Yeni Anayasa devleti yıkmaksa ne yapmalı? Yeni Anayasa devleti yıkmaksa ne yapmalı?
Efendim, müvekkillerin davaları genel olarak başlangıçta tek bir somut olaydan kaynaklandığı görülerek tek dava olarak açılır. Taraflar davacı ve davalıdır. Belirsiz alacaklı tazminat davaları gibi davalarda fazlaya ilişkin haklar mahfuz tutularak ilk başta kısmi olarak açılır. Fakat zaman içinde davalar içinden yeni yeni davalar doğar. İki dava olur.

Sonra gelişen durumlara göre ikiz davalar, üçüz de olur, hatta içinden konunun ve ahvalin önemine binaen tek açılan davadan bakarsın, Matematikteki türev hesaplarına benzeyen davaların sayısı dallara, budaklara ayrılmışta, ayrılmıştır. Bu durum hem iyi, hem de kötüdür çoğu zaman. Avukatlar bilir bu durumu.

Nasıl ki, ikiz veya üçüz doğan her bir çocuğun kimlik , şahsiyet hakları , varlık değeri ayrı ayrı ise, hukuki mevzuata göre de böyledir. Ama gel gör ki her bir dava arasında illiyet bağları olsa da, birbirine müteselsil vakıalardan kaynaklandığından tek bir davaymış gibi yürütülmesi, Avukatı mağdur eder.

Nihayetinde makul bir orta yolu bulunursa işler devam eder. Fakat bu tür iç içe olan ve birinin sonucu diğerlerini de etkileyen uyuşmazlıklarda Avukat, sözleşmesini bu şartlara göre yapmazsa veya yapamazsa ‘’ Köle İzaura’’ gibi, adliye salonlarında ömrü geçer durur...

Yorgun, durgun ve sert kış geride kalmış artık... Baharın müjdecisi ağaçlar ve tabiat kıpır kıpır. Uyuşukluk, bezginlik, biraz da moralsizlik ve yaşın ilerlemesi gibi etkenler de tıpkı kış mevsimine benzer çoğu zaman... Kışta güzeldir, ama bahar gibisi var mı? İnsanoğlu bu!.

Baharda kışı, kışında baharı ve yazı özler, durur. Fakat hangi mevsim olursa olsun, hepsinin de kendine has güzellikleri farklıdır. Biraz da insanın kendi haleti ruhiyesinde saklı. Gönlünde daima sonbaharın hüzünlerini taşıyan kim olursa olsun, ilkbahar da gelse onun güzelliklerin yaşayamaz, hatta anlatamazsın da.

Bizim meslekte de mevsimlerle, müvekkiller arasında yakın bir ilişki olur çoğu zaman. Yeni bir dava geldiğinde, birden enerji toplamaya başladığını hisseder gibi olur. Dalları yeşillenen bir ağaç gibi çiçeklenir, kasvetli ortam dağılır. Ama bazı zaman da bu çiçeklerin daha açmadan kuruduğu da çok olur...

Neyse efendim, işin hukuki ve teknik tarafını bir yana bırakıp biz konumuza dönelim artık.

****

2009 yılının pırıl pırıl, güzel bir bahar gününde birkaç arkadaş sahilde oturup, çay kahve içmek için hazırlanırken, kapının zili hızlı, hızlı çalmaya başladı.

Hoş beşten ve gelen selamları aldıktan sonra, eşiyle birlikte gelen Murat sıkıntılarını, davasını anlattı. Eksik kalan yerleri eşi Muradiye tamamladı. Sorularım bitti, öğreneceklerimi öğrendim.

Satış sözleşmesinin, muris muvazası nedeniyle iptali, tecavüzün men’i ve ecrimisil talebi ile, ayrıca taraflar arasında vuku bulan ceza davası gibi hususları anlattık izah ettik. Çoğu konular konuşuldu, hemfikir olduk, davayı vekaletten ve masrafların da yatırılmasından sonra açabileceğimizi söyledik.

Muradiye biraz daha uyanık, konuşmayı , teferruatı da seviyor. Konuya ilişkin bazı ayrıntıları daha da detaylı anlattı. Bu arada hamile olduğunu, inşallah sağlıcakla doğup büyütebilirse tıpkı amcası gibi, (yani ben) onun da avukat olmasını istediğini konuşmaların arasına sıkıştırarak laf laftan açıldı...

Daha önce iki doğum yaptığını, çocuklarının yaşamadığını, şimdi ikizlere hamile olduğunu, hiç olmazsa doğacak çocukların yaşamasını çok istediklerini hatta isimlerinin bile şimdiden hazır olduğunu da Muradiye hanım anlatınca ben de ister istemez tabi ki dikkat kesildim.

Hayırdır daha doğmadan isim vermek, acele değil mi? Hani rahmetli Demirel, ‘’Doğmamış çocuğa don biçilmez...’’ derdi.

Allah rahmet etsin, adamın kıymetini bilmemişiz sağlığında!. Atıp tuttuk kırk sene, bazılarını gördükten sonra dedim. Ama o ilgilenmedi, bir şey de anlamadı dediğimden.

-Öyle değil amcası... Daha önceki çocuklarımız yaşamadığı için, biz de isimlerini Allah’ın izniyle o şekilde koymanın uygun olacağını düşündük dedi.

Madem ki laf laftan açıldı, neymiş isimleri diye sordum tabi ki.

-Amcası eğer ikisi de oğlan olursa, birisinin adı DURSUN, ötekininse DURMUŞ olacak.

- Peki ya biri kız olursa veya ikisi de kız olursa ne koyacaksınız diye sordum.

- Onları da düşündük amcası. Eğer biri kız olursa, erkek olanın adı DURSUN, kızın adı da inşallah DURSİYE olacak...

- Oh, ohh, maşallah, maşallah, her şey hazır desenize!. Bu arada bu ‘’amcası’’ lafını da sevdim doğrusu. Daha samimi, daha candan ve içten, karşılıklı güven de tavan yapmış oluyor. Artık senli, benliyiz, daha şimdiden amcalık da girdi işin içine...

Murat da bişeyler ilave etti, ‘’ öyle deel mi, avugatım...’’ diye lafı tamamlamak isterken, Muradiye hanım kafasını kaldırıp, hemen müdahale etti eşine.

‘’... Sana kaç defa ikaz ettim, ‘deel mi’ denmez ona. Değil mi derler, biraz şu dilini düzelt . Avukat bey yabancı değil ama, olsun!..’’

Murat da hemen sözü aldı. ‘’ İyi ki benden fazla Liseyi bitürmüşün, ne olmuş sanki?...’’

İşte bu... Yarım saat içinde kaynaşma buna denir. Önce amcalığa, daha sonra da yabancı olmadığımıza terfi ettik !.. Diyalog da, insani ve sosyal ilişkilerimizde çok şükür hiçbir sıkıntı olmadı bu zamana kadar maşallah!..

-Neyse Muradiye hanım, nerde kalmıştık?. Ha doğacak çocukların isim meselesi yarım kalmıştı?

- İkisi de kız olursa amcası, o zaman da, biri DURSİYE, öteki de HURİYE olacak Allah’ın izniyle dedi. Murat da tasdik ederek kafayı salladı.

Ben biraz tebessümle neden bu şekilde düşündüklerini merak ettiğimden sordum. Onlar da çocuklarının yaşamadıkları için böyle düşündüklerini söylemeleri üzerine dedim ki:

Bu işler isimle, misimle olacak şeyler değil. Bu tıbbın konusu, tedavi olmalarını, doktor kontrolünü ihmal etmemelerini, muskayla, hacıyla , hocayla bir ilgisinin olamayacağını, belki de bir kan uyuşmazlığı olabileceği gibi aklımın yettiğince açıklamaya çalıştım.

İlave ettim. Neden anlattığınız sorunların çözümü için doktora gitmeyip te avukata gelmişseniz, sağlık konusunun çözümü içinde doktora gidilmesini söyleyerek konuyu bağlamak istedim.

Eğer bu işin kerameti çocukların isimlerinde olsa erkekse çocuğa YAŞAR, kız olursa YAŞARİYE isimlerinin de olabileceğini ima yoluyla ve gülümseyerek anlattım.

Murat’ım hemen atıldı. "Gızz bunu hiç düşünmedüydük...’’ Artık biraz da canım sıkılmaya başladı, tekrar izah etmeye çalıştım. Artık hukuk işi bitti, tıbba geldi sıra!...

Üç, beş ay sonra, doktor kontrolünde ve tedavi ile bir erkek çocuklarının olduğunun müjdesini annesi üç gün geçmeden telefonla haber verdi, isminin de Durmuş olduğunu ilave etti.

Aradan iki yıl geçti, geçmedi, maddi sıkıntıları nedeniyle o gün açamadığımız davayı, kendi aralarında da çözemediklerinden bu sefer masrafları da, vekaleti de getirdiler, davamızı açtık. Durmuşun da artık dişleri çıkmış sağı solu karıştıracak kadar da yürümeye başlamıştı bile.

Davamız beşinci yılını doldurup altıncı yılına girerken, Durmuş’ta ana okulunu bitirip, İlk okula başladığını öğrendik. Dava tekemmül edip altıncı yılın sonunda karara çıktı.

İlk rauntta yerel mahkemede davayı kaybettik. Mahkemeye göre maddi delillerin yetersizliğinden, bize göre ise, mahkemenin delilleri eksik incelemesi ve fahiş hataya düşmesinden...

Müvekkilin kardeşleri, kardeşlerinin eşleri ve aklı ermeye başlayan çocukları, mahkeme salonundan çıkar çıkmaz, bir davul, bir zurna eksik nerdeyse göbek atıp, çalmadan oynayacaklar!...

Bizimkilerin yüzünden düşen bin parça anlatmaya gerek yok. Hakim daha genç ve tecrübesiz sayılır. Karşı tarafın avukat meslektaşımız ise, ayakları yere basan, konuya da vakıf birisi ve olgun. Yüzünde fazla bir sevinç yok.

Hemen müvekkillerine müdahale edip, ‘’...durun bakalım, dava daha bitmedi, bunun İstinafı, Yargıtay’ı var...’’ diyerek, eğlenceyi kesti, heveslerini de kursaklarında bıraktı.

Bende, bizim tarafı ve onlardan yana olan akraba ve taallukatı toplayarak dedim. Durun bakalım, daha hiçbir şey bitmedi. Muratı’ın büyük abisinden boşanmış Naciye ve oğlu Naci’nin tanıklık bilgilerini ve banka kayıtlarını hakim görmemezlikten gelmesi, bize bu davayı büyük ihtimal kazandırabilir, merak etmeyin. Konuya ilişkin yüzlerce Yargıtay kararını da okumadı bu hakim? dedim.

Bu tür davaların iki tarafı var, ya kazanır, ya kaybedersin. Yerel mahkemede davayı kaybetmemize değil, nasıl bu şekilde bir karar verilmiş olmasının şaşkınlığı içindeydim.

Salonun bir köşesinde ağzıma bakan akrabayı taallukatı halka şeklinde topladım. Halkanın tam ortasındayım. Bakın dedim.

Ben yüzde yüze yakın kazanacağımı bildiğim davalara bile garanti vermem, veya yüzde elli derim, aslında bunları deme zorunluluğum da yok. Fakat bu iş başka. Bu karar İstinaftan dönecek, veya Yargıtay’dan merak etmeyin. Tabi ki, bende bu sözleri kendimden emin olduğum için söyledim.

Diğer Avukat arkadaşta kendi müvekkillerini bilgilendirmek için toplamış anlatıyor...

İki gurup sanki rahmetli Kemal Sunal filminde ki, ‘’ Sefer oğulları ile Telli oğulları gibi...’’

O da ne?

Sefer oğulları gurubundan, üstelikte davanın tarafı olmayan birisi, sağ kolunu, sol avucunun içine koyup, bizim Telli oğulları tarafına doğru sallamaz mı?

Telli oğullarından bizim Murat bir anda halkanın içinden büyük bir hışımla atlayarak, tutmayın beni diye bağırmaya başladı.

Filim koptu burada. Ben gurubun önünde, öbür avukat arkadaş ta Sefer oğulları taallukatının önünde, ortada da iki özel güvenlikçe zor teskin ettik tarafları...

Davayı biz kaybettiğimizden herhalde, bizim gurup salondan çıkmak istemiyor. Hemen avukat arkadaşın yanına gidip, onları çıkarmasını rica ettim.

Daha yedi yaşını yeni bitiren Durmuş, onlardan daha akıllı çıktı.

"Avukat amcamız onları yenecek baba, güvenin ona...’’ diyerek herkesi güldürüp, ortamı biraz rahatlattı.

Ben de aferin Durmuş, sende büyük adam olacak hareketleri var, ben de sana güveniyorum koçum der demez, yanıma daha çok yaklaştı, ben de Avukat olacağım amca dedi. Bir aferin daha çektim, başını okşadım. Tam salondan ayrılırken, Murat ve Muradiye:

"...Amman avukat bey, tek şu davayı kazanalım da değül yüzde onu, yüzde yirmisi senin olsun...’’

Muradiye de, ‘’...doğru söylüyor eşim, yeter ki o köpeklere kalmasın, hakkımızı yedirmeyin, yüzde yirmi beşi bile size helal olsun, bak görmediniz mi bize neler, neler dediler...’’

Murat:

"...Avukat bey bırakacaktı ki, o piçin bize salladığı golunu ben uygun bi yerine sokmaz mıydım, görürdü, Hanya’yı, Gonya’yı...’’

