Türk milliyetçiliğinin bugünkü durumunu kavrayabilmek için, onun yakın geçmişini kısaca gözden geçirmek yerinde olacaktır. Çünkü bize göre, modern mânâdaki milliyetçiliğimizin teşekkül safhası ile yakın geçmişimiz arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Bilhassa XIX. yüzyılda siyâsî coğrafyamızda yaşanan hâdiseler ve bunların netîcesi olarak ortaya çıkan siyâsî manzara, milliyetçiliğimizin hem arka-plânının, hem çerçevesinin ve hem de iç dinamiklerinin teşekkülünü derinden etkilemiştir. Târihi, ihtimâller üzerinden değerlendirmenin her zamân sağlıklı netîceler vermeyeceğinin farkındayız. Bununla birlikte, eğer söz konusu yüzyılda gerçekleşen hâdiseler yaşanmamış olsaydı, milliyetçiliğimizin muhtevâsı muhtemelen ya daha farklı olacaktı ya da ortaya çıkışı çok daha sonraki dönemlere kalacaktı.  

Sözünü ettiğimiz yakın geçmişimizi kısaca gözden geçirdiğimizde, şöyle bir manzara ile karşılaşırız:  

Asırların Devlet-i Aliyye’si Osmanlı devleti, XIX. yüzyılın ortalarına doğru hızlı bir idârî, siyâsî, hukûkî, içtimâî ve kültürel değişim yaşamaya başlamıştı. Bu köklü değişimden en fazla etkilenenler, devletin millet-i hâkimesi durumundaki Türkler oldular. Gerçekten de, bu dönemde Batı ile kurulan sıkı temâslar ve Tanzîmât idârecilerinin ıslâhatlar adı altında peyderpey uygulamağa koydukları çeşitli düzenlemeler, kısa bir zaman zarfında başta devlet yöneticileri ve bunlarla kaderlerini bir noktada birleştirmiş bulunanokur-yazar takımı olmak üzere, millet-i hâkimenin zihniyet dünyâsını alt-üst etti. Öncelikle değerler sistemi sarsıldı; asırlardan beri siyâsî, idârî, hukûkî ve hattâ dînî/ahlâkî hayâtın rotasını çizen ve düşünce alt-yapısını şekillendiren mihenk taşlarının doğruluğuna dâir belirli kesimlerde bir süredir zihinleri işgāl eden şüpheler daha da artmağa başladı.  

Hangi gerekçelerle ve hangi haklı sâiklerle yola çıkılırsa çıkılsın, girişilen yeni uygulamalar için ne tür argümanlar ileri sürülürse sürülsün, öyle görülüyor ki, XIX. yüzyılda gerek devlet mekanizmasını ilgilendiren, gerekse bir bütün olarak cemiyeti hedef alan ve adına ıslâhat denen düzenlemelerin; bu düzenlemeler çerçevesinde ikāme olunan bir takım müessese ve teşkilâtların arkasında işte böyle bir şüphe yatmaktadır. Bu, hem idârecilerin ekseriyetinin ve hem de muhtelif sebep ve sâiklerle onlarla birlikte hareket eden okur-yazar veyâ aydın takımının belirli bir kısmının, burada vurgulamağa çalıştığımız târihî doğrularından artık ümitlerini kestiklerini gösterir. Nitekim, uygulamağa konulan tedbîrler ve umûmî olarak ihdâs olunan yeni müesseseler ıslâhatlar cümlesinden sayılmakla birlikte, yapılan işin ıslâh ile çok az ilgisi bulunuyordu; çünkü, Osmanlının an’anevî sisteminin ve müesseselerinin ya yüzüne basit bir cilâ çekiliyor veyâ bunlar kendi hâllerine, diğer bir deyişle ölüme terk edilerek hemen yanı başlarına onların fonksiyonlarını deruhte etmek üzere yenileri kuruluyordu. Binâenaleyh, bundan sonra girişiler bütün ıslâh çalışmalarının, bir bakıma târihî arka-plânı önceleri görmezden gelme, bilâhare redd ve daha sonra da ondan kaçış istikāmetine yönelmesi, gücünü biraz da bu duygudan almış olmalıdır. Zîrâ görünüşe göre, geçmiş ve onun doğruları, XVII. asrın sonlarından îtibâren Batı karşısında gittikçe artan bir şekilde yaşanan mağlûbiyetleri engelleyememişti! Öyleyse, hâlâ onlardan medet ummanın mânâsı yoktu; onları ıslâh veyâ en azından kolayını seçerek terk etmek gerekirdi... Ki, devleti kurtarmak ve yaşatmak mümkün olabilsin.  

Farklı bakış açılarından farklı mânâlar verilse bile, bizim burada sözünü ettiğimiz kaçışın adına bugün daha ziyâde Batılılaşma denmektedir. Mefhûm olarak Batılılaşma, XIX. yüzyılda, Osmanlı-Türk devletinin iki yüz yıldan beri kötü giden tâlihini değiştirecek yegâne sihirli anahtar olarak görüldü.Batılılaşmak sûretiyle târihî mağlûbiyetlerimizin önünü alabilecek, devletimizi ayakta tutabilecek, çağa ayak uydurabilecek ve Avrupalılar tarafından hatırı sayılır bir devlet olarak görülecektik! Ancak, ciddî mânâda bunların hiç biri olmadı. 1920 yılına gelinceye kadar Batılılaşma yönünde atılan bütün adımlar, zikre değer bâzı mühim başarılar da elde edilmiş olmakla birlikte, daha ziyâde şeklî kaldı. Bir takım Batı müesseselerinin benzerlerini ihdâs etmenin ötesinde rasyonel mânâda fazla bir şey yapılamadı; ancak, yaşanan sıkıntılara tam olarak çözüm üretemese bile, bir yekpârelik arz eden eski sistem de büyük yara aldı; bir süre sonra ortada ne eski değerlerimiz, ne o değerlere dayalı olarak yaşayan devletimiz kaldı; ne yeni değerler üretebildik ve ne de benzemeğe çalıştığımız dünyânın doğrularını elde edebildik.  

Fakat, her hâlükârda Batılılaşmağa mecburduk! Bilhassa XVIII. asır boyunca Batı karşısında uğranılan bir dizi mağlûbiyet, bizzât yöneticilerini niteliği tam olarak bilinmeyen bir arayış içine itmişti. Devleti yönetenler, işlerin kötü gittiğini; bu gidişi durdurabilmek için gerek idârî, gerek siyâsî, gerekse sosyal ve kültürel sâhalarda bir takım tedbîrler alınması gerektiğini, ancak bunların neler olduğunu gerçek veçheleriyle bilmiyorlardı. Fakat bir şeyi açıkça görüyorlardı: İçine düştükleri, kendilerini âciz bırakan sıkıntılara mâdemki Batı karşısında mâruz kalıyorlardı; o hâlde kendilerinde olmayan, fakat Batı’da bulunan ve Batı’yı kendilerinden güçlü kılan bir şeylerin olması lâzımdı. Ama neydi bu şeyler?  

Bu tam olarak kestirilemedi. Batı karşısındaki sıkıntılar esâs olarak askerî sâhada görüldüğü için, evvel-emirde bu sâhaya el atıldı. Bu girişim, Osmanlı idârecisi için, sanırız, düşmanların silâhıyla silâhlanmak mânâsına geliyordu. Devleti Batı karşısında ülkesinin sınırlarını koruyamayacak kadar âciz bırakan gelişmeler, daha ziyâde savaş meydânlarında vukū’ bulduğundan, bunu bir savunma içgüdüsü olarak değerlendirmek ve mâkul görmek mümkündür. Bunun ilk ciddî örnekleri III. Selim zamânında uygulamaya konulan, fakat bir fâcia ile netîcelenen Nizâm-ı Cedîd hareketidir. Daha sonra, Sultan II. Mahmûd’un girişimleri ile karşılaşırız. Fakat II. Mahmûd, selefinin âkıbetini çok yakından yaşayarak gören birisi olarak, başlangıçta işi yavaştan aldı; köklü değişiklikler için ortamı ve şartları elverişli hâle getirmenin yollarını aradı. Esâsen, uygulamaya koyduğu tedbîrler ve değişiklikler gözden geçirildiğinde, onun, daha başlangıçta mes’eleyi selefinden çok daha geniş bir çerçevede ele aldığı görülür. Hedef biraz daha netleşmişti: Sâdece ordunun durumu bakımından Avrupa’ya benzemek yeterli olmayacaktı; devleti ve cemiyeti bütün veçheleriyle Avrupalılaştırmak gerekmekte idi; aksi hâlde devleti ayakta tutmanın imkânı yoktu!  

