Ermenek’teki maden ocağını su basmasaydı ve on sekiz madenci ocağın derinliklerinde boğulmamış olsaydı, ocakta ölenlerden birisinin babasının ayaklarındaki yırtık lastiklerden de kimsenin haberi olmayacaktı.
Doğrusu Ermenekli ihtiyarın yırtık lastikleri bize çocukluğumuzu hatırlattı. O yırtık lastikler bizi, kırk beş yıl öncesine götürdü. O lastiklerden o zamanlar biz de giyerdik. Giydiğimiz lastiklerin markası ya Ürer ya da Tor olurdu. Hatta Tor lastiklerini pazarlayan kamyonlarda kocaman bir de resim bulunurdu. Resimde lastiklerin iki ucundan iki aslan çektikçe lastik uzuyordu. Altında da bir slogan vardı: Tor Yırtılması Zor... Lastik.
Sorun ayakta lastiklerle de bitmiyordu. Ayağımızdaki lastiklerle, ilkokulun dördüncü sınıfında Cumhuriyet Bayramı’nda şeker çuvalının kesilerek dikildiği gömleği giyerek şiir okumuştum!
O lastiklerin benzerini giymiş birisi olarak kırk beş yıl sonra da Türkiye’de ayakların hâlâ lastiklerden hem de yırtığından kurtulamamış olmasını hazmedemiyoruz. Ayaklarda hâlâ yırtık lastiklerin olması Türkiye adına utanç vericidir. Yırtık lastik, Türkiye’de yaşayanların kaderi değildir ve olamaz.
Ermenek’te halkın bir kesiminin giymek zorunda kaldığı 8 liralık yırtık lastikler de olmasaydı Ankara’da yükselen bir milyar üç yüz milyonluk AK SARAY’ı çok da umursamayacaktık.
Suriye’den gelen mülteciler için dört buçuk milyar dolar yardım yapabilen bir Türkiye, eğer kendi yurttaşına yırtık lastik giydirmemiş olsaydı, biz olanı biteni köşemizde konu dahi etmeyecektik.
Asgari ücret sekiz yüz küsur lira olmasaydı, dolar milyarderi sayısı bakımından Japonya gibi ülkeleri Türkiye’nin sollamasını hiç de önemsemeyecektik.
Türkiye, ayakkabı kutularından dört buçuk milyon dolarların çıkabildiği bir ülke olmasaydı, yırtık lastiklere kader deyip geçerdik.
Yırtık lastikleri giyenlerle yedi yüz bin liralık saatleri kollarına takanlar bir arada olmasaydı, aldırmaz geçerdik.
Türkiye çelişkiler ülkesidir. İnsanlar Türkiye’de saraylarda, sokakta ve gecekondularda birbirlerinin yüzüne bakarak birlikte yaşamaktadır. Burası gelirde olduğu gibi yaşamda da taş devriyle uzay çağının yan yana yaşandığı ülkedir. Vahşi ve acımasız kapitalist uygulamalar, Türkiye’de bütün insafsızlığı yürürlüktedir.
Türkiye’de bazı insanların yaşadığından, ancak ölünce diğer insanlar haberdar olabiliyor. Sokaklar, varoşlar ve köyler tüyler ürperten sefil yaşantılarla ağzına kadar doludur. Sürekli televizyonlara bakanlar, iktidarın aktardıklarını dinleyenler yoksulluğun geçmişe ait eski bir hikâye olduğunu sanırlar.
Yoksulluk bir yana, gelir dağılımındaki haksızlık, insanların sinirlerini zorlar hale gelmiştir. Gelir dağılımındaki bozukluk her türlü tahammül sınırlarını zorlamaktadır. Yıllar önce Necip Fazıl Kısakürek, gelir dağılımındaki haksızlığı şöyle anlatmıştı.
 “Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul
Kurt yapmaz bu taksimi kuzulara şah olsa
Yaşasın kefenimin kefili karaborsa”
Türkiye’de paylaşımda  “kurt kanunu”  aynıyla geçerlidir.
Kendisini daha çok maneviyatçı olarak konumlandıran AKP iktidarı ne  “işçinin hakkını alın teri kurumadan veriniz”  ilkesine uymakta ne de Cumhuriyetin  “kimsesizlerin kimsesi olmak” hedefine uygun davranmaktadır. İktidar, Türkiye’yi insan üzerinden değil, mezhep, etnisite, cinsiyet ve bölge üzerinden okumaktadır. Yalnız iktidar değil, Marksist sol da sınıf savaşımını bir kenara bırakmış, dünyayı ve Türkiye’yi etnik, mezhep ve cinsiyet üzerinden tanımlamaya çalışmaktadır.
AKP ve Sol güruh “Kürt açılımı, Alevi açılımı, Ermeni açılımı”  derken yoksul ile zengin, işçi ile iş veren arasındaki anormal gelir açılımını gözden kaçırmıştır.
Yırtık lastikler, maden ocaklarında rekor kıran kazalar, taşeron sistemi, uygulanan sosyal politikaların ürünüdür. Yaşananlar “insanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturunun sözde kaldığının da kanıtıdır.