Gümüşhane ekibiyle 30 saat sonra gelen mutluluk Gümüşhane ekibiyle 30 saat sonra gelen mutluluk

 Konuyu kaynaklarından incelemeye devam edelim. Yukarıda ki bölümlerde izah ettiğimiz gibi, Avrupa’da dini otorite sayılan kilise, siyasi otoritenin egemenlik alanına da hükmetmeye başlaması üzerine, Avrupa tarihinde çok uzun yıllar süren din savaşları olduğunu gördük. Kilisenin, siyaset ve yönetim sistemleri üzerinde ki bu baskıcı tutumdan dolayı verilen mücadeleler semeresini vermiş, siyaset müessesesi,  ‘’ dini vesayetten ‘’  kurtularak, laiklik mücadelesi kazanılmıştır.
Kazanılan mücadele akabinde, Avrupa’da aydınlanma dönemi dediğimiz bu safhada, eğitim, bilim, sanat, teknoloji ve her alanda ilerlemeler kaydedilmiştir. 
Dolayısıyla laiklik, Batı’da  ‘’ dinin vesayetinden kurtulma mücadelesi’’ olarak doğmuş ve gelişmiş bir kavram olmuştur. ‘’Kili,  Atatürk ve Laiklik, Belgelerle Türk Tarih Dergisi, Dün- Bugün- Yarın, s. 15, 16 vd’’   
  ‘’Ancak laiklik, sadece  Batı’da ortaya çıkıp gelişen bir kavram değildir. Pek  dile getirilmese de  bir BİR TÜRK LAİKLİĞİNDEN DE SÖZ EDİLEBİLİR.  
Üstelik bu Türk  laikliği, Batı’daki laiklikten çok daha önce, 11. Yüzyılda   Selçuklular döneminde ortaya  çıkmıştır. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Bağdatta halifenin  siyasi yetki( Atatürk, Din Ve Laikliklerini  elinden alıp halifeyi  sadece din işlerinden sorumlu hale getirmesi, dinle siyasetin  ayrılması anlamında  bir tür laikliktir...( Meydan Sinan, Atatürk Modernizm ve Din,s. 486 vd.)
 Laiklik, toplumsal hayatın  din kurallarıyla değil de, akıl ve bilimle şekillendirilmesi, devletin ise  yine din kurallarıyla  değil, çağdaş siyaset ve çağdaş hukuk kurallarıyla yönetilmesi olarak tanımlanabilir. 
 Dindarlık  veya dinsizlik devletler  için değil, bireyler için söz konusudur. Bu yüzden laik devletlerde din kurallarıyla yönetme biçimi olmasa da,  toplumda ki  tüm kişilerin   din ve vicdan özgürlüklerini kabul ederek,  devlet olarak  bu özgürlükler  laiklik ilkesi gereğince korunur.
  Atatürk bu durumu şöyle izah  eder:  ‘’ Laiklik  prensibinde ısrar ediyoruz. Çünkü  milli iradenin ve insanlığa  mal olmuş değerlerin  belki de en mukaddesi  olan din  hürriyeti  ancak  laiklik  prensibine  bağlanmakla   korunabilir...’’  ( Atatürk Din ve Laiklik, Neda Armaner, Atatürkçülük İkinci Kitap, İstanbul 1988)
Zaten Osmanlı’da  1839  Tanzimat Fermanıyla başlayan Batılılaşma hareketleri neticesinde, dinin gerek devlet yönetiminde gerekse  toplumda  etkisinin azalmaya başladığı yıllardır.
Esasen Atatürk devrimlerinin özü ve nihai hedefinin laiklik olduğu anlaşılır. Prof. Dr. Mohammed Sadıg’a  göre de,   ‘’  Türk laikliği, Türk devrimlerinin  en dikkate değer  ve en dayanıklı temeli’’ açıklar.
 Prof. Dr Reşat Kaynar, ‘’ Atatürkçülük ve Din Adamı’’ , Cumhuriyet 1963, Atatürkçülük Nedir, s. 124-125.’’   Eserinde  Atatürk’e  laiklik  bahane   edilerek saldırıların  sebebini  şöyle  açıklar:      ‘’...Atatürk  batı uygarlığını yalnız tekniği ile değil sosyal kurumları ile toplumun  kabul etmesi ve  kafa değiştirmesiydi...
 Bu ülkünün korunması için de, laiklik disiplini altına girmek şarttı. Atatürk Türkiye’nin kurtuluşunu bu özün korunmasına bağlıyordu. Bundan dolayı, Atatürkçülüğün özünü yıkmak isteyenler,  daima laikliğe saldırmışlar, bahane olarak da Atatürk devrinde, laikliğin  din düşmanlığı biçiminde   uygulandığını ileri  sürmüşlerdir... 
Toplumsal  hayatın  dinsel kurallarla  yerine, akılcı, bilimsel  kurallarla   şekillendirilmesi  kabul edebilmek için  kafa değişiminin şart olduğunu...’’   yazar  bu  şekilde  belirtmektedir.
 Dikkat edilecek olursa, laiklik yaklaşımı ile  ortadan kaldırılan  kurumlar  dinin ruhu açısından değil,  biçimi açısından  önem verilen  tarihsel  kurumlar  olduğu  görülür. 
 Öyle ki bu kurumların ve simgelerin içinde  gerçek İslam’ı  aramaya kalksak  bir kısım boş inançtan başka şey bulmak mümkün değildir.  ( ‘’ Meyan Sinan, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, Atatürk Modernizm   ve Din, İnkılap, 2017, s. 489 vd’’ )
 Mesela;  Ne  Saltanat, ne  hilafet,  tekke ve zaviyeler, eski tür araç  ve tartılar, ne Arap alfabesi, ne medreseler, ne de insanların soy adlarının olmaması, takvimin değişmesi  gibi  hususlar  İslam’ın özüne uygundur.  Hemen hemen hepsinin içi boşaltılmış, adı İslam kalmış ama  İslamiyet’in özüyle  alakasız kurumlara  dönüşmüştür. 
 Atatürk’ü yakınen en iyi tanıyanlardan birisi olan  Falih Rıfkı Atay  Atatürk’ün yaptığı devrimlerle neyi düşündüğünü  ve gerçekleştirmek istediklerini  şu şekilde açıklar:
 ‘’.... Tanzimat fermanı ve Osmanlı’daki  ıslahat  hareketleriyle yapılmak istenip te yapılamayan, medreseden yetişme  şeriatçıların  vicdanlar üzerindeki  egemenliği  yıkılıp, laik bir devlet sisteminde  dünya işlerini  yalnız  akıl ve bilim yolu  ile çözmedikçe,  dini sadece  Tanrı ile  kul arasında  bir vicdan  işi olarak  bırakmadıkça,  baştaki  istibdat  yıkılsa  bile  başarılı olunmayacaktır.
 Tanrı adına  toplumu  hükmü altında  tutan geri  medrese  şeriatçılığının  yarattığı  yığın  despotluğunu  önlemedikçe,  insanı  laik ve müspet  ilimlere  dayanan  eğitimle  değiştirmedikçe  toplumu değiştirmeye,  ilerlemeye, kalkındırmaya,  vicdan ve kafa  hürriyeti  yolundan  hürriyete kavuşturmaya,  rejimi devamlı  ve kararlı  bir hürriyet  rejimi  yapmaya  imkan  yoktu....’’  (Atay, Atatürk Ne  idi?, s..9...vd)
       OSMANLI’DA  GERİ  KALMIŞLIĞIN  SEBEPLERİ
 Atatürk, Osmanlı tarihini çok iyi inceleyen biri olarak, geri kalmışlığımızı, Batı’nın  bilim, teknoloji, eğitim, sanayi kısaca  aydınlanma hareketlerinin dışında kalmamızın sebebi olarak, medrese eğitimli geleneksel İslamcıların kalkınma hareketlerinin önünde engel olarak görmüştür. 
Öyle ki, Gutenberg ilk matbaayı  1440’lı yıllarda bulmuş, ilk kitabını  1450 yılında basmıştır. Osmanlı ise çağın bu en önemli gelişmesine tam 300 yıl, ‘’ günahtır, zinhar haramdır...’’  gibi çağdışı düşüncelerle din adamları karşı çıkmıştır. 
 Ancak İbrahim Müteferrika’nın girişimleri ile 1726 yılında ilk Türk Matbaası kurulmuştur.   ‘’...Haramdır, günahtır, caiz değildir...’’   tam 300 yıl kayıp zaman yaşamıştır Osmanlı Devleti... Her bilime, her teknolojiye ve gelişmeye, medrese eğitimi almış güya müderris sayılan ulemalar, gelişmenin ve kalkınmanın önüne set çekmişlerdir.
  Osmanlı’da çöküşün baş mimarları bu zihniyet olmuştur. Kanuni döneminden sonra bilime ilgisiz kalınmıştır. Osmanlı, matematik, fizik, astronomi, tıp gibi bilim dallarında geçmişteki İbni Heysem, El Harizmi, El Kindi, Ali Kuşcu, İbni Sina gibi ilim dallarında dünyaca ünlü Müslüman  ve Türk adamlarının ilim düzeyine bile yaklaşamamıştır. 