Peki ama, mes’ele geçmişin defterini bu şekilde dürmekle hâlledilmiş olabilir miydi? Tabiat boşluk kabûl etmeyeceğine göre, dünde bıraktıklarımızın yeri nasıl doldurulacaktı? Bilhassa Osmanlı idârecilerini ve okumuş-yazmış takımını Batıcılar, Osmanlıcılar ve İslâmcılar gibi farklı görüşler etrâfında toplayan sâik, kanaatimizce, işte bu çetin sorular olacaktı.  

XIX. asrın ortalarına doğru, 1839’da îlan olunan Tanzîmat’ın asıl hedefini Batılılaşma olarak gören ve anlayan Batıcılara göre, devleti ayakta, cemiyeti bir arada tutmanın yegâne yolu, Batı’yı sâdece bir takım müesseseler ve idârî mekanizmalardan ibâret değil, bir bütün olarak görmeli ve onun her şeyini kendimize mal etmeli; diğer bir deyişle Batılılaşmalı; kısacası medeniyetimizi değiştirmeliydik. Osmanlıcılar ise, Batı’dan bir şeyler almağa karşı çıkmamakla birlikte, devletin bekāsını te’minât altına alabilmek için, farklı etnik grupların, içerisinde kendilerine yer bulabilecekleri bir Osmanlı milletioluşturmak gerektiğini düşünüyorlardı. İslâmcı olarak mütâlaa olunanlar ise, Osmanlı devletinin sınırları içerisinde yaşayan gayr-i müslimlerin devlete sadâkatlerinden çoktan ümitlerini kestikleri için, kurtuluşun İslâm siyâsî zemîninde olduğunu; Batı karşısında ayakta kalabilmek için İslâm ümmetini teşkilâtlandırmak, ayağa kaldırmak ve böylece büyük bir güç oluşturmak gerektiği kanaatinde idiler.  

1910’lara gelinceye kadar,bu üç fikrin bilhassa fikir plânında münâkaşasının yapıldığını görürüz. Ancak, farklı etnik köklere mensûp gayr-i müslimlerin mühim bir kısmının Osmanlıdan fiilen ayrılmasıyla Osmanlıcılık düşüncesi mânâsızlaşacak; dünyânın çeşitli bölgelerinde yaşayan Müslümânları birlikte harekete yöneltme noktasındaki girişimler ise (İslâmcılık), ciddî bir fiilî kudret gerektirdiği, Osmanlı devleti de dâhil, Müslümân milletlerin böyle bir imkânı bulunmadığı için, belirli kesimlerin zihinlerinde ve gönüllerinde bir hayâl hâlinde yaşamağa devâm edecekti. Batı ile sürekli bir mücâdele hâlinde olunmasına ve oradan dâimâ darbeler yenmesine rağmen, Batıcılar ise, devletin, cemiyetin ve sosyal hayâtın hemen her yönüyle Batı gibi olmasından başka bir çıkar yol bulunmadığı düşüncesini ısrârla savunacaklardı.  

