İtham listesinin başlarında üç itham, veballi olduğu kadar zararlı ve insanlık dışıdır: Hainlik, dinsizlik, gizlenmiş kavimcilik. İtham elbette bunlardan ibaret olmayıp, sahtekârlıktan rüşvetçiliğe, hırsızlıktan zinaya kadar pek çok alanı kaplar. Kesin ve açık delilleri varsa, insanlarca bilinip kabul ediliyorsa, itham olmaktan çıkar, gerçeği yansıtmış olur. Ya böyle değilse... Hele daha çok kalbî meselelerde... Haksız ithamlar, dinî, ahlakî, insanî bakımdan veballidir, duruma göre hukukî bakımdan suçtur ve sorumluluk yükler, zararı yalnız ferdî değil, toplumsaldır.
Bu tablo içinden önemli bir kişiye, Atatürk’e yöneltilmiş dinsizlik ithamı üzerinde duracağız. Maksadımız, “Atatürk ve Din” gibi geniş bir araştırma, inceleme ve yorum değildir. Bu konuda kitaplar, makaleler, hatıralar mevcuttur. Konunun bugün tekrarı nedendir? Son yıllarda Türkiye ve Türk Milleti için düzenlenmiş iç ve dış kaynaklı ve kötü niyetli projede, Atatürk’ün dinsizliği propagandası, artmış ve hızlanmış olarak dikkati çekmektedir.
Asırlardır peş peşe gelen Türk karşıtlığı projeleri, son olarak Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) şeklinde, Türkiye’yi de içine alarak, hatta hedefe koyarak sürdürülüyor. Bu saklanmamış, açıkça ilan edilmiştir. Taktikler açığa çıktıkça, hâlâ uyuyanlar hariç, her şey daha iyi anlaşılmaktadır. Zaman zaman dürtüklenip didiklenen Atatürk’ün dinsizliği iddia ve ithamı, bu projenin de bir malzemesi olarak kullanılmaktadır. Bugün bu noktaya odaklanacağız. Türkiye için kötü niyet beslemeyenlerden de bu ithama katılanların bulunuşu, konuyu daha önemli kılmaktadır. Bu kişiler de kötü niyetlilere hizmet ettiklerinin, isabetsiz ve haksız kanaatler üzerinde oturduklarının farkında olmalıdırlar. O halde bu yazının konusunu ve muhatabını iyice belirlememiz gerekmektedir.
Önce genel olarak sosyal kategorilerin ne olduğunu ve sonra din ile ilgili sosyal kategorileri hatırlatalım. Sosyal kategoriler, aynı toplumda, bir arada yaşayan veya beraber yaşamaları şart olmayan, birbirini tanıyan veya tanımayan, ancak zihniyet (anlayış) ortaklığı, eğilim, alışkanlık, davranış, kabul ediş ve reddediş benzerlikleri bulunan sosyal kesimlerdir. Bu sosyal kategoriler sırf din yönünden de belirginlik kazanabilmiştir. Din 2 yönünden, doğal halde şu şekiller görülür: 1. Mevcut ve geleneksel hale gelmiş dinî hayatta, normal kabul edilen dindar halk kitleleri. 2. Aşırı uçta görünen ve zühd hayatını seven, özellikle tarikat mensubu dindarlar. 3. Diğer aşırı uçta, din ile ilgisizler, daha da uçta ateistler ve din karşıtları. 4. Bir sosyal kategori haline gelmese de, yine de mevcut, iyi niyetle sorgulayan ve dinin özünü, aslını, hedefini iyi anlamak isteyenler, arayanlar. Bütün bu sosyal kategorilerden, baskı, saldırganlık, düşmanlık yapılmaması, sadece, hukukîahlakî çerçevede kendini ifade arzu edilir ama, işler her zaman böyle gitmemiştir ve sorunlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.
Sosyolojinin ve Din Sosyolojisinin tahlil ve yorum ayrıntılarına fazla girmeden, Atatürk meselesiyle ilgili sosyal kategorilere de bakarak esas konumuza geçelim.
1. Dinsizliği tercih edip, aynı zamanda Atatürk’ü putlaştıranlar. Bunlar bu yazının muhatabı olmayıp, isterlerse onları da ilgilendirebilir.
2. Dinsiz olsun veya dindar olsun, Türk kavmine karşı tepki duyanlar. Bunları, Atatürk’ün dinli veya dinsiz olması ilgilendirmiyor. Dinsiz olmasını tercih ediyor, dinsiz olduğunu da iddia ediyorlar. Bu kategori ayrı bir araştırma konusudur, farklı şeyler söylenme alanıdır. Ancak şu anda bu yazının muhatabı bunlar da değildir.
3. Milliyetçiliğe yer vermeyen, bazılarının bunu kâfirlik saydığı, ayrıca din devleti (?) isteyen sosyal kategoriler. Anlayışlarının gereği Atatürk’ü sevmiyorlar. Atatürk’ün dinli veya dinsiz oluşu bunları da ilgilendirmiyor. Milliyetçilik zaten küfürdür. Bunlara söylenecek çok şey olsa da, bu yazının muhatabı değillerdir.
Peki bu yazının muhatabı kimlerdir? Saydığımız özellikleri taşımayan, hem milliyetçi hem dindar, en azından dine saygılı oldukları halde, Atatürk’ün dinsiz ve dine karşı olduğuna inananlar. İşte bu kesimdekileri, selim akıl sahipleri olduklarına güvenerek, daha titiz ve daha özenle muhatap almalıyız.
Konuyu ele alırken, iki yönden bakmalıyız. Biri kişi olarak Atatürk’ün din ile ilgisi, diğeri elbette bunun da etkisiyle Türk Milletine ve İslamî hayata ne verdiğidir. Zarar mı vermiştir, fayda mı sağlamıştır? Kimseye zarar vermedikçe, kimseyi rahatsız etmedikçe, Atatürk dahil, birinin dinsiz oluşu aslında bizi ilgilendirmez. Dinli oluşu, inananları sevindirir, o kadar. Gerisi Allah ile kulunu ilgilendirir. Fakat öyle bir kimseden söz ediyoruz ki, topluma mal olmuş, dünyaya mal olmuş, herşeyi herkesi ilgilendiren biri. Sadece kişisel olarak değerlendirmek gerçekçi olmaz. Atatürk söz konusu olunca, 3 toplumsal değer yargısı ön plana çıkar. Ancak onun kişisel inanç ve amelleri de meçhul değildir. Allah’a ait bir hüküm alanı olsa da, bizler de burnumuzu sokacak olursak, hayat dalgalarından öte, yoğunlaşan anlarını ve özellikle son zamanlarını bilmemiz gerekir. Ölüm anında değil ama, daha önceki haftalarda ve günlerdeki yaşantısını, duygularını, sözlerini bilmek zorundayız. Onun için “inkarcı” hükmünü verenler bunu biliyorlar mı? Yoksa dedikodulara, zanlara mı uyuyorlar. Yarım yamalak bilgilerle, sonradan değişen an’lık sözlerle çıkarımlar yapıp hükümler vermek son derece tehlikelidir. Kapıları kapatıp kilitlememeli, açık tutmalıyız. Oradan iman girer de çıkar da. Kesin bir hüküm olmasa da şunu söyleyebiliriz: Atatürk, duyguları ağır bastığı zaman dindar, aklı ve tarihî bilgi öne çıktığı zaman, özellikle İslamiyeti iyi bilmeyenlerce, dine karşıymış gibi görünmektedir. Bu sözlerimizin, Türk’e ve Atatürk’e düşman gözüyle bakıp, peşin hükümlere göre hareket edenlere bir şey ifade etmeyeceğini biliyoruz. Ama bunlara söyleyeceğimiz söz, İslamiyeti doğru dürüst öğrenmeleridir. Bunlar Allah’ın ilmine değil, kendi bilgi ve kanaatlerine tapmaktadırlar. “İmanı” da tekellerine almışlardır. İşin mutlak yönünü Allah’a bırakarak hassas meselelere bakmalıyız. Hayattaki dönüşlerimiz, zikzaklarımız, sürprizlerimiz nihai gerçeği değiştirmez mi? Allah bunları bilmiyor mu? Hz. Peygamberi öldürmeye gelen birinin sonra müslüman ve müslüman önderlerinden olduğunu, Hz. Peygamber’in yanında bulunan ve fakat İslamiyetin ve müslümanların başlarına ne dertler açan insanların varlığını bilmiyor muyuz? Savaşta birini, artık inandığını söylediği halde öldüren müslümana, “kalbini yarıp baktın mı” diye kızan bir peygambere sahibiz. Yüzde doksandokuz aleyhinde de görünse, yüzde bir iman ihtimali ve delili taşıyorsa, o kişiye müşrik denmeyeceğini, aksi halde o sözün söyleyene döneceğini söyleyen bir peygambere sahibiz. Rahman ve Rahîm olan, merhameti sonsuz olan, rahmetinin gazabını geçtiğini söyleyen bir Allah’a inanıyoruz. Bu durumda zanlarla, anlık meselelerle, dedikodularla, peşin hükümlerle yola çıkmamalıyız. Gelelim geçirilen sürece, hