaklaşan her türlü siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Ülkede siyasetin tıkanması ve siyasetin sorunlara çözüm üretememesi ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Ulusal çıkar yerine içte ve dışta ideolojik çıkar peşinde koşan bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Deprem bölgesi ülkemizde depreme dayanıklı bina yapmayan ve bunu kontrol etmeyen, dere yataklarına, heyelan bölgelerine bina yapan ve yapılmasına göz yuman, imara aykırı binaları imar affıyla yasal hale getiren, çarpık kentleşmeye göz yuman bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Ülke gençliğini bilimle donatıp çağın ihtiyaçlarına göre yetiştirmek yerine onları ‘’kindar ve dindar nesil’’ yetiştirme projesine kurban eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Ülkedeki makamları niteliksiz adamların eline teslim eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Kamu yönetiminde şeffaflığın olmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Coğrafya ile barışık olunmaması, komşu ülkelerle barış içinde yaşayıp onlarla beraberce ekonomik işbirliği bölgeleri oluşturmak yerine onlardan düşmanlar yaratıp, sonra da bu düşmanlara göre silah üretip silah ithal ederek halkının refahını düşüren bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Siyasetteki kapsayıcı ve kucaklayıcı olmayan, ötekileştirici ve şiddet içeren dil ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Sağlıklı ittifak ilişkilerinin bulunmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Gıda arzı ve su güvenliğinin olmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Ülke varlıklarının yabancıların eline geçmesi ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Ülkede denizcilik kültürünün eksikliği ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Kültür alanındaki eksiklik ve yetersizlik ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Sonuç

Değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğini kurgulayamayan ve güvenlik birimlerini ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen ve eğitemeyen ve ulusal güvenlik ihtiyaçlarını çağın gereklerine göre gidermeyen toplumların sonu hüsran olmuştur. Ve Tarih Baba da ısrarla ve ısrara hep bunu söylemiştir…

Tarih Baba bir de şunu göstermiştir: Bütün silahlar kötülük kaynağıdır.

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Editör: TE Bilisim