Bu arada, XIX. asrın sonları ile XX. asrın başları, Türk milliyetçiliği fikrinin yoğun olarak taraftar topladığı bir dönem olacaktır. Türk olmayan unsurların devlete sadâkatleri konusunda artık hiç bir ümitleri kalmayan Türk aydınları, nihâyet kendi başlarının derdine düşerek, kurtuluşu millî bir ideolojiye dayanmakta görmüşler ve böylece Türkçülük fikri etrâfında kümelenmeğe başlamışlardı. Fakat ortada çözülmesi gereken âcil bir mes’ele vardır: Ülke hızlı bir şekilde ayaklarının altından kayıp gitmekte idi; basılan zemînin sağlamlaştırılması için yapılması gerekenler ise oldukça sınırlıydı. Bu noktada, Türkçülerin büyük bir kesiminin bir ölçüye kadar Batıcılar gibi düşündükleri dikkati çeker. Diğer bir deyişle, Türk milletini devletiyle birlikte ayakta tutabilmek için, Batı’dan alınması gereken çok şey vardı. Ancak bütün mes’ele, nelerin alınıp nelerin alınmayacağı noktasında düğümlenmekteydi. Çünkü Türkçüler, Batıcıların aksine, Batı’nın her şeyini alma düşüncesini çok aşırı buluyorlar; böyle bir fikrin benimsenmesi hâlinde, kendilerinin Türkçülük - milliyetçilik iddiâlarının havada kalacağını çok iyi biliyorlardı. Dolayısıyla millî olan, millete âit olan ve bir milleti millet yapan bir takım değerlerin mutlakā muhâfaza edilmesi gerektiği düşüncesinde idiler.  

Türkçülüğün teorisyenlerinden Ziyâ Gökalp, işte böyle bir noktada devreye girdi. O, Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenimderken[1]kültür, medeniyet ve din arasında bir ayırıma gidiyor; bir milletin hem kendisi olarak kalmasının, hem de başka bir medeniyet dâiresinde bulunmasının mümkün olduğunu ileri sürüyordu. Ona göre, kültür millî, medeniyet ise milletler-arası idi; dolayısıyla Türk milletinin Batı medeniyetine dâhil olması için, Batı’dan alınması uygun görülen her şeyi “medeniyet gereği” sayıp aktarmakta hiç bir sakınca yoktu. Bu formül, Ziyâ Gökalp’ı rahatlatmıştı. Fakat asıl mes’ele burada ortaya çıkmakta idi: Neleri kültür dâiresinde, neleri medeniyet çerçevesinde mütâlaa edeceğiz? Gerçi Gökalp, daha ziyâde teknolojiyi ve teknolojinin ürünlerini medeniyet; dini, dili, edebiyatı, sanatı, bir takım örf ve âdetleri ise kültür olarak görmek istemişti. Ancak, acabâ mesele bu kadar sâde, anlaşılır ve basit miydi?  

Hemen belirtelim ki, Ziyâ Gökalp’ın, bu soruya verdiği cevap tatmîn edici değildir. Esâsen, bu mes’ele daha önce merhûm Erol Güngör tarafından ele alınmış ve Gökalp’ın formülü, diğer bir deyişle medeniyet ve kültür hakkındaki düşünceleri ciddî bir tenkide tâbi tutulmuştur[2]. Gerçekten, Gökalp’ınkültür ve medeniyet dâiresine dâhil ettiği unsurların, çoğu zaman iç içe geçtiği; neyin niçin, hangi kıstaslara göre medeniyet veyâ kültürden sayıldığı anlaşılır, değişmez ve kabûl edilebilir ölçülere bağlanmış değildir; kullanılan ölçü temelde keyfîdir. Nitekim alınmasına mutlakā karar verilen şeylere karşı gösterilebilecek millî tepkiyi azaltabilmek veyâ etkisizleştirebilmek için, o şeyin kültür değil, medeniyet unsuru, dolayısıyla beynelmilel olduğu; hassâs olduğumuz millî değerlerimize bir zarar vermeyeceği ileri sürülecek ve böylece yola devâm edilecekti. Dolayısıyla, Gökalp’ın formülünü, Batılılaşma çabalarını Türk mâşerî vicdânında meşrûlaştırma manipülasyonları olarak değerlendirmek mümkündür!  

