Türkiye siyasi tarihi, iktidarlar mezarlığıdır. İnönü’den Menderes’e, Demirel’den Özal’a bir zamanların kadir-i mutlak görünen iktidarları bugün, yalnızca özel konular söz konusu olunca hatırlanmaktadır.

“28 Şubat’ın bin yıl süreceğini”, “Erdoğan’ın artık Türkiye’de muhtar dahi olamayacağını” söyleyenlerin yargıları da tarihin çöplüğüne emanet edilmiş durumdadır.
Dün olduğu gibi bugün de sahip olunan iktidarının şehvetiyle ifade edilen yargılar, onu söyleyenleri eninde sonunda mahcup edecektir. Tarihin ve insanlığın yürüyüşü kendisine ilgisiz kalanları affetmemektedir. İktidarına mağrur olan Firavunların eninde sonunda mağlup olduğunu tarih bize söylemektedir.
Şu bir gerçektir ki kudret elitleri tepedeyken, iktidarlarının -bütün canlılar gibi- ölümcül (entropik) olduğunu hiç akıllarına getirmemektedir. Birden fazla seçim kazanan bu tür kudret elitleri, siyasi bir şehvet içinde giderek rakiplerini böcek gibi gören bir kibir ve gurur iktidarına dönmektedir.
Tek başına yıllarca iktidarda kalanlar karşılarında kendilerini durduracak ve hesap soracak bir güç göremediklerinde, yönettikleri insanlara, aynı zamanda sahip oldukları duygularına kapılmaktadır. Bu bağlamda rakiplerini yenmek değil, yok etmek siyaseti izlemeye yönelmektedir.
Türkiye’de on iki yıla yakın Başbakanlık yapan Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçimini de açık ara kazanmıştır. Tayyip Erdoğan’ın nasıl bir Cumhurbaşkanı olacağı seçildiği ilk günden belli olmuştur.
Çok açıktır ki Tayyip Erdoğan, kendisini hiçbir ilke, kural ve normla bağlı hissetmemektedir. 
Hatırlanacağı gibi Erdoğan, balkondan “herkesin Cumhurbaşkanı olacağım” mesajı vermesinin üzerinden daha bir hafta geçmeden 1 Eylül’de yapılacak adli yıl açılış töreniyle ilgili olarak “Eğer Yargıtay, Baro Başkanı’nı çağırıp konuşturacaksa ben katılmam” diyor. 
Muhalefeti Cumhurbaşkanlığına davet için de şöyle diyor: “Muhalefeti bir kere iki kere çağırırım... Ondan sonra da davet edecek halimiz yok” . 
Bu tavır Erdoğan’ın hasarlı demokrasi anlayışının, hoşgörüsüzlüğünün ve tahammülsüzlüğünün kanıtıdır. 
“Taç giyen baş uslanır” diye halk arasında söylenen bir söz vardır. Baskıcı, bencil ve narsist kişilikler gerçekte “taç giydikçe” uslanmaz aksine, güçlendikçe daha uzlaşmaz, tavizsiz ve katı tavırlar gösterirler. 
Erdoğan için demokratik sistemlerin ‘olmazsa olmazı’ olan kuvvetlerin ayrılığı, yetkilerin sınırlılığı, yasa ve teamüllerin bir anlamı yoktur.
Yeni Cumhurbaşkanı adeta ‘güç bende, ben gücüm’ mesajı vermektedir. Sınırsız yetki talebini ve iktidar doyumsuzluğunu şu sözleriyle ortaya koyuyor: “Efendim teamüller var, eskiden bu yetkiler kullanılmıyordu, diyorlar. Eski teamüller bizi bağlamaz”.
Siyasetin boşluk kaldırmayacağını iyi bilen Erdoğan; Devletin kurum, yapı, yasa, yönetmelik ve teamülleriyle süreklilik arz ettiğini ise bilmezlikten geliyor. 
Erdoğan’ı, eski teamüller, eski yetkiler ve eski Türkiye bağlamadığı gibi eski anayasa da bağlamıyor. Anlaşılan o ki, eskiye ait ne varsa hepsini Erdoğan eskicide bırakmak istiyor. Erdoğan’ın her şeyi kendisiyle (milat) ve kendi iktidarıyla başlatmak gibi bir anlayış içinde olduğu açıktır. 
Bu arada Erdoğan’ın, Yahya Kemal’in “kökü mazide olan ati” kavramını ya da “Yeni Osmanlı” söylemini diline dolamasını da kendisine özgü bir çelişki olarak niteleyip geçmek gerekir.
Cumhurbaşkanlığı makamı mevcut anayasaya göre tarafsız olunması gereken bir makamdır. Herkesin cumhurbaşkanı olmak herkese, her siyasi görüşe ve her yurttaşa aynı mesafede olmakla yakından ilişkilidir. Halbuki Erdoğan, “tarafsız olanın bertaraf” olacağı düşüncesinde olduğunu ve seçilirse ‘tarafsız olmayacağını’ açıkça seçim öncesinde ilan etmişti.
Nitekim AKP’li vekillere “28’inden itibaren burada olmayacağım. Ama gönül ve ruh dünyam hep sizinle beraber olacak. Sizi Çankaya’da izlemeye devam edeceğim” demiştir.
Erdoğan onlarca soru işaretiyle Cumhurbaşkanlığına yürürken, ona oy verenler merak, karşı olanlar ise endişe içinde bekliyorlar.