Hicabi MERAL

E.Dz.Ögr.Alb.

AAO.Bşk.Yrd.

T.C. Anayasası Madde 24: Herkes, vicdan dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.

1990’lı yıllardan itibaren “Örtünme” probleminin(!) kamuoyunu büyük ölçüde meşgul ettiğini görüyoruz. Örtünme nedir? Niçin örtünülür ? Örtünme hakkı ve kararı kime aittir. İslâm dini neyi emrediyor? Baş örtüsü, ya da türban bir simge midir? Lâik, Sosyal, Hukuk Devleti için bir tehlike midir? Kamusal alan, hizmet alan ya da hizmet verenler kavramları ne anlama geliyor? Yıl 2006, hâlâ bu konular tartışılıyor, toplumsal barışı bozan bu konuya, her kesim, siyasî eğilimine göre çözüm ya da çözümsüzlük getiriyor.

Bilinen bir gerçek var ki insanoğlu yaradılışından itibaren cinsiyeti ne olursa olsun örtünme gereği duymuştur. Türk toplumunda, ailede kadının yeri son derece önemlidir. Eski Türklerde kadının adı katun’dur. Orta Asya steplerinde yaşayan Türk boylarında, topluluklarında katun kişilerin başlarını örttüklerini biliyoruz. Türk boylarında, ailede, boyların ve toplulukların idaresinde katunların görüşüne önem verildiğini ve gerek duyulduğunu da belirtmemiz gerekir.

Batıya başlayan göçler, Türk boylarını İslâm inancıyla tanıştırmış ve Türkler hayat tarzlarına ve inançlarına İslâm dininin uygun olduğunu görerek savaşmadan kabul etmişlerdir. Tarihin bu döneminde Türk topluluklarında kadınların ve belli yaşa gelen kızların başlarını inançları gereği örttüklerini, bu örtünme şeklinde yöresel farklılıkların olduğunu da biliyoruz. Türklerin 1071 Malazgirt Muharebesi ile birlikte Anadolu’yu yurt edinmelerine müteakip bir kısım boyların göçebe yaşam tarzını, bir kısmının da yerleşik yaşam tarzını (köy, kasaba, şehir) benimsediklerini görüyoruz. Bu yaşam tarzının her evresinde de Türk kadınının ve belli yaşa gelmiş genç kızlarımızın başlarında örtü vardır. İnançları gereği başlarını örtme gereği duymuşlardır. Kurtuluş Savaşı’nda cephede, cephe gerisinde başı örtülü kadınlarımızı görüyoruz. Mehmetcik’e mühimmat taşıyor, yarasını sarıyor.

Türkiye Radyo Televizyon Kurumunun ve bazı Özel Televizyon kanallarının hazırlamış oldukları belgesellerde Anadolu adım adım geziliyor. Köylüsüyle, esnafıyla, kentlisiyle, bürokratı ile röportajlar yapılıyor, yöresel gelenekler, düğünler, yemekler, eğlenceler, tarihî zenginlikler, kıyafetler çok güzel bir şekilde dile getiriliyor. Bu programlarda Anadolu’nun her yöresinde başlarında örtü olan kadınlarımızı, kızlarımızı, başı açık kadınlarımızı, kızlarımızı iyi komşuluk ilişkileri içerisinde birbirlerini muhabbetle kucakladıklarını, hayatı güzelliklerle şekillendirdiklerini ekranda gördüğümüz gibi içinde de yaşıyoruz.

Gidin Balıkesir’in Gönen ilçesine, Bolu’nun Mudurnu ilçesine, Ankara’nın Beypazarı ilçesine, Denizli’ye Nazilli’ye , Gümüşhane’ye, Erzurum’a, Ardahan’a el emeği göz nuru ile hazırlanmış gelinlik kızlarımızın çeyizlerinde masa örtülerini, nevresim takımlarını, başörtülerini, yazmaları, namaz örtülerini vs. görürsünüz. Türk ailesinde kadına ne kadar önem verildiğini bu yörelerde gelinlik kızlarımız için hazırlanan çeyizlerdeki el emeğinde göz nurunda görürsünüz. Bunların bir kısmı da düğün sonrası konu komşuya dağıtılır, hediye edilir.

Şu gerçeği herkes kabul etmek zorundadır. Türk aile yapısında ister başını örtsün, ister örtmesin her kadının, kızın sandığında mutlaka başörtüsü, yazma, iğne oyalı ya da boncuklu mevcuttur. Her evde Türk Bayrağı ve kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim vardır. Bazıları biliyorsa Kur’an-ı Kerim’in Arapçasını ve mealini okur; Arapçasını bilmiyor ise mealini okur. Bazıları da hiç okumazlar ama mutlaka evinde bulundurur.

Yerleşik düzen, şehirli olma, kentli olma hayat tarzını etkilemiştir. Kız çocuklarının okumasına yeteri kadar önem vermeyen toplum, gelişen ve değişen şartlarda bunun çok yanlış olduğunu görerek kız çocuklarının okutulması gerektiğini benimsemiştir. Hatta çocuğun yetişmesinde en önemli rolü anne üstlendiğinden kız çocuklarının mutlaka eğitim alması kaçınılmaz olmuştur. Yıllar önce kız çocukları belli yaşa geldiğinde hemen baş-göz edilmesi yani evlendirilip evinin hanımı çocuğunun annesi olması düşünülürdü.

Cumhuriyet döneminde yapılan düzenlemeler, İlköğretimin mecburî olması, eğitim/öğretim faaliyetlerinin insan hayatının çok önemli bir unsuru haline gelmesi Anadolu insanını uyandırdı. Artık İlköğretim, - Ortaöğretim ve Yüksek Öğretim Kurumlarında kız çocuklarının sayısı artmaya başladı. Ülke geleceği açısından bu olumlu bir gelişmeydi. Geleceğin mühendisleri, doktorları, öğretmenleri, hukukçuları, askerleri içerisinde kızlarımız da olacak ve ülkesinin kalkınmasında, yönetiminde rol alacaklardı. Bu, atıl beyin gücünün Türk toplumunun hizmetine sunulmasıdır. Genç nüfus oranı oldukça yüksek olan ülkemizde, bu son derece önemli bir gelişmedir. 1990’lı yıllara kadar bazı ortaöğretim kurumlarına (İmam Hatip Liseleri) ve Yüksek Öğretim Kurumlarına kız öğrencilerin bir kısmı başörtüleri ile bazıları da başları açık olarak devam ettiler. Ne olduysa birdenbire başörtülü olanlar okullara alınmamaya başladı. Sıkı bir denetim Ortaöğretim Kurumlarında karma eğitim mecburiyeti derken “Kamusal Alan” yutturmacası ve tanımlaması ile kelimenin tam anlamıyla “Başörtüsü yasağı” uygulamaya konuldu. Şu gerçeği ortaya koyarak önemli bir hususa vurgu yapmak istiyorum. Ben 1969-1970 Trabzon Lisesi mezunuyum. 1970-1975 yılları arasında Ankara Hacettepe Üniversitesi’nde askerî öğrenci olarak öğrenim gördüm. Öğrencilik yıllarım öğrenci olaylarının en yoğun olduğu yıllardı. Doğu devrimci Kültür Ocaklarının üniversitelerdeki eğitim-öğretim faaliyetlerini sarstığını herkes biliyor. PKK’nın tohumları biraz daha eskiye dayanabilir. Ancak filizlenmeye başladığı yıllar 1970’li yıllardır. Bu dönemdeki eylemleri masum öğrenci istekleri olarak gören ve değerlendiren yönetimler yüzünden Türk milleti 30 bin evladını şehit vererek bedel ödemiştir. Hâlâ ülkenin üniter yapısı için bu örgütün faaliyetleri tehlike olmaya devam etmektedir. Geçmiş döneme ait bu hatırlatmayı neden yaptım sorusu akla gelebilir. 1970-2006 yılları arasında bir çok öğrenci göz altına alınmıştır, yargılanmıştır, hüküm giymiştir. Ben bunların içinde başı örtülü bir kız öğrenci hatırlamıyorum. Hâl böyle olunca bu öğrencilere reva görülen bu uygulama neden? Meseleye bir başka gözlükle bakalım. “İrtica” bu ülke için tehlike olsun. Anadolu’dan gelmiş inancı gereği başını örtmüş, tek arzusu okumak olan kızlarımızın suçu ne? Bazı gruplar, dernekler, örgütler, siyasî partiler diyelim ki bu kızlarımıza ekonomik imkânlar sunarak onları emellerine alet etmek istediler. Devlet olarak bunun çözümü okullarımızın kapılarını bu genç kızlarımızın yüzüne kapatarak onları sokağa atmak, derneklerin, örgütlerin, tarikatların, siyasî partilerin kucağına itmek mi olmalıydı? Sosyal devlet, Hukuk devleti ilkeleri ile bu uygulama nasıl bağdaştırıldı? Anayasa Madde 42: Kimse, eğitim ve öğretim haklarından yoksun bırakılamaz…….