Cumhuriyet döneminin başlarında, yerli ve millî unsurların pek çoğu tasfiye edilip yerlerine Batı menşe’li unsurlar aktarılırken, öyle anlaşılıyor ki, Gökalp’ın bu formülü çok işe yaramış; devleti ve milleti Batı standartlarına ulaştırma iddiâsı ile yola çıkanların işlerini oldukça kolaylaştırmıştır. Fakat söz konusu formülün muğlâklığına, bir süre sonra devletin dümenine mutlak Batıcıların geçmesi eklenince, ipin ucu hızla kaçırılacak; dînî, târihî ve millî değerlerin umûmî bir tasfiyesine girişilecektir.  

Gökalp’ın kültür ve medeniyeti birbirinden ayırma girişiminin doğru olup olmadığını ortaya koymanın en kestirme yolu, bu çerçevede girişilen Batılılaşma faaliyetlerinin nasıl bir netîce hâsıl ettiğinin gözden geçirilmesidir. Türkiye’nin böyle bir yola girmesini müteâkıp, doksan küsûr yıl içerisinde nasıl bir netîce aldığı, bugün herkesin mâlumudur. Aslında, aynı mes’elelerin bugün hâlen tartışılıyor olması ve sağlıklı bir netîceye ulaşmanın neredeyse imkânsız denecek bir noktada bulunması bile, tek başına fazla söze hâcet bırakmamaktadır. Ancak, yazımızın ana konusu bu değildir. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz husûs, Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkış ve teşekkül safhasındaki siyâsî ve fikrî manzarayı ortaya koyduktan sonra, günümüze kadar süren dönemde milliyetçiliğimizin muhtevâsının nasıl bir mâhiyet kazandığını anlamaya çalışmaktır. Yukarıdaki mütâla‘alara ek olarak, burada şu kadarını söylemekle iktifâ edeceğiz: İmparatorluktan Cumhûriyet’e geçerken, Osmanlının bütün dayanaklarını ve doğrularını terk ve inkâr sûretiyle, onunla hiç bir ilişkimizin kalmadığını îlân etmemize rağmen, Osmanlının son yüzyılında değişmez hedef hâline getirilen Batılılaşmapolitikasını aynen ve hattâ daha da büyük bir iştiyâkla tevârüs edip sürdürdük; daha radikal teşebbüslerle eski kimliğimizden bütünüyle sıyrılmağa çalıştık; Batı dünyâsının hatırı sayılır bir üyesi olmak arzûsuyla kendi târihimize ve kültürümüze karşı mukaddes bir savaş başlattık! Böylece, 1950’lere gelinceye kadar, kelimenin tam mânâsıyla bir kültür ihtilâli dönemi yaşadık.  

Buraya kadar kalın çizgilerle resmetmeğe çalıştığımız son bir buçuk, iki asırlık târihî mâcerâmızın hedefi üzerinde bugüne kadar çok söz söylendi, yazılıp çizildi. Ancak, bütün söylenenlerin ve yazılıp çizilenlerin rasyonel bir bakış açısını yansıttığı, sosyolojik bir zemîne dayandığı ve târihî realiteye uygun olduğu pek şüphelidir. Çünkü söylenen şeylerin ekseriyeti, şuur-altında güçlü bir yer edinmiş bulunan mutlak bir peşin hükme dayandırılmıştır:Dünü ve onun değerlerini boğmasaydık, o bizi boğacaktı! Ayağımızı bağlayan bukağılardan kurtulmak için dün defterinin kapatılması, onda şekillenen kıymet hükümlerinin orada bırakılması ve ondan intikāl eden kültürel kıymetlerin yok sayılması lâzımdı!  

