Kabadayıların, külhanbeylerin ve mafya özentilerinin Ülkücü harekete kaynak yapma şekil ve sebepleri hakkında bazı şeyler yazmıştım.

     Diyeceksiniz ki; "hocam sen Tarihçisin bu iş, biraz senin alanının dışında çıkmıyor mu?" 

     Doğru, çıkıyor. Yalnız eğer şimdiki gençlerin bilgisayar kurdu, hacker filan olduğu çağda siz Ülkücü olduysanız, güçlü tanıklıklara ve tecrübelere sahip olabiliyorsunuz.

     Sene 1984… Maltepe'de Koç yurdunda kalıyoruz. Etraf bar-pavyon dolu… Yani meşhur İnci Baba'nın faaliyet sahası… Biz Topraklık'taki "iki duvarı doğrudan tabiat olan" gecekonduda kâğıtlar ıslanıp da mezuniyet tezini yazamayınca yurda başvurmuşuz. Ankara'daki dördüncü senemizde kaloriferin keyfini çıkarıyoruz.

     Daktiloyu nöbetleşe kullanarak tezimizi yazıyoruz: Konu: "Kutadgu Bilig'de Devlet…" 

     Bazen gecenin ilerleyen saatlerinde "çaat" diye bir ses geliyor… Koridorun camından bakıyoruz. Karşıdaki pavyonun fedaileri, hesaba itiraz eden yarı sarhoş garibanları dövüyor. Tabi peşinden de bir "gayrimeşru muhabbeti" başlıyor. 

     Zaman zaman bizim Yomralı Alaattin söze giriyor. İnci Baba'nın bölgedeki etkinliğinden bahsediyor. Sonunda "hey gidi hey" diyor. İnci Baba'dan haraç alırken ben 17 yaşındaydım!

     Durumu anlıyoruz. İnci Baba, başı gençlerle belaya girmesin diye gönüllü olarak yardım yapıyor; aklınca kendini sağlama alıyordu. 

     Sadece Ülkücüler değil, 12 Eylül öncesinde bir şekilde militarize olmuş her genç, kabadayılar için bir tehditti. Çünkü onların gücü, sıradan vatandaşta olmayan bir vasıtayı rahatça kullanmalarından ileri geliyordu. Bu vasıta "silah"tı. 

     Gayrimeşru âleminin silah kullanma tekeli, 12 Eylül öncesinde sağ ve sol gençlik örgütleri tarafından kırılınca kabadayıları bir telaş almıştı. Kabadayı, şöyle düşünüyordu. "Ulan 15 yaşında çocuğun elinde silah var!. Ne zaman, nereye, kime sıkacağını da bilmez… Şimdi ayvayı yedik!.."

     Böyle olunca da paçoz olmamak için yapılacak en iyi tercih, "biz de Milliyetçiyiz kardaşım!" diyerek Ülkücülere "yazılmak" ve gençleri, destekliyormuş gibi görünmekti.

     Can-ı gönülden Milliyetçi olan vizyon sahibi kabadayılar da yok değildi. Mesela Kayseri'de ben ünlü Şemsettin Şemsettin'in, 1978'de Kiçikapu meydanında, stokçu toptancıların yağlarını ambarlarından çıkarttırıp halka teneke teneke dağıttığını hatırlıyorum.

     Aynı Şemseddin'in, 15 Nisan 1978'de çok sayıda otobüsünü teşkilatın hizmetine verdiğini, Tandoğan mitingine bizzat katıldığını ve Kurtuluş'ta beklerken "Bozkurt Şemsettin" sloganlarıyla omuzlara alındığına da bizzat şahidim.

     Ama ne Şemsettin'in, ne İnci Baba'nın, ne de başka bir kabadayının teşkilata karşı en ufak bir saygısızlık yaptığını hatırlamıyorum. Bu, eşyanın tabiatına ve zamanın ruhuna aykırıydı.

     Yer altında farklı maksatlarla bulunanların zaman zaman omuz mesafesine ve dirsek temasına girmelerinden kaynaklanan bu ilişkilerin kırılma noktası, 1980-87 arasındaki gelişmelerdir.

      Devlet bey o gün bugündür bu yol kazalarının izlerini silmekle meşguldür.

     Sene 1986… Kurtuluş Parkında iftara davetliyiz. Ünlü bir "teşkilat abimiz" de katılacak, "Ülkücüleri biraz kalabalık istiyor" diye haber geldi, gittik. Baktık protokolün ortasında "Ülkücü baba" kisvesiyle sahaya çıkmaya çalışan Kürt Ahmet, sağında solunda benzer adamlar ve tekerlekli sandalyesiyle Başbuğun kendisine vekâlet verdiğini iddia eden abimiz… 

     Oruç kafayla "bir vazife var" zannedip gittiğimiz bu ortamı, bir avuç Ülkücünün mafyaya iftariyelik yapılasına fırsat vermemek için hemen terk ettiğimizi hatırlıyorum.

     Terk etmeyenlere ne mi oldu? Onların bazıları, önce "kabadayıdan Ülkücü" sonra da "Ülkücüden mafya" olabileceğine inanmaya devam ettiler. 

     Bu bakış, senelerce MHP'nin meşru siyasetini yoran, hırpalayan bir yük olarak omuzlarımızda kaldı. Hala da etkisini sürdürüyor; maalesef bazı gençleri de etkiliyor.

     Hüküm odur ki; "doğru yolda eğri yürünmez!" 12 Eylül öncesinden kalan iyi hatıralar arasında mafya bağlantıları yoktur. Gayrimeşru temaslar yoktur. Bitirimlik, kolpacılık, sansarlık yoktur. 

     Bu kargaşa, bir hukuk adamı olan Başbuğ'un izindeki Devlet Bahçeli'yle birlikte tarihe karışmıştır.

     Her şey bir yana, delikanlılığın kitabında, birinin "meşruiyete sadakat mecburiyeti"nden güç alarak mevzi kazanmak yoktur. Bu davranış, en hafif tabiriyle ahlaksızlıktır, ayıptır. 

     Kitabın bir sonraki sayfasında ise cezası tecilli bir zanlıya veya yumruğu cezalı bir yiğide, "laf sokup kanırtmanın" ya siyasi taşeronluk ya da çakallık olduğu yazılıdır!