Rastgele kırk vatandaşa, Anadolu toprağı verimli midir, bereketli midir diye sorun.

Kırkı birden: “Çok bereketli” diyecektir.

Kırk vatandaşa, Anadolu doğal kaynaklar bakımında zengin midir diye sorun.

Kırkı da: “Müthiş zengin” diyecektir.

Bu kırk kişiye, Türkiye’de hububat verimi kaç ton diye sorun. Ya da Zonguldak’ın kömür üretimi ne kadar deyin. Bilemezler.

Bilemezler fakat bir cevap verirler. Türk milletinde cevap verememek diye bir şey yoktur. Belki, Türkiye’nin altındaki gizli petrol denizinden bahsederler. Ya da trilyon dolarlık toryum rezervlerimizi anlatırlar. “Çok zengin neptünyum madenlerimiz var ama çıkarmamıza izin verilmiyor,” diyenlere de rastlayabilirsiniz. Ben rastladım. (Neptünyum, Dünya gezegeninde bulunmayan bir element. İsmi yanlış anlamaya yol açmasın, Neptün gezegeninde de yok. Güneş sistemindeki hiçbir gökcisminde bulunmuyor)

Aç tavuk, kendini darı ambarında zannedermiş.

* * *

Ülkemiz sanılanın aksine bereketli değil. Bir kere, su yok. En şahane ırmağımız Fırat, dünyadaki en büyük 100 ırmak listesinde yer almıyor. O listenin son sırasında, Güney Amerika’daki Iriri nehri var. Iriri nehrinin debisi, Fırat’ın Türkiye’deki debisinin 8 katı kadar. Yani dünyadaki yüzüncü büyük nehir, Fırat’ın sekiz misli su taşıyor.

Susuzluk, ülkemizdeki çoğu ekonomik faaliyeti olumsuz etkiliyor.

Örneğin, tekstil sektörü. Kurak yerde pamuk yetişmez, ipek üretilmez. İpekböceğinin gıdası dut yaprağıdır. Dut ağacı bol su ister. Bu yüzden ipek üretimimiz Uzakdoğu ile rekabet edemedi, fiilen yok oldu. Gerçi tarihte, Türk ipeğinin çok revaçta olduğu, Avrupa’da bilhassa tercih edildiği bir dönem yaşanmış: 20. Asır başları. O yıllarda köylümüz, mümkün olan her yerde dut ağacı dikip ipek işine giriyordu. Fakat bu altın çağda bile, yıllık ham ipek üretimimiz 1,500 ton civarında seyretti. Aynı dönemde İtalya 4,500 ton,  Japonya 10,000 ton ipek üretiyordu.

Su yokluğu nedeniyle, ülkemizde kuru tarım yapılıyor. Hektar başına aldığımız buğday, Avrupa birliği ortalamasının yarısı kadar. Bize yetecek kadar buğday üretiyor, ihracat da yapıyoruz: Fakat bunun nedeni, buğday ekili arazimizin muazzam boyutu. Bulgaristan’ın yüzölçümü kadar hububat tarlamız var. Tütün verimimiz Hindistan’ın yarısı, ABD’nin dörtte biri kadar. Şeker pancarı veriminde Avrupa sonuncusuyuz.

Ben bunları ne zaman söylesem, insanlar pek bir sinirlenirler. “Sen hainsin, alçaksın” diyenler bile olur. Eleştiriye kapalı bir toplumuz. Ülke hakkında olumsuz herhangi bir şey söylenince… Konu havayla suyla, iklimle ilgili bile olsa, halkımız içerler. İyi de ne yapayım gardaş, hal budur ahval budur. Yağmur yağdıracak halim yok ya.

Bolulu bir öğretmenin Malatya Pötürge’de yürek burkan hikayesi! Bolulu bir öğretmenin Malatya Pötürge’de yürek burkan hikayesi!

Bir sorun daha: Topraklarımız derin değil. Pek çok bitki, köklerini salacağı derin topraklara ihtiyaç duyar. Anadolu’da verimli toprak ince bir katmandan ibarettir; kazmayı vurunca altından sert, ölü kil çıkar. Türkiye’deki toprakların sadece %33’ü derin (kalınlığı 50 santimetreden fazla) İtalya’da bu oran %79.

Meralarımız bile matah değil. Yüzölçümü bizimkinin üçte biri etmeyen İngiltere, bizden çok et üretiyor. Etin talibi çok, arzı düşük; yani et pahalı. Biz suçlamayı seven bir toplumuz, bir problemle karşılaşınca iç yüzünü araştırmayız. Birilerini suçlarız. Kimi itham edeceğimizi de kendimiz düşünmeyiz ha! Bizde, böyle şeylerin modası vardır; modaya göre suçlu seçer, söveriz.

Ete yapılan zamların suçu, bu aralar müteahhitlere atılıyor. “Mera tarımını mahvedenlere” sövülüyor. Meraların imara açılmasına dair haberler infial uyandırıyor. Ve gazetelerde, şu kalıp tekrar tekrar basılıyor: “1924 yılında 40 milyon hektar meramız vardı, bugün 15 milyon hektar kaldı.” Okurlara, 25 milyon hektar meranın şehirleştirildiği izlenimi veriliyor.

Aslında meralar yok olmadı, tarla oldu. Atatürk, İnönü ve Menderes dönemlerinde, devlete ait toprakların ihtiyaç sahibi köylülere dağıtılması “otlak” statüsündeki arazinin küçülmesine yol açtı. Osmanlı döneminde o topraklar çeşitli nedenlerle (sermaye yokluğu, eşkıyalık sorunu, göçebe nüfusun fazlalığı, vb.) ekime açılamamış ve bozkır olarak bırakılmıştı.

Yani mesele, hayvancılığın inşaat sektörüne kurban edilmesi değil. İmara açılan meraların oranı aslında çok düşük. Sorun şu: Sevgili memleketimizde ot bitmiyor. Meralarımızın ortalama bitki verimi hektar başına 800 kilo. Doğu Türkistan’da bu miktar, yöreye göre 1,5 ton ila 11 ton arasında değişiyor. Sıcak iklime sahip ülkelerde ise (Endonezya gibi) yılda 20 tonu buluyor.

Atalarımız masa, sandalye kullanmazdı. O eşyanın bize gelişi Tanzimat’tan sonradır. Atalarımız mindere otururdu. Sinide yemek yerdi. Yerde uyurdu. Atalarımız fıçı nedir bilmezdi. Sirke, şarap, yağ gibi maddeleri pişmiş topraktan küplere doldururlardı. Bunun nedeni basittir: Anadolu’da, hatta tüm Orta Doğu’da kerestelik ağaç nadirdi. Mobilyaya harcanmayacak kadar değerliydi. Ahşap, deniz aşırı diyarlardan ithal ediliyordu. Hatta Burma’da (Myanmar) bile kereste ticareti yapan Türkler vardı.

Bu nedenle, çoğu ilimizde evler kerpiçten inşa edilirdi. Tekneler bile tahtadan yapılmazdı. Nehir ve göllerde, kelek adı verilen, şişirilmiş hayvan derisinden sallar kullanılıyordu.

Mineral kaynakları bakımından da ülkemiz iç açıcı bir yer değil. Petrol yok. Olması da jeolojik açıdan imkânsız. Çünkü Anadolu yarımadası, petrol yataklarının oluştuğu çağlarda denizin dibindeydi. Çağlar içinde, eskiden deniz olan bazı yerler kuru toprak oldu; eskiden kara olan bazı yerler suyla kaplandı.

Belki doğalgaz vardır… Denizin altında. Keşfedildiği iddia edilen rezervler sahilden çok uzak. 20. yüzyılda o gaz sahalarında sondaj imkânsızdı, teknoloji henüz o seviyeye gelmemişti. Günümüzde işletilebilirler mi? Bunu zaman gösterecek.

Taştan sonra dünyada en bol bulunan malzeme, demirdir. Ülkemizde o bile yok. Demir madenlerimiz, ulusal gereksinimin sadece onda birini karşılıyor.

Bu nedenle yılda beş milyar dolar verip hurda demir ithal ediyoruz. Bir milyar dolar da demir cevheri alıyoruz. Alüminyum ve bakır üretimimiz, demirde olduğu gibi, ihtiyacın yaklaşık onda biri kadar.

Belki bir yerlerden, ülkemizde her tür madenin bulunduğunu okumuşsunuzdur. Eğer öyleyse, yanlış okumuşsunuz. Doğrusu şu: MTA, yıllarca ülkenin altını üstüne getirdi. Her tür maden için deneme ocakları açtı. Çinko aradı, uranyum aradı, platin aradı. Buldu da. Milyonlarca masrafa girip, üç damla cıva, beş tutam vanadyum, bir çimdik titanyum buldu. Açılan madenler tekrar kapatıldı.

Antik çağlarda, bu topraklar altın ve gümüş rezervlerine sahipmiş. Fakat asırlar içinde hemen hepsi çıkarılmış, bitmiş. Eski paramız akçenin sürekli değer kaybetmesi, her padişahın saltanatında biraz daha ufalması bundan kaynaklanıyor. Osmanlı’nın ekonomik durgunluğa girmesi de yine bu yüzden. Para basacak metal olmadığı için, dolaşımdaki para miktarı düşük kalmış. Bu da gerçek bir sermaye piyasasının oluşmasını önlemiş.

Orta Doğu tarihinin hep savaşla, kanla, şiddetle geçmesi nedendir? Sebep din değil. İslam’dan ve Hıristiyanlıktan, hatta Musevilikten önceki devirlerde de buralarda kan gövdeyi götürüyordu.

Sebep basit ve net: Bu coğrafyada kaynak yok. Her firavun, kral ve sultan, daha cömert topraklara uzanmak istemiş. Ticaret yollarına egemen olmak, ölüm kalım meselesi sayılmış. Bu pencereden bakınca her şey daha anlaşılır oluyor: Mesela Yavuz Sultan Selim, onca uğraş verip, tüm orduyu çölde telef etme riskini bile göze alıp fethettiği Mısır’ın yönetimini değiştirmedi. Mısır’ı, eski Memlük aristokrasisinin eline bıraktı, döndü. Neden?

Muhtemelen Mısır çok da önemli değildi Yavuz için. Asıl hedefi Kızıldeniz’di. Padişahın gözü Kızıldeniz’in ötesinde, Hint Okyanusunda, oradaki doğal kaynaklardaydı.

ALPER KAAN BİLİR


Editör: TE Bilisim