***  

Yukarıda çizilen tablo, Türk milliyetçiliğinin bütünüyle kendiliğinden oluşan bir düşünce sistemi değil, daha başlangıçtan îtibâren, son asırda yaşanan gelişmelere karşı gösterilen bir tepki’nin eseri olduğunu ortaya koymaktadır. Gerçekte modern mânâda milliyetçilik düşüncesinin bu topraklarda yeşerip filizlenmediği; bu husûsta Çarlık Rusyası’nda yetişen Türk ve Müslümân menşe’li aydınların mühim bir rol oynadıkları bilinmeyen bir husûs değildir. Esâsen, kendi topraklarımızın böyle bir düşüncenin kendiliğinden neşv ü nemâ bulmasına müsâit olmadığı da başka bir vâkıadır. Zîrâ Osmanlı-Türk devletinin etnik tablosu, farklı din, mezhep ve etnik unsurların oluşturduğu bir milliyetler ve kültürler mozayiği idi. Böyle bir mozayiği bir arada tutmanın yolu, Türk milliyetçiliği temeline dayalı bir yönetim mekânizması ve anlayışı olamazdı. Çünkü kendilerini milleti hâkime (yöneten millet) mevkiinde gören Türklerin bizzât kendilerinin milliyetçilik dâvâsı gütmeleri, âmiyâne tâbirle, ayaklarına kurşun sıkmak mânâsına gelirdi. Osmanlı-Türk idârecileri ve aydınları, böyle bir yola girerek, diğer etnik unsurlara, kendi etnik milliyetçiliklerini hayâta geçirme noktasında haklı bir örnek teşkîl etmeyecek kadar akıl sâhibi idiler. Zâten BatıcılıkOsmanlıcılık, İslâmcılık gibi fikir akımlarıyla karşılaştırıldığında, Türkçülük ve Türk milliyetçiliği düşüncesinin, diğerlerine nisbetle neden çok daha sonraki bir dönemde dillendirilmeye başlandığı sorusunun cevâbı da bu noktada yatmaktadır. Türkçülüğün ve Türk milliyetçiliği düşüncesinin önce matbûat âleminde, bilâhare siyâsî çevrelerde yoğun bir şekilde dillendirildiği 1900’lü yılların başları, Osmanlı-Türk devletinin nüfûsunu oluşturan Türk menşe’li olmayan unsurların, Türklerle yollarını tamâmen ayırdıkları bir dönemdir. Aynı dönemde yaşanan Balkan Savaşı ise, Türkçüleri, geleceğin inşâsında Türk menşe’li olmayan etnik unsurları tamâmiyle bir tarafa bırakmak gerektiğine iyice iknâ edecektir. Bilâhare iktidârı ele geçirecek olan İttihâd ve Terakkî Fırkası yöneticilerinin, yeni bir gelecek inşâsında bilhassa Türkçülük fikrine sarılmalarının temel sebebi de bu olsa gerektir.  

Ne var ki, bu yeni kadro, artık devrini tamamlamak üzere olsa bile, Osmanlı-Türk devleti gibi siyâsî bir yapıyı idâre etme tecrübesinden ve bilgi birikiminden mahrûmdular. Bunlar, gerçekten idealist ideler; heyecânlıydılar; kendilerinin büyük hayâlleri vardı. Fakat mevcût reel-politik ortam ve milletlerarası ilişkiler, bu hayâllerin gerçekleştirilmesine imkân vermeyecek ve 1920’lere gelindiğinde, söz konusu kadro ile birlikte Osmanlı-Türk devleti de tasfiye gerçeği ile karşı karşıya kalacaktı.  

Cumhûriyet Türkiyesi işte böyle bir ortamda, çetin bir mücâdelenin ardından vücût buldu. İttihâd ve Terâkkî, bir kadro olarak tasfiye edilmiş olmakla birlikte, Cumhûriyet’in kurucu kadroları, çerçevesi sınırlanmış olsa bile, ilk dönemde onların ideolojik mîrâslarını devralmışlardı. İlk inkılâplar, bu ideolojinin rehberliğinde hayâta geçirildi. Eski dönemin bütün değerleri tasfiye edildi. Bu arada, Cumhûriyeti kuran Birinci Meclis’in yerini alan İkinci Meclis ve onun aydın kadrosu, Türkçülük fikriyâtını, Ziyâ Gökalp’ın Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garb medeniyetindenim şeklinde formülleştirdiği yapısından uzaklaştırmaya, bilhâssa İslâm ümmetindenim düşüncesini dışlamaya yönelmişti. Bunun netîcesi olarak zamân içinde, eğitim ve öğretimi de dâhil, İslâm’ın bütün değerleri bir tarafa bırakıldı. 1932’den 1950’ye kadar, İslâm’ın beynelmilel sembolü olan ezân bile Türkçe seslendirildi. Bu dönemde Türk Ocakları da kapatıldı. Bu kapatmanın altında yatan düşünce, kanaatimizce Türkçülük düşüncesinin, Türk Ocakları’nın benimsediği muhtevâdan farklı değerlendirildiği idi. İnönü devri, Türkçülerin ve Türk Ocakları’nın benimsediği Türk milliyetçiliğinin devlet hayâtından bütünüyle dışlandığı, tâkibâta uğradığı, cezâlandırıldığı bir devir olarak yaşandı. Bu târihlerden îtibâren de, günümüze kadar, Türk milliyetçiliği fikri, devleti yönetenlerin zihniyet dünyâsında sakıncalı bir düşünce olarak yer etti. Bu kanaat, askerî kadro tarafından da aynen benimsendi. Gerçekten, askerî kadro, siyâsî kadrolardan çok daha radikal bir şekilde, Türkçülük ve Türk milliyetçiliği düşüncesine düşman kesildi. Bunun yerine, mâhiyeti belirsiz bir Atatürk milliyetçiliği fikri ikāme etti. Fertlerin değil, milletlerin milliyetçiliği olabileceği gerçeğine göz yumuldu.  

Bunun da bir sebebi vardı. Gerçekte Türk milliyetçiliği, Türkçülük gibi bir mefhûmu muhtevâsının temeline yerleştirmiş olsa bile, kesinlikle kafa-tasçılık mânâsında ırkçı değildi; millî ve mânevî değerlere saygılı idi. Türkiye Cumhûriyeti’nin mevcût nüfûsunu oluşturan insânların bir imparatorluk bakıyyesi olduğunun şuurunda idi. Bu nüfûs tablosunu, kan îtibâriyle Türklerin dışında çok sayıda etnik unsur oluşturuyordu. Türk milliyetçileri için, Türkiye nüfûsunu oluşturan insânların şu veyâ bu etnik kökten olmalarının ciddî bir ehemmiyyeti yoktu. Zîrâ uzun bir ortak târihî geçmişimiz vardı; sayısız acıyı ve sıkıntıyı birlikte yaşamıştık. Yaşadığımız bu ortak târih, kaderimizi birleştirmiş, etnik kimliklerimiz farklı olsa bile, hepimizi ortak bir noktada buluşturacak sosyal bir zemîn oluşturmuştu. Üstelik dînimiz birdi; kültürümüzün, örf ve âdetlerimizin çok sayıda kesişen ortak paydası mevcûttu. Hoca Ahmed Yesevî ile, Mevlânâ ile, Yûnus Emre ile ve daha niceleri ile her etnik zümreden insânımızın iftihâr etmemesi için hiç bir sebep yoktu. Süleymâniye, Selîmiye ve daha niceleri herkesin alınlarını râhat bir şekilde secdeye koyabilecekleri ortak mekânlarımızdı. Malazgirt, İstanbul’un Fethi, Çanakkale Zaferi, İstiklâl Mücâdelemiz ve benzerleri, her etnik kökten insânımız için ortak târihî gurûr sayfalarımız olarak görülebilirdi. Mevlîdimizi, herkes gönül huzûru ile dillendirebilirdi. Dolayısıyla Türk milliyetçileri için milliyetçilik, sâdece kan değilesâsta kültür milliyetçiliği idi. Türk, Kürt, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Boşnak, Arap ve daha niceleri, aynı şehirde, aynı kasabada, aynı köyde, aynı mahallede, hattâ evleri biribirlerine bitişik bir sûrette huzûr içinde yüzyıllarca birlikte yaşamayı başarmışlarsa, bunu işte bu kültür müşterek zemîni sâyesinde başarabilmişlerdi... Esâsen Cumhûriyet’in ilk yıllarında ve hattâ 1950’lere gelinceye kadar komşu ülkelerle gerçekleştirilen bâzı nüfûs değişimlerinde bu gerçeğin göz önünde bulundurulduğu; Müslümân olan her etnik zümreden insânın Türkiye’ye kabûl edilmesine mukābil, aslen Türk olmalarına rağmen Ortodoks mezhebini benimsemiş bir grup insânın meselâ Yunanistan’a gönderilmesinin altında burada vurgulanan kültürel ortak zemîn gerçeği yatıyordu.  

