Zaman zaman kendimizle ilgili şiirsel anlatımlar da yaptığımız oluyor; ama gerçekten "tarihin neresinde nasıl ortaya çıktığımızın ve kim olduğumuzun" farkında mıyız?
     Tarihte, farklı tipte insan üreten dönemler yaşanmıştır. Mesela savaş yıllarında yetişmiş insanlarla, vaktinin çoğunu iktisadi çabalarla, tarlada tapanda geçirmiş insanların dünyaya bakışı aynı değildir.
     Savaşların yanında bir de zulüm ve haksızlık görmüş, göç, sürgün, isyan, terör gibi sosyal travmalar yaşamış nesiller ise aralarından ihtilal yapıp devlet kuracak kadroları çıkarabilirler.
     İttihat ve Terakki kadroları ve Atatürk, böyle bir sürecin eseridir.
     İnsan vücudu, nasıl günlük soğuk algınlıklarında nezle grip gibi bir haftalık hastalıklara, ağır ve uzun psikolojik yorgunluklarda kanser gibi ölümcül hastalıklara yakalanıyorsa toplumlar da aynı seviyelerde rahatsızlıklar yaşarlar.
     Bünyenin mikroplar ve hastalıklar karşısında antikorlarla gösterdiği yaşama direnci nasıl hastalığın çapına göre değişiyorsa toplumların da ölümcül hadiseler karşısındaki direnci böylesine "göreceli" olmakla birlikte "benzer"dir.
    Yani vücutlardan ve beyinlerinden mürekkep insan toplulukları olan milletler, kendilerini etkileyen olaylara, insan vücudundakine benzer tepkiler verirler.
     Küçük krizlerde iktidardaki partiye verdiği kredisi azalan toplum, ağır ekonomik ve siyasi krizlerde hükümeti değiştirebilir.
     Daha büyük milli meselelerde ayaklanma ve darbelere meyledebilir. Tarihi dönemeçlerde ise ihtilal yapıp yeni bir devlet kurabilir.
     Yakın tarihimizde bunların hepsi yaşanmıştır.
     Toplumların, eskiden hükümdarlara mahsus olan "tekil hayatiyet" tepkisini "ulusal" çapta gösterebilmesi için demokrasiye ihtiyaç vardır.
     Nitekim, bizde halkın elit ve jakoben ölçekte de olsa devletin geleceğiyle ilgili rol üstlenebildiği tarihi süreçler Meşrutiyet'ten sonra yaşanmıştır.
     Bizde feodal sınıflaşma olmadığı için Fransa'daki gibi burjuvaların öncülüğünde saray basan canlı bir taban hareketi görülmez.
     Türk Milleti, son yüz yıldır düşünce, ifade, basın, örgütlenme hürriyeti ve siyaset hakkı kadar milli bünyeyi iyileştirici, kurtarıcı ve yaşatıcı hamleler yapabilmiştir.
     Mesela, Mustafa Kemal'in Sivas Kongresini toplaması, başarılı bir adrenalin operasyonudur. "Her sancaktan üç delege" vasıtasıyla milletin sinir hücreleri uyarılmış bağışıklık sistemi harekete geçirilmiştir.
     Burası tabanla ideolojinin, halkla milli bağımsızlık ilkesinin, demokrasiyle milliyetçiliğin buluştuğu yerdir.
     Toplumlar, hayatta kalmak ve daha iyi yaşamak iki farklı derinlikte tepki gösterirler:
     1- Bunlardan birincisi, üşütmeyle gelen nezle ve grip gibi geçici hastalıklara verilen "ateş, terleme, ağrı, bulantı" gibi yüzeysel tepkilerdir.
     Millet bu tepkiyi, sokağa dökülme, grev, erken seçim talebi, iktidar değişikliği gibi demokratik hak kullanımı seviyesinde gösterir.
     Bunlar, milli bünyenin "Halkçılık" şubesine dair tepkilerdir. Bu tepkilerin dozunu yükselten Sosyal Demokrasi, Sosyalizm gibi "ilaçlar" geliştirilmiştir.
     2- Kanser, verem, sıtma gibi öldürücü rahatsızlıklar karşısında gösterilen daha derin yaşama tepkisi ise "Milliyetçilik"tir.
     Milliyetçilik, toplumun bağışıklık sistemini harekete geçiren vücut kimyasına hükmeden temel yaşama ve varoluş iradesidir.
     Gerek Osmanlı Devletinin 93 Harbiyle Ruslardan aldığı ağır darbeler, gerekse Trablusgarp ve Balkan Savaşlarının milli bünyede meydana getirdiği travma, işte 1900'lerin başında Türk Milliyetçiliğinin devlet kuracak seviyede harekete geçmesini sağlamıştır.
     Bu kurucu ve kurtarıcı iradenin 1938'den sonra yüzeysel bir halkçılıkla takas edilmesine gösterilen tepki ise Alparslan Türkeş'in ifadesiyle "1944 Milliyetçilik Olayı"dır.
     1944'teki bu hayati tepkinin bugünkü temsilcileri olan Ülkücülerdir. MHP'nin Türkiye'nin bugünkü rahatsızlıkları karşısında gösterdiği derin "hayati" tepkilerin, günlük ihtiyaçlarının peşindeki halkla buluşması bu seviye, derinlik ve frekans farkından dolayı zor olmaktadır.
     Türk Milliyetçileri, Türk demokrasisinde sıradan bir taban hareketini değil, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesi olan Kuva'y-ı Milliye ruhunu, varlık omurgasını ve bağışıklık sistemini ifade etmektedir.
     Bu yüzden gerek kendi iç dünyalarında, parti içi demokrasinin işleyişinde gerekse siyaset yapma şekillerinde gösterdikleri kendilerine özgü davranış, Türk Milliyetçiliğinin karakterine uygundur.
     Ülkücülerin üzerinde tartışması gereken konu, "Milliyetçilik-Halkçılık" bütünleşmesini sağlamak ve toplumdaki nezle grip gibi daha yüzeysel rahatsızlıkların tedavisini kolaylaştırmaktır.
     Ülkücü hareketin tarih içindeki yerini doğru anladığımız zaman, MHP'nin siyasi geleceğine dair bugünkünden daha renkli tablolar çizebileceğimizden kimsenin şüphesi olmamalıdır.