Zafer Partisi Ümraniye İlçe Teşkilatı şehit olan altı askerimiz için yürüyüş.. Zafer Partisi Ümraniye İlçe Teşkilatı şehit olan altı askerimiz için yürüyüş..
 Osmanlıca, Türkçenin bir döneminde yazı dilindeki eğilimlerini yansıtan bir adlandırmadır. XI. yüzyılda Türklerin yığınlar halinde Batı`ya göçleri, Batı Türkçesi dediğimiz ana şivenin doğmasına yol açar. Oğuz Türklerinin Asya`nın batısına göçmesi bu adlandırmada belirgin etkendir. Şive olarak Batı`da kullanılan bu Türkçeye  Oğuzca da denir. Oğuzca, Anadolu`da XV. yüzyıla kadar "Eski Anadolu Türkçesi" adıyla tek bir yazı dili iken XVI. yüzyilda ikisi Doğu Oğuzcası, ikisi de Batı Oğuzcası olarak dört kola ayrılır. Doğu Oğuzcasını Türkmence ve Azerbaycan Türkçesi; Batı Oğuzcasını Osmanlıca ve Gagavuzca kolları oluşturur.
 Bu değerlendirmeye göre Osmanlıca XVI. Yüzyıldan başlayarak XIX. Yüzyılın ortalarına kadar uzanan dört asırlık zaman dilimini kaplayan yazı dilimizdir. Öncesi, Eski Anadolu Türkçesi devamı da Türkiye Türkçesidir. Osmalıcaya Tarihi Türkiye Türkçesi diyen dilciler de vardır. Osmanlıca denildiğinde bugün iki durum anlaşılmaktadır: Biri Arap harfleri ile yazılan Türkçe, biri de Arapça ve Farsça sözcük, ek ve kuralların yoğun olarak kullanıldığı yazı dilimiz. 

 Arap harfleri ile yazılan Türkçe üzerinde öncelikle durmamız gerekmektedir. Bilindiği gibi Arap harfleri, Arapçaya uygun harflerdir. Türkler, İranlılar gibi  Arap Alfabesinde bulunmayan birkaç harfi bu alfabeye ekleyerek bu alfabeyi XI. yüzyıldan beri kullanmışlardır. Bu alfabeyle bin yıl boyunca binlerce Türkçe eser oluşturmuşlardır. Divan ü Lugat it-Türk`ten, Kutadgu Bilig`ten başlayarak Türkçülüğün Esasları`na, Bomba`ya, Beyaz Lale`ye kadar binlerce Türkçe eser... Bu nedenle Türk çocuklarının kültürel derinliğimizi hissetmeleri ve algılamaları bakımından bu alfabeyi öğrenmelerini istemek tutarlı bir girişimdir. Ancak görülen odur ki "eski yazı" da denilen Arap Alfabesini öğretmek asıl amaç değildir. Bu girişimin asıl amacı Öntürkler de denilen aslen Türklerin bulduğu Etrüsk temelli Latin yazısının yerine Arap Alfabesini koymaktır. Bir başka deyişle Türk kültüründen Türklüğü ve Atatürk`ü silmektir. Buna kimsenin gücü yetemeyecektir; ama amaç budur.

 Latin yazısı, Türkçeyi karşılamada Arap yazısından kat kat üstündür. Çünkü Arapça ünsüz temeline dayalı bir dil olduğu için yazısı da ünsüz temellidir. Türkçe ise ünlüleri bol bir dildir. Latin Alfabesinde 9 ünlüsünden 8`inin karşılığı vardır. Arap yazısında Türkçenin ünlüleri, ünsüzlerle şöyle böyle karşılanmaktadır. Eski yazıda "o" ile "ö", "u" ile "ü", "ı" ile "i"  ayırt edilememektedir. Olmak ile ölmek, boru ile börü, uyuz ile üzüm, dır ile dir aynı ünlülerle yazılmaktadır. Zaten Türkçeye uymadığı için ta Tanzimat döneminden başlanarak I. Dünya Savaşı yıllarına kadar, Arap Alfabesini Türkçeye uydurma girişimleri sürmüştür. Enver Paşa`nın "Huruf-i Islahiye" ( Harflerin Yeniden Düzenlenmesi) girişimini bilmeyen yoktur. Ayrıca bir ünsüz için de birkaç harfin kullanıldığı Arap Alfabesine yeniden dönmek, dilin doğasına, bilime ve gerçeklere terstir.

 Arapça ve Farsça sözcük, ek ve kuralların yoğun olduğu yazı diline dönmek ise insanın aklını peynir ekmekle yemesi gibidir. Önce kimsenin üzerinde durmadığı bir gerçeği dile getirelim: Bütün dilciler bilirler ki her dilin iki yönü vardır. Biri konuşma dili, biri yazı dilidir. Konuşma dilini ağızlar oluşturur. Türkçe onlarca ağızdan oluştuğundan her yörenin Türkçesi ses bakımından birbirini tutmaz. Konuşma dilinde yabancı dillerin sözcük, ek ve kuralları oldukça sınırlıdır. Öyle olmasaydı Türkiye Türkçesi yazı dili doğmazdı. Şinasi`nin, 1860`ta Tercüman-ı Ahval gazetesine yazdığı tanınmış Mukaddime`sinde "Gazetenin dilinin halkın anlayacağı bir dil" olacağını söylemesi, gazete dilinde ölçünün "konuşma dili" olacağının göstergesidir. Yazı dili ise yabancı sözcük, ek ve kuralların yoğun kullanıldığı dildir. Genellikle medrese öğrenimi görmüş kişilerin yeğlediği bir dildir. O zamanın aydını sayılacak bir azınlıkça kullanılan bu dili halkın anlaması sözkonusu değildir. Bu dili anlayabilmek için en başta Arapça ve Farsça bilmek gerekir.

