O'na tapınan bir kitle var!..

Bunlar hem O'na, hem de ne yazık ki farkında olmadan… 

Gücü O'na veren " büyük  güce" tapıyorlar…

Hayır, "Beyzbol sopası" görünümlü "kutsal ruh"tan bahsetmiyorum…

Bunlara "baba" ve "oğul" yetiyor. O'na aşkla ibadet ediyorlar.

Aynen Moğol zulmüne biat eden "Kalenderiler" gibi…

Bunlar da "güce" tapıyorlar. "Püritenler" gibi bunlar da "dünya cenneti"ne inanıyorlar!.. 

Yüzyıllardır "yarı tanrı" olmuş despotların arasında sıkıştı kaldı bu tebâ…

Bildiği tek bir slogan vardı: "padişahım çok yaşa!.." 

Gerisi gah Arabi, Farısi malum temenna...

Millet daha Tekbir'in manasını bilmeden saf olup namaza durdu.

Yiyen yedi, içen içti; Türk'ün aklı, fikri hep yok sayıldı.

Ezildi, horlandı, yiğit yüreği acılarla yakıldı…

O atlı silahşor ruhu, öşre bağlanıp toprağa çakıldı.

Sınır boylarında, kuş uçmaz kervan geçmez beldelerde…

Çöllerde, dağlarda, vadi ve boğazlarda kanı toprağa karıldı…

Sonra gün döndü!.. "Yaşa artık" dediler. Türk'ün "İnkılâp Meclisi" kuruldu… 

Türk, bu sefer de "ülkenin hakimi" gibi sunuldu… 

Kağıt üstünde, Siyer-i Nebi'den adı "Ahmet - Mehmet" konuldu.

Türk, nutukta medeniyetin miğferi, yükselmenin sınırsız hak sahibi, Allah'ın askeriydi…

Vilayet kaleminde ise bir "Öküz Anadolulu!.."

Mazlum emmi, "makama arz-ı hal için" giderdi.

Azarı yiyince "bey!" diye yutkunur, başı eğik dönerdi.

Sadece Yeşilçam'da, filmlerde "fakir genç" için biraz umut doğmuştu.

Biz bu senaryolu plan seminerinde mahallece çekirdek çitlerdik… Demek ki şeytaniydi bu rüya…  Delikanlı "öz yurdunda garipti; öz vatanında parya!..".

Kazananlar belliydi. Bir briyantinli Önder Somer… Bir de parlak çizmeli Gaddar ağa…

Memlekette ne kadar da çok ciğerinden kahkaha çıkaran "kalleş" vardı.

Biz miydik o büyük… O mağrur… O efendi ve asil millet!..

Belli ki, Pera'dan fışkıran Bizans lağımının önünü kesememiştik.

Ya "Milli Devlet - Güçlü İktidar" için icabında yeniden kan dökecektik!..

Ya da kendi elimizle kendi sonumuzu getirecektik. Ne yazık ki birincisini biz göremedik. 

"Atatürkçülük" denildiğinde bizim ihtiyatlı yaklaşmamızın sebebi buydu…

Ortodoks dalkavuklar, sağlam bir beşer bulamayınca… 

Ölen kahramanların arkasına saklanıyordu! Böylece eski tas eski hamam; devran dönüyordu.

Ve bir gün ABD işte bunu fark etti.

Osman Bey, Mesud'u yenmiş; mülk "Osmanlı" olmuştu.

Enver Paşa, Sultanı yenmiş; gâvur, memleketin adını "Enverland" koymuştu.

Atatürk, gelmiş, "yurdun adı artık Türkiye" diye masaya vurmuştu.

Sivas, Gümrü, Sakarya, Dumlupınar, İzmir, Hatay, Limanlar…

Tehcir, Mübadele, Boğazlar, Demiryolları, Kıbrıs ve Kapitülasyonlar…

Atatürk yenilmedikçe, yenilmiyordu Bozkurtlar!..

İşte bu yüzden O'nu önce cülus tahtına bindirip, padişahın yerine koydular.

Sonra Marks'la, Lenin'le tahtın saçaklarına vurdular.

Sonra Sam amcanın beline yeşil kuşak sarıp…

Ata'yı, gözü yaşlı mukaddesat vaazlarıyla vurdular. 

Sonra da darbe nutuklarıyla, milleti merkezin uzağına savurdular.

Dalkavuklar, yediler, içtiler, hortumladılar… Milleti devletten uzağa attılar.

Sene 99'da… Maalesef uzatmalarda oyuna girdik, sakatlandık ve biz de kurtaramadık Anadolu'yu… 

Biz şimdi neredeyse Şintoistler gibi "Erdoğan'ın, Sam amcadan doğuşunu" izlemekteyiz…

Haşa, Ruhü'l-Kudüs'ün Atatürk Orman Çiftliğindeki "Ak Saray"a ineceği anı beklemekteyiz...

Demek ki; o bin yıllık sağlam hançeremizle…

"Allah-u Ekber" demenin tam yerindeyiz.