Özel sohbetlerde şu konuşmaları çok duyuyoruz: “Canım bizim zamanımızda da üniversitelerde başları örtülü kız öğrenciler vardı, sayıları azdı. Şimdi sayıları bir hayli arttı, çok da güzel giyiniyorlar. Tek tip örtü kullanıyorlar. Bunları birileri yönlendiriyor. Cumhuriyetin okulları böyle mi olacaktı?”

Bu beyler şu önemli gerçeği ya bilerek görmek istemiyorlar ya da belli bir ideolojinin peşine takılmış gidiyorlar. Kırk milyonluk Türkiye, genç nüfus oranı yüksek, 70 milyonluk bir ülke olmuş. Cumhuriyetle birlikte değişim yaşayan Türk toplumunun düşünce sisteminde önemli değişmeler

olmuş; kızlar için evinin hanımı-çocuğunun annesi olsun anlayışı yerine kızlar da erkekler gibi okusunlar mühendis, doktor, öğretmen, asker, … olsunlar, aynı zamanda annelik görevini de yapsınlar anlayışı gelişmiştir. Bunun tabiî sonucu Ortaöğretim Kurumlarında, Yüksek Öğrenim Kurumlarında kız öğrencilerin sayısı artmıştır. Bu paralelde başları örtülü öğrenciler de artmıştır. Ama bunlar Cumhuriyet için bir tehlikedir, aydın geçinenlerin düşüncesi bu. Şimdi sizlere Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir vatandaşı olarak Anayasa’nın ilgili maddesini hatırlatıyor ve elinizi şakağınıza koyarak düşünmeye davet ediyorum:

Anayasa Madde 42: Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. Devlet, maddî imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar… Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun engellenemez.

Türkçeden başka hiç bir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır.