Altı çizilen bütün bu müşterek noktalarımızı, Türk milliyetçiliğinin bayrak isimlerinin eserlerinde aynı yaklaşımla işlenmiş olarak kolayca bulabilirsiniz. Türk milliyetçiliğinin en mühim isimlerinden merhûm Alparslan Türkeş’in yazıp çizdiklerini bir kere daha okuduğunuzda, orada güçlü bir gönül seferberliği vurgusuyla karşılaşırsınız. Bu gönül seferberliğinin fikir arka-plânını, işte yukarıda kısaca zikrettiğimiz kültür zemîni oluşturuyordu. Zâten bunlar dikkate alınmadan söz konusu gönül seferberliğini yürütmek mümkün olamazdı. 

Ancak, Türk milliyetçiliği ve Türk milliyetçileri, koskoca bir imparatorluktan koparıla koparıla avuç içi kadar kalmış şu küçücük vatan toprağı üzerinde muhtâriyet, federasyon veyâ bağımsızlık gibi fikirler peşinde koşulmasına aslâ tahammül edemezlerdi. Bu tür düşüncelerle yola çıkarak, imparatorluk devrimiz gibi, yeniden bir etnik kimlikler ve kültürler mozayiği oluşturulması kabûl edilemezdi. Farklı etnik alt-kültürlerin varlığına evet, ama biribiriyle eşit, biribiriyle yarışan; sen sensin, ben de benim mantığıyla hareket eden; ne kadar etnik zümre ve kültür varsa, bir o kadar da dili resmî zemîne çıkarmaya çalışan, bir o kadar farklı eğitim sistemi uygulanmasını isteyen düşünceleri Türk milliyetçiliğinin kabûl etmesi mümkün olamazdı. Farklı sosyal sınıflar ve sınıf kavgaları da Türk milliyetçilerinin göz yumabilecekleri, kabûl edebilecekleri husûslar olamazdı. Bütün bu noktalar, Türk milliyetçiliğinin, deyim yerinde ise, kırmızı çizgileri idi.  

Türk milliyetçiliği, 1980’lere böyle bir zihniyet ve kabûlle geldi. 1980’i, Türk milliyetçiliği açısından bir dönüm veyâ kırılma noktası olarak kabûl etmek mümkündür. 12 Eylül darbesi, en büyük zararı kanaatimizce Türk milliyetçiliğine verdi. Mahkemeler, zindânlar, îdâmlar, milliyetçi cenâha ciddî bir huzûrsuzluk ve gönül burukluğu yaşattı. Darbeyle birlikte her biri bir tarafa savrulan Türk milliyetçileri, bir daha gerçek mânâda bir araya gelemedi. Belli başlı temsîlcileri veyâ iş görebilecek nitelikteki insânları, şu partiden bu partiye, rüzgârın önündeki yaprak gibi savrulup durdu. Milliyetçiler arasındaki iç çekişmeler, menfaat çatışmaları, sen-ben kavgaları, koltuk beklentileri, bu savrulmayı kalıcı hâle getirdi.