16. yüz yıldan sonra, Osmanlı’nın ölüm çanlarının çalmaya başladığını, ne Enderun Mektebinden yetişenler, ne de medrese’den yetişen ulemalar görmüştür!... 
 Kur’an’ın  ‘’ ilk emri oku’’ olan, akla ve bilime önem veren yüzlerce Kur’an ayetlerini kendi hegemonyalarını sürdürebilmek için  görmezden gelen bir din sınıfı  oluşmuştur. 
Yüce İslam, tüm insanlık yararına olan yenilikler ve kalkınma hareketlerinde sanki bir karşı kutupmuş ve tarafmış gibi  gösterilerek  cahil, cühela insanlar kandırılmıştır. Medreseler bozulmuştur. 
Akli ve müspet ilimler programlardan çıkarılarak yalnızca dini eğitim yeterli görülmesi  bozulmayı beraberinde getirmiştir...
 Enderun mektepleri, medreseler ve eğitim kurumları 16. Yüzyılın ortalarında bozulmaya başlamıştır. Bozulma nedenleri olarak başlıcaları:
 Her şeyin ve bilimin  temelinde iman esaslarının görülmüş olması gelir. Halbuki, bilim imanın temelinde olması gereken bir gerçektir. Özgür düşünce ve arayışlar hoş görülmeyerek, dinen caiz sayılmamıştır.  
Mezhepçilik anlayışı ve ayrıntılarının üzerine ve Fıkıh kurallarının ayrıntıları üzerinde çok fazla durularak ve zaman harcanarak, akılcı gelişmeler yerine sürekli  nakilci ve kuralcı  düşünüş  ile  işin özü kaçırılmıştır. 
 Medrese sisteminin özünde iç dinamikler ve  ezbercilik  bilimsel gelişmeyi zorlaştırıcı unsurlar  olmuştur. Akli ve müspet bilimler müfredatlardan çıkarılmış, yalnızca dini ve hukuki bilimlerle yetinilmiştir. Akli bilimler kaldırılınca gerekli ve geçerli olan tartışma, araştırma, inceleme, eleştiri yöntemi de terk edilmiştir.
 Katip Çelebi bu bozulmayı özetle şöyle der:  
‘’ Kanuni dönemine gelinceye kadar, Hikmet ile Dini Bilimleri uzlaştıran  bilim adamları vardı. Fatih Sultan Mehmet, Kelam derslerine yer vermişti. Sonra gelenler,  ‘bunlar felsefedir’  diye kaldırıp  yerlerine Fıkıh vs derslerini  koydular. Böylece bilim alanı   fakirleşti. Kıyıda, köşede,  Doğu Anadolu’da  yer yer Hikmet  okumayı sürdüren öğrenciler İstanbul’a  gelip tafra satar, böbürlenir oldular...’’
 Çağın değerlerini yakalayan akılcı düşünce yok sayılmıştır. Devletin çeşitli kurumlarından Maliye, Ordu, Eğitim Kurumlarının  bozulmaya başlaması, rüşvet, adam kayırma, adam sendecilik, yolsuzluklara aldırış etmemek, toplumda ki kokuşmayı görmezden gelmek, çöküşü hızlandırmıştır.
 Nakilci ve aktarmacı bilimler,  akılcı ve müspet bilimlerin yerine ikame edilmiştir. 17. yüzyılın ortalarından sonra medrese programları hemen hemen tefsir, fıkıh, hadis ağırlıklı olarak verilmişken, matematik, astronomi, mantık ve felsefe dersleri önemsenmemiştir. 
Son zamanlarda ise fen bilimleri, müspet bilimleri tamamen müfredatlardan kaldırılmıştır. Oysa ki hem pozitif hem de manevi ilimler bir arada  verilmeliydi. Medreselerde ki bu bozulmada, dini  sınıf bu gelişmelerin  karşısında   durmuş  ve dine uygun olmadığı görüşü  empoze edilmiştir!...
 Daha fazla sebeplerini burada yazmak uzun olur.  Tabi ki, nakli ilimleri reddedemeyiz, hatta  nakli ilimlerle desteklenmeyen akılcı ilimler belki zaman içinde tamamen maddeci bir bilime dönüşerek, kainatta ki oluşan ve var olan hayatın gerçeğini, sebep ve sonuçlarını doğuran inkarcı bir anlayışa yerini bırakır... Şimdilik konumuz bu değil.
 Osmanlı’daki geri kalmışlığın sebeplerini Atatürk kendi el yazıları ile yazdığı notlarında da görülmektedir. Bu yüzden radikal devrimler, laiklikle içi doldurulmadığı taktirde, gelişme ve çağın değerlerini  yakalamada  yeterli olmayacağını  daha harbiye yıllarında öğrenciyken sezmiştir... Laiklik yolunda adımlar atıldıkça geleneksel İslam taraftarlarınca çok ağır eleştirilere uğramıştır...
          
 Atatürk’ün getirdiği    ‘’ Türk tipi laiklik’’,  İslam dininin, özüne, inanç ve ibadetlerine  hiçbir şekilde müdahale  etmemiştir. Dinin, siyasal  hayat üzerinde ki  egemenliğine  karşı olmuş, özgür düşünceyi  savunmuştur...
 Nitekim  Sadi Borak o günler için şunları demektedir... ‘’ Camiler her zamanki gibi açıktı, Ramazan’da isteyenler orucunu tutuyordu. İlmihal kitapları ilk defa o zamanda basılmaya başlanmıştır.  Şimdiki medreseler gibi,  dünya ve  politika değil, sadece  din adamı yetiştirmek için İmam Hatip Okulları açılmıştı...’’  ( Sadi Borak, Atatürk ve Din, s. 19 ve  dv...)
             
              ‘’ TÜRK  LAİKLİĞİ ‘’ 
 Laikliği yorumlayan çağdaş müfessirlere göre;  ‘’ Türk Laikliği’’,  tüm dinci ve gerici hareketlere karşı,  laikliği  inanç  ve ibadet hükümleriyle  özleştiren, İslam Dininin,  medeni ve uygar  bir hayatın  dini olabileceğini  göstermiştir.  BU bakımdan sadece  Türklerin değil,  tüm İslam dünyasının   kurtuluş reçetesi sayılmıştır. Türk laikliği, Türk milletinin tecrübesidir.
  Batı dünyasının yüzlece yıl süren din savaşlarının sonunda gelen laikliği, Türk milleti kansız ve iç savaşsız başarmış tek millettir. Çağa uyum sağlayamayan Müslüman milletler, bunun  acılarını büyük  şekilde  çekmiştir ve çekmektedir.  Güya İslam adına çıkan terör örgütleri, Allah adına ve ‘’ Allahu ekber’’ diyerek kafa kesmekteler... 
Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Suudi Arabistan, İran...’’  gibi daha nice İslam ülkelerinde ; acı,  kan, göz yaşları, terör,  kesilen kafalar, kurşuna dizilen insanlar   ve milyonlarca  Batı ülkelerine ve Türkiye’ye sığınma ve mültecilik talebinde bulunan, can güvenlikleri olmayan aç, masum ve sefil insanlar!...
 Türk laiklik  sistemi, hiçbir şekilde dini reddetmez. Hatta dindar insanların özgürce dini inanç  ve ibadetlerini  yaşayabilmelerinin garantisi ve sigortasıdır. İnançları korur ve saygı gösterir. Fakat aynı zamanda  din etiketi taşıyan herşeyi de  toptan kabul etmez. 
Araştırıp, soruşturup, inceler.  Yani bu iki yol arasında  üçüncü bir yol,  denge yolu olarak ortaya çıktığını söyleyenler olmuştur...  
 Demek ki, Atatürk devrimleri, İslam’ın inanç ve ibadet  boyutuna müdahale etmemiş, herkes istediği gibi ibadetinde özgür bırakmıştır.  Bir diğer gurup, tarikat, cemaat gibi yapılaşmaların tahakkümünden  kişilerin özgürlüğünü kurtarmıştır.
 Fakat bunların yanında, toplumu esir alan, yanlış yönlendirmelere yol açacak  her türlü batıl fikir ve hurafelerle de  mücadele etmeyi sistem olarak benimsenmiştir.
  Dinin istismarını  ve dinden menfaat sağlayan çevrelerin, toplum üzerinde  Yüce İslam Dini’nin  baskı aracı olarak  kullanılmasına şiddetle karşı çıkan  ve mücadele eden bir görüş sistemi olarak  ‘’ Türk laikliği’’  doğmuştur...
 Atatürk  bir  konuşmasında;    ‘’... Dinden  menfaat  temin edenler  iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız  ve buna müsaade etmiyoruz.  Bu gibi   din  ticareti yapan  insanlar,  saf  ve masum  halkımızı aldatmışlardır.  Bizim ve  sizlerin  asıl   mücadele  edeceğimiz  ve  ettiğimiz  bu kimselerdir...’’     ( Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955 Baskı, s. 116.)   30. Eylül.2021/ Ümraniye
                               
                                                                                            AV.Faruk  Ülker
Devam edecek.

Editör: TE Bilisim