Günlerdir heyecanla bekliyordum bugünün gelmesini aslında; Sabah coşkuyla oturdum bilgisayarın başına.
84 yıl gecikmeyle de olsa  “borcumuz”u ödeyecektim Kubilay’a;
Çoğunun belki varlığından dahi haberdar olmadığı borcumuz.
***
Dini “sakal-sarık-cübbe” şekilciliğine sıkıştıran o yobaz saldırının hemen her dehşetengiz ayrıntısı, binlerce kere yazıldı.
Kendini “mehdi” olarak tanıtan, hunharlığını “din elden gidiyor” vaveylasıyla meşrulaştırabilen Derviş Mehmet ve türevlerinin, fırsatını bulunca insanı “diri diri, kıtır kıtır doğrayabilme”  potansiyelinden emsalle sayısız “erken uyarı”da bulunuldu bugün  “iki satırlık”  linçe dayanamayanlara.
Irak’ta, Müslüman kadınlara camide, kocalarının, babalarının, çocuklarının secdesinde tecavüz edenlerle ittifak yapmaları bile kafiydi “camiye ayakkabıyla girdiler”  feveranlarını çürütmeye ama ikna olmayanlara kaç kere hatırlatıldı, yaralı halde cami avlusuna sığınan o gencecik öğretmenin, kafasının gövdesinden -tam da IŞİD’cilerin yöntemiyle-, Allah’ın evinde ayrıldığı!
***
Kubilay’ın yeşil bayrak direğine bağlanan başının sızısından belki, aklımızı başımızdan aldığından tahayyülü bile o acının; “karanlık”, “şeriatçı”, “gerici”lerle sınırlandırdık hep sorumluları. Çoğu zaman es geçtik olayın asıl ibretlik yanını;
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gencecik, çakı gibi bir subayının/pırıl pırıl bir öğretmeninin kellesi bir sopanın ucunda sallandırılırken, gördükleri manzaradan bırakın rahatsız olmayı, irkilmeyi, azgınca alkışlayanlar vardı. Ve bu katliam amigolarının çoğu işgal görmüş toprakların evlatlarıydı!
Vatan kaybetmiş, müstemleke olarak yaşamış, haçın önünde kim bilir kaç kere diz çökmeye zorlanmış, el-pençe divan durmuşlardı. Bu bile nefretlerini yatıştırmadı.
***
Kubilay varsayın ki Murat Özenalp şimdi; Ali Tatar, Abdülkerim Kırcı...
Hâlâ anlamakta zorlanıyor musunuz “bu halk” diye genelleyebileceğinizi sandığınız kitleler neden onlara sahip çıkmadı?
Neden tınmadı,  “devlet” e kurulan tuzağı?
 “Kubilay Olayı”nın siyasi-dinî yönüne kafa yorduğumuz kadar sosyolojik boyutuyla da ilgilenseydik -yüzleşseydik yahut- zannediyorum son on yılımızı  “bu millet neden böyle tepkisiz” diye saç baş yolarak geçirmezdik.
Hiçbir zaman  “halk dalkavukluğu” yapmadık ama büyük bir hatamız var; gerçek sandık “ütopyalarımızı” .“Tek yürek”miş...
Değiliz halbuki...
Bu etnik kimliklerle, inanç ayrılıklarıyla ilgili değil, hele siyasi tarafgirliklerle ilgili hiç değil; hepsine rağmen, hepsiyle  “millet” olabiliriz...
Bahsettiğim “maya” meselesi;
Ruhu bozuk mayalanmış, o genetik mirasla doğup-büyümüş kitleler var aramızda;
Hani şu “ruh kökü” meselesi.
Bizimle aynı sokaklarda yaşıyorlar ve çoğalıyorlar.
Yan dairemizdeki  “komşumuz” bizi şişe geçireceği günlerin hayalini kuruyor belki; bilmiyoruz.
***
İşte tam bu yüzden özür borcumuz var Kubilay’a;
O bir öğretmen olarak son nefesinde bize tarihî bir ders verdiği halde, faturayı üç-beş caniye kesip, bizi yüzleştirdiği toplumsal çürümeyi görmezden geldiğimiz için!
Zamanında aynaya bakabilme cesareti gösterebilseydik; Kubilay’ın yanına belki bu kadar erken uğurlamazdık Ali’yi...
***
Bu yazı tahmin edersiniz ki böyle bitmeyecekti;
Ve fakat bir  “Cumhuriyet Savcısı”nın,  “Bir ülkede, bir eylemin darbe teşebbüsü olup olmadığına Başbakan karar verir” dediğini işittim az önce;
Devlet adına dava açan makam, devleti şahıstan ibaret olarak algılamaya başlamışsa, savcı değil, kadıdır o kadı!
Bu durumda, söyleyeceklerimin hiçbir hükmü kalmadı;
 “Sultan’ın vekili” kadı; kime şikayet edeyim...