Çeyrek yüzyıl önce -böyle yazınca sanki bizden çok uzak zamanlardaymış gibi oluyor ama topu topu 25 yıl- şöyle bir sabaha uyandı Bakü:

Kesif bir barut kokusu;

Ve buram buram kan...

Sokaklarda, caddelerde, meydanlarda, kaldırımlarda pelte, pelte...

Sanırsın Kazimir Maleviç tablosu şehrin bütün duvarları;

Ünlü “Sarı Ev Peyzajı”...

Ve fakat bütün renkler kırmızı; kurumamış henüz ki ısıtıyor/ıslatıyor dokunmaya yüreği olan parmakları. Çünkü sergilenen “katliam sanatı(!)”.

***
Cesetler var; yaşlı mı, kadın mı, erkek mi, çoluk-çocuk mu bakmamış tankları, ezip geçmiş direnen vücutları.

Ya ruhları;

Bugün bile, gidin bir soluyun  “Azatlık Meydanı” nın havasını; dolacaktır içinize, kol geziyor hürriyet ruhu hâlâ Azerbaycan’ın her metrekaresinde.

***
Bundan çeyrek yüzyıl önce, bir sabah, günlerden 20 Ocak’tı; uyandı Bakü halkı;

Dört bir yanları yaralı.

Gece onlar bilmeden olağanüstü hal ilan etmişler, onlar bilmeden olağanüstü hali bozanları kurşuna dizmişler, onlar bilmeden tankları, tüfekleriyle  “isyan” diye kılıf hazırlayıp işgal etmişler can Azerbaycan’ı;

Aslı  “kumpas”tı.

Tıpkı Anadolu’da Fransız, İngiliz üniformalarının altına sakladıkları gibi, Bakü’de de Rus üniforması altına gizlediler Ermeni mezalimini;

Azerbaycan-Ermenistan anlaşmazlığına müdahil olan Rusya’nın, 19 Ocak gecesi Bakü’ye gönderdiği orduda Ermeniydi askerlerin çoğu.

“Eksper”i söylüyor;

“Özel gaddarlık”.

“Cinayet”.

Madem isyan, madem ayaklanma niye bastırmaya dönük rastgele ateşten başka, yakın mesafeden gözlerine baka baka, işkenceyle, korktuklarını görmek ister gibi adeta  “zevk” le bastılar tetiklere?

***

Hastaneleri taramışlar, ambulansları;

Yani insanlığı!

Doktorları öldürmüşler;

Ki saramasınlar açtıkları yaraları!

Binalarda kurşun izleri, camlar kırık; bir adamın başı düşmüş yanına; sanırsın uykuda. Halbuki otururken vurulmuş evinin salonunda.

***
Bundan çeyrek yüzyıl önce, “ülkelerin iç işlerine müdahale etmiyoruz” diyerek dünya  “film”  gibi izledi, kar beyazı Bakü’nün karardığı o günü.

100’den fazla ölü, 1000’e yakın yaralı ve yine 1000’e yakın gözaltı;

Bir dram başyapıtıydı!

Keza  “ödül”le de taçlandırıldı;

En iyi “senaryo”,  “kurgu”,  “yapımcı”, “yönetmen”, “efekt” bütün dallarda “Oscar” niyetine  “Nobel” verdiler Gorbaçov’a!

Tutar da yüzyılın densizliği ile  “en iyi dram müziği” derler yine korkuyorum yazmaya ama “Kanlı Yanvar”ın yegane  “sanatsal”  belgesi, dinmeyen ağıtlar aslında;

Ağla...

Karanfil ağla...

***
Bütün içtenliğimle, inanarak yazıyorum; kalbim daralarak da olsa şu notu düşmek zorundayım:

Gorbaçov’u o pırıltıyı sahneye çıkarıp da,  “barış ödülü” adıyla sicilindeki soykırımları kutsadıkları o an bile, Türkiye Cumhuriyeti’nin zirvesinden Ermenistan’ın tescilli Türk katili başına yollanan  “Çanakkale Daveti” kadar incitmemiştir “Şehitler

Hıyabanı”nda yatanları!
Yatacak yeriniz olmaz
Bu yazı, bu köşedeki kaçıncı  “iktidar ve yandaşları bizi düpedüz aptal yerine koyuyor, uyan ey halkım” hatırlatması bilemiyorum; yüz mü? Bin mi? Çoktan bıraktım saymayı.

Buyurun Yeni Şafak Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi’nin dünkü köşesinde yayınlanan satırları:

 “... çözüm süreci, “Az konuşup çok iş yapma” zemini üzerinde yürüyor. Eğer bu şekilde ilerlerse 21 Mart Nevruz’un da Öcalan’ın, PKK’nın Türkiye’deki silahlı faaliyetlerine son verdiğini açıklamasına tanık olabiliriz. Bu tarihi bir adım olur ama tam anlamıyla çözümü sağlar mı?..”

Sağlamaz!

Ayriyeten...

Yeter arkadaş!

Yeter, milletle daha fazla kafa bulma!

İmralı’daki cani Nevruz mesajında “silahların sustuğunu”  açıklarsa bu  “tarihi adım”  olurmuş!

Bir yıl önce de böyle kandırmadınız mı bağrı cayır cayır yanan anaları;

“Gölge etmeyin ki müzakere ortağımız Nevruz’daki büyük, dev ihsanından vazgeçmesin!”

Bir yıl önce de, Diyarbakır Bağlar Meydanı’nda Kürtçe olarak okunan sonra da -yabancı bir ülkedeymiş gibi- Türkçeye tercüme edilen Nevruz mektubunda da aynı şeyi söylemedi mi insanlığın yüzkarası:

“Silahlar sussun, fikirler konuşsun!..”

Manşet manşet, ekran ekran “yaşasın barış”  nidaları atmadınız mı, atlamadınız mı önünüze attığı bu  “kırıntı”ya!

Ee ya sonra?

Sustu mu silahlar?

Daha birkaç ay önce; Hakkari, Yüksekova’da iki Ramazan, Ramazan’lar ile Yunus, muz kabuğuna basarak mı düştüler toprağa!

Van’da o dünyalar güzeli Teğmen’imizi, Emre’yi kim taradı?

Tam da “silahlar sussun”  dedikleri Bağlar’da, yanında hamile eşiyle pazar alışverişi yapan Necdet’i kim vurdu arkasından?

Yapmayın!

İnsanları  “evlatlarının acı hatıraları”yla sınamayın!

Allah’tan korkun;

İçi her dem kor bu milletin duygularıyla oynamayın;

Yatacak yer bulamazsınız yoksa!