Vatandaş getiriyor çocuğunu, ey devlet, diyor buyur okut.Vatana millete faydalı yurttaş olarak yetiştir. Devletin gücünü arkasına alan kurum yetkilileri ne yapıyor?. “Burada okuman için hiçbir engel yok. Ancak başörtüsünü çıkaracaksın, baş açık fotoğraf çektireceksin, derslere başın açık gireceksin.” Hanım kızımız cevap veriyor: “Ben müslümanım, inancım gereği başımı örtüyorum ve okumak istiyorum.” “Kızım ben de müslümanım, benim annemin de başı kapalı, başları açık kızlarımız müslüman değil mi? Yasalar böyle ben emir kuluyum, burası kamusal alan, ancak başını açarsan seni içeri alabiliriz.” Karşınızda inancı gereği başını örten genç bir kız, okumak arzusunda olan bir kız, hiçbir ideolojik saplantısı olmayan bir kız, demir kapı suratına kapanıyor. Bu fırsatı birilerinin değerlendirmesi gerekiyor elbetteki. Devlet eliyle ikrâm diye buna denir. Örgütlere, tarikatlara elaman işte böyle kazandırılır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen 1970’li yıllardan 2006’lı yıllara kadar birçok eylem türüne hedef olan ülkemizde, polise, askere taş atan saldıran devletin kurumlarını tahrip eyleminde bulunan, bankaların camlarını indiren, otobüs duraklarını tahrip eden, Türk Bayrağını yırtma girişiminde bulunan, belediye otobüslerini yakan başı örtülü militan bir kızımızı ya da kadını gördünüz mü? Ama teröristler tarafından haince şehit edilen oğlunun tabutuna sarılarak göz yaşlarını içine akıtan “Vatan sağ olsun” diyen başörtülü anneleri , başörtülü bacıları çok gördük, görmeye de devam edeceğiz. Bayramlarda hatırlayıp şehit mezarlıklarına giderseniz bu gerçekle daha iyi yüzleşirsiniz. Buradan şu anlam da çıkmasın başı açık eli öpülecek analarımız ve bacılarımızın da bağırları yanmıştır. Onlar da çocuklarını bu ülke için şehit vermişlerdir. Allah hepsine sabırlar versin. Hepsi bu ülke için görevlerini en üst seviyede yapmışlardır.

Şu “Kamusal Alan” ne anlama geliyor? Uygulamadaki tezatlar nelerdir? Kısaca değinmek istiyorum. Eğitim kurumları, bazı sosyal eğitim merkezleri “kamusal alan” kabul ediliyor ve “Başı örtülü” öğrenciler, başı örtülü anneler veliler alınmıyor. Bazıları, hayır biz başörtülüleri alıyoruz, türbanlıları almıyoruz, diyorlar. Çünkü türban siyasî bir simge, gibi mesnetsiz bir düşünce ile kişisel haklara, öğrenim özgürlüğüne karşı yapılan bu uygulamayı savunmaktadırlar. Şimdi bu zat-ı muhteremlere soruyorum. Taksim’deki otobüs durağı, Haydarpaşa Tren istasyonu- İstanbul-Ankara arası çalışan Fatih, Boğaziçi Ekspresleri, Türk Hava Yolları’nın uçakları, hastaneler, hatta hatta yüzlerce insanın kullandıkları caddeler , Marmara Üniversitesinin mezuniyet törenini yaptığı Burhan Felek Kapalı Spor Salonu kamusal alan değil mi? İşgüzar bir belediye başkanı çıksa zabıtasını otobüs durağına gönderip “Ey başörtülüler, türbanlılar burada duramazsınız, derhal buradan çıkın burası kamusal alandır,” dese ortalık karışsa, bunu da Cumhuriyeti korumak adına yaptığını söylese, ne diyeceksiniz? Herkesin bakışlarından kalbinden geçeni okur gibiyim. Böyle deli saçması bir şey olur mu? İlk çağlarda dahi böyle bir uygulama olmamıştır. Bu uygulamanın öncelikle başlatıldığı yer üniversitelerimiz olmuştur. 1980 öncesi bu bilim yuvalarının içerisine düştüğü durumu değerlendiren yetkililer, YÖK’ü kurdular. Amaç bu güzide kurumların bilimsel çalışmalarına, eğitim-öğretim faaliyetlerine etkinlik ve uluslar arası bir standart kazandırmaktı. Bizde kurumlar, üzülerek ifade ediyorum, genelde kurumun başında bulunanların düşünce ve anlayışına göre şekilleniyor. Bu son

derece üzücü bir durumdur. YÖK’ün başında iki dönem görev yapan Sayın Kemal Gürüz’ün ağzından çıkanları sizlere hatırlatarak, başı örtülü kızlarımıza üniversite kapılarını kapatanların zihniyetlerine ışık tutmak istiyorum. “Türkçe ilim dili olamaz.” Kim diyor bunu? Kemal Gürüz. Kim bu Kemal Gürüz? YÖK başkanı, varın gerisini siz düşünün. Aradan yıllar geçiyor ATV’deki bir programa eski Cumhurbaşkanlarımızdan Sayın Süleyman Demirel konuk ediliyor . Kendisi bu ülkenin kaderine yarım asır hükmetmiştir. Kendisine yöneltilen bir soruya karşı herkesin anlayacağı bir dille sayın Cumhurbaşkanımızın bu yönü takdire şayandır, nerede konuşursa konuşsun, toplumun her kesimi onun kullandığı kelimeleri mutlaka anlar. İmam Hatip okulları için övgüler yağdırdıktan sonra. “Dindar mühendis, dindar doktor olmaz mı?” diyerek cevap vermiştir. Kanım donuyor, sabırsızlanıyorum, yerimden “Kameraman, kameraman göster şu sayını,” derken iki dönem YÖK başkanlığı yapan Sayın Kemal Gürüz: “Dün dündür, bu gün bugün” sözlerinin sahibine de bu yakışırdı. Sayın Süleyman Demirel başlarını örtenler için Arabistan’ı tavsiye ediyor. Güzel hem hacı olurlar hem de Peygamber Efendimizin yaşadığı kutsal yerleri görme imkânına sahip olurlar. Sayın Demirel biz size nereyi tavsiye edelim, doğrusu henüz size uygun bir yer bulabildiğimi söyleyemiyorum. Başı örtülüleri “ salaklıkla” itham eden bir köşe yazarından ilham alan üst düzey bir yetkili de “Râhibe” benzetmesi ile ortalığı toz duman ediyor. Müteakip günlerde de “Biz başörtüsüne karşı olsaydık, başörtüsü imal eden fabrikaları kapatırdık” diyerek çağdışı bir zihniyeti toplumun tanımasına ve anlamasına imkân vermiştir, bir teşekkürü de hak etmiştir. Bu gibiler bir ara siyasete soyundular, mensubu oldukları toplumun fikirleri ile düşünceleri örtüştüğü için gittikleri her yerde kabul gördüler.

Bütün bunlar yetmiyormuşçasına sermayenin sesi olan bir kısım basınımızın köşe yazarları yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili olarak toplumu germek, sosyal barışı bozma pahasına “Köşke çıkacak kişinin eşi baş örtülü olamaz.” yaygarasını koparmaya başladılar. Bunu Cumhuriyetin bekçileri olarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı koruma adına yaptıklarını söylediler. Tıpkı “Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörüne sahip çıkmak, Cumhuriyete sahip çıkmaktır.” diyen YÖK başkanı Erdoğan Teziç gibi. Lâik Türkiye Cumhuriyeti bunu kaldıramazmış. Büyük Önder Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı vererek kurduğu bu Cumhuriyet: Panislamizmi, Pantürkizmi tehlike sayan sayın KORUTÜRK’ü, hiçbir sıfatı olmayan iki kişiye kırmızı pasaport vererek milletlerarası faaliyetlerine meşru zemin hazırlayan, federasyon da düşünülebilir diyen sayın ÖZAL’ı, Nato’dan çıkan Yunanistan’ın tekrar Nato’ya alınmasına olur veren, “Zaten Kıbrıs’ta biz Maraş’ı pazarlık payı olsun diye aldık,” diyen sayın EVREN’i taşıdı.

Anayasa Madde 101: Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet meclisince kırk yaşını doldurmuş ve Yükseköğretim yapmış kendi üyeleri ve bu niteliklere ve seçilme yeterliliğine sahip Türk vatandaşları arasından yedi yıllık bir süre için seçilir. Cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi dışından aday gösterilebilmesi, meclis üye tamsayısının en az beşte birinin yazılı önerileriyle mümkündür.

Anayasa Madde 102 : Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı hâlinde değil ise hemen toplantıya çağrılır. Cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasından otuz gün önce veya Cumhurbaşkanlığı makamının boşalmasından on gün sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine başlanır. T.C Anayasası (1995 değişiklikleriyle) kitapçığını okurken eşime gözlüğümü vermesini söylüyorum. “İyi göremiyor muyum? Yoksa okuduğumu mu anlamıyorum?, diyorum kendi kendime. Yoksa bizim bilmediğimiz sayınların bildiği ve holding odalarında hazırlanan yazılı olmayan bir başka anayasa mı var? Aydınlarımıza sesleniyorum: Mensubu olduğunuz toplumu iyi tanımak zorundasınız! Fikirleriniz toplumun inançları, gelenekleri ve tarihi, kültürü ile uyumlu olduğu zaman kabul görür. Aksi takdirde sisteme tepki olarak yansır. Birilerinin ekmeğine tereyağı, bal sürme sevdasından vazgeçin! Anayasaya ve kanunlara saygılı olun! Sonuç olarak; 1990’lı yıllardan itibaren başlatılan bu dayatmacı uygulamayı toplumun belli bir kesimine karşı belli ideolojik görüşe sahip kişilerin kişisel uygulamaları olarak değerlendiriyorum. Bu uygulamaları asla kurumlara maletmek istemiyorum, mağdurların da bu şekilde olaylara yaklaşmalarını ülkemizin birliği ve dirliği açısından tavsiye ediyorum.

Kurumların yıpratılması, toplumun güvenini kaybetmesi ülkemiz için felaket olur. Bu kurumlar kolay kolay bu günlere gelmemiştir. Tüm kurumların harcında Malazgirt’te, Niboğlu’da, Mohaç’ta, Allahuekber dağlarında, Çanakkale’de, Sakarya’da şehitlerimizin kanları mevcuttur. Gençlerimizin önüne demir kapıları koymayalım. Millî ve manevî değerlerimizi, dinî bilgileri devletin kurumları kanalıyla işin ehli olanlar tarafından öğretelim. Eğer bunu yapmazsak, önüne engeller koyarsak, bu gençler bu bilgileri başka yerlerden öğrenmeye kalkarlar. Bir söz vardır: “Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder.” Buna hakkımız yoktur bu gençleri heder etmeyelim.

Bu ülke üzerinde emelleri olan terör örgülerinin, rejim ihraç etmek isteyen ülkelerin, emperyalist devletlerin arayıp da bulamadığı ortamı kendi ellerimizle oluşturmayalım. Tarih boyunca kurulmuş Türk devletlerini cephede mağlup edemeyenler hep ayrılık tohumları seçerek emellerine ulaşmışlardır. Enerjimizi :

“Gazilik ve şehitlik kalksın. Türk Silahlı Kuvvetlerinin başındaki Türk kelimesi kalksın”,

“PKK bir terör örgütü değildir. Yöre halkının demokratik hak ve özgürlüklerini dile getiren bir örgüttür”,

“Türk değilim, Türkiyeli Kürdüm”, Diyarbakır’da PKK tarafından organize edilen gösterilere katılanlara “Sizleri isteklerinizden ve cesaretinizden ötürü tebrik ediyorum,” diyenlere; Türk Silahlı Kuvvetlerinin bölgeye kuvvet kaydırmasından rahatsızlık duyanlara,

Roj TV’nin Türkiye’nin üniter yapısını bozucu yayınlarını sürdürmesini isteyen belediye başkanlarına, Misyonerlik faaliyetlerine karşı kullanalım; Devlete, vatana, millete, millî ve manevî değerlere, orduya, bayrağa, ezana, İstiklâl Marşı’na, dil birliğine, millî birliğe, yarınlara hazırlanmaya, gerçek mânâda Türk Gençleri yetiştirmeye, sosyal barışı korumaya harcayalım. Ne Mutlu Türküm Diyene.

Hicabi MERAL Dz. E. Öğr. Alb.