***

Bir yıl sonra İstinaf Mahkemesinden hayırlı haber geldi, mahkeme kararı bizim lehimize bozdu. Yerel Mahkeme de, karara uydu. Bu sefer de davalı, ‘’ Sefer oğulları gurubu ’’ Yargıtay’a temyiz yoluna başvurdular. Bizde davaya, ‘’ mürafaa’’ talebinde bulunduk.

İki yıl sonra, Temyiz Mahkemesi de, kararı onadı. Artık dokuz yaşını bitiren Durmuş’ta, babası ve annesiyle birlikte sık, sık büroya gelerek, kitaplara bakıp bakıp, ince, ince sorular sorarak, avukat olmak istediğini iyice belli etmeye başladı...

Karşı tarafın Yargıtay’da karar düzeltme yoluna gitmesi de işi biraz daha uzattı, sonuç değişmedi. Kararın kesinleşmesi falan derken bizim Durmuş’ta artık Orta okul son sınıfa geçip, akla karayı, doğru ile yanlışı ayırt edecek yaşa erişti...

Tapuda tescil işlemleri tamamlandı. İşin hasılat mevsimi geldiğinden müvekkilleri çağırdım, defteri açtık konuştuk, ödemenin ne zaman yapılacağını sordum.

Murat, ‘’... O kadar çok değil mi avukat bey, dağ başında bir arsa kaç para eder ki? Daire desen kırk yıllık, kelepir eski bina, dükkan desen yine öyle...’’

İşte, işin en kızdığım tarafı bu... İndirim yaparım, taksit yaparım, beklerim... Ama nalıncı keseri gibi hep kendi tarafına yontan, kendini uyanık, bizi bir şey bilmez, enayi zanneden, verdiği sözleri ve sözleşmeyi unutan ve yutan müvekkilleri de hiç sevmem...

Yüzüm sinirden kızardı fark ettim. Anladıkları dilden konuşmaya başladığım sırada, bizim akıllı Durmuş, annesinin tenbihlemesi üzerine çantasıyla okuldan eve gitmeyip büroya geldi.

Gine her zamanki gibi sevecen, meraklı, hoş, sempatik ve çok dürüst ve zeki bir çocuk. Son sözümü söyleyip bir miktar daha indirim yapacağımı, bunun ötesinde mümkün olmadığını söyleyerek ayağa kalktım.

Durmuş, kaç yaşındasın oğlum dedim. Durmuş yerinden kalktı, yanıma gelerek on iki yaşına girdim amca seneye okulum bitecek dedi.

Bende; oğlum biz bu davayı senin dişlerin çıkarken aldık, bak şimdi maşallah adam oldun der demez ve konuşulanların bir çoğunu anladı. Canımım sıkılmış olduğunu da anlamış olacak ki; anne ve babasına dönüp:

"Baba daha dün akşam, arsayı satıp veya müteahhite verirsek şu kadar daire alırız demiştiniz ya, dedemden kalan dairenin de,..........TL yaptığını söylüyordunuz, niye şimdi amcamın yanında evde dediklerinizi demiyorsunuz....’’

Aslanım benim... Boşuna dememişler, ‘’çocuktan al haberi '’

Müvekkiller sesi kestiler ama, kısık sesle babası:

"..Oğlum biz şakadan dediydik onları...’’ Demesi üzerine, daha şimdiden avukat olmaya hazırlanan Durmuş’um tekrar düzeltti sözleri.

"Baba, hani biz amcamın kazandıklarıyla zengin olduk diye seviniyordunuz...’’ biraz daha sıkıştırdı uyanık geçinen anne, babayı... Durmuş, gerçekten seviyor amcasını.

Birkaç soru da ben sordum Durmuş’a...Bu Durmuş adam olacak çocuk canım. Demek ki biraz da bu yüzden seviyormuşum ben de keratayı. Daha şimdiden konuşmalarından belli...

Her şey anlaşıldı, yine indirim ve taksit yaptık. On iki yaşında ki aslan, koçum Durmuş’um, çıkarken hızla geri dönüp, elimi sımsıkı tutarak, iki defa öptü. Ben de yanaklarından öptüm Durmuş’u.

El öpenlerin çok olsun Durmuş oğlum, iyi ki varsın. Yaşarsam ve devam edersem mesleğe, seni yanıma Avukat alacağım söz... Atalar boşuna dememişler, "Olacak olan oğlak b.... belli olur.’’ diye. Perşembe’nin gelişi, Çarşamba’dan belli. Anne, babası bakın! Bu çocuk büyük adam olacak, büyük...

Durmuş’un gözleri parladı, anne ve babasının da gözleri güldü. İkisi de gülümsedi. Tabi ki ben de... 06. 02.2022 / Şarköy

AV. Faruk Ülker
Editör: TE Bilisim