 İkinci olarak üzerinde durulması gereken durum şudur: Osmanlıca yazı dili döneminde Divan geleneği vardır. O zamanki Türk Edebiyatı, dil bakımından iki özellik gösterir: Biri Tekke`den yetişenlerin kullandığı Türkçedir. Okuma yazması olmayan halka seslendikleri için oldukça anlaşılır bir tutum takınırlar Tekke şairleri. Yunus gibi, Hacı Bayram Veli gibi, Kaygusuz Abdal gibi. Dil tutmları bakımından Tekke`lerden yetişenlerle aynı tavır içinde olan bir zümre de "âşıklar" dır. Karaca Oğlan gibi, Dadaloğlu   gibi, Köroğlu gibi. Divan geleneği ile şiir oluşturanlar, yabancı sözcük, ek ve kurallarla dolu bir dil kullanırlardı. Baki gibi, Nefi gibi, Nabi gibi, Nedim gibi. Açıkça söylemek gerekirse Osmanlıca döneminde yazı dilinde bir birlik yoktu.  

 Yine üzerinde durulması gereken bir durum da şiir türünün önemli olmasıdır. Nesir ya da düzyazı pek gelişmemiştir. Eldeki örneklerde de birlik yoktur. Sade, orta ve süslü olarak üçe ayırabileceğimiz bu düzyazı geleneğini Mercimek Ahmet, Evliya Çelebi ve Naima ile Sinan Paşa temsil ediyordu. Bilindiği gibi şiirde duygu yoğunluğu sözkonusu iken düzyazıda düşünce öne çıkar. Osmanlı`nın çöküşündeki en büyük etkenlerden biri düşünceye önem veren köklü bir düzyazı geleneği oluşturamamasıdır. Çünkü bilgi ve bilimin aracı düzyazıdır, şiir değil. 

 Gerek şiirde, gerek süslü düzyazıda takınılan tavıra Osmanlıca döneminde, aydınlar arasında da tepkiler olmuştur. Eski Anadolu Türkçesi döneminde, 1277`de bir fermanla devlet yazışmalarından ticarete kadar her alanda Türkçenin kullanılmasını buyuran Karamanoğlu Mehmet Bey`den sonra  XVI. Yüzyılda doğan Türk-i Basit Akımı ve Nabi`nin başlattığı      Nedim ve Galib`in sürdürdüğü Mahallileşme Akımı bu tepkilerin önemlileridir.

 Türkler, tarihlerinin ve yaşadıkları toplumsal ve siyasi şartların bir gereği olarak daha Tanzimat yıllarında Türkiye Türkçesini müjdelemişlerdir. Namık Kemal`in tiyatrolarında, Ahmet Mithat`ın öykü ve romanlarında, Şinasi`nin şiir ve düzyazıda başlattığı sadeleşmeyi bir zaruret yüzünden sürdürmüşlerdir. Ahmet Vefik Paşa`nın ve Şemsettin Sami`nin sözlük çalışmaları, sadeleşmenin bilimsel basamaklarını oluşturur. 1901`de Mehmet Emin Yurdakul`un şiir kitabına Türkçe Şiirler adını koyması tesadüf değildir. Çağın aydınlanmayı gerekli kılmasıdır. Nitekim Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp`ın Arapça ve Farsça dil kurallarına karşı tavır alması da aklın, mantığın ve bilimin zorlamasıyladır. Türkçe yerine Osmanlıcayı koyma eğilimi yeni bir yapay millet oluşturma tasarısıdır. Hele liselerde okutulan "Dil ve Anlatım" derslerinin bir iki saatini tırtıklayıp Osmanlıcaya yamamak tavırları Türkçe yerine Osmanlıcayı geçirme girişiminin ip uçlarını vermektedir.

 İmam-Hatiplere ve Sosyal Bilimler Liselerine zorunlu olarak konulması planlanan Osmanlıca derslerinin eski yazıyı öğretmekten başka bir anlamı olmayacağını zaman gösterecektir. Osmanlı diye bir millet yoktur. Osmanlıca diye de bir dil asla olmamıştır. Osmanlıca Türklerin dört asır boyu kullandıkları ağır yazı dilinden, bir başka deyişle Türkçeden başka bir şey değildir. Görülen o ki Osmanlıca dersleri, İmam-Hatip çıkışlılara yeni bir iş alanı yaratarak dine dayalı öğretimi güçlendirme tasarısından başka bir şey değildir. Bütünüyle Türklüğü ve Atatürk`ün Türkçeye hizmetini sıfırlama girişimidir.

Dr. Hüseyin Yeniçeri

Editör: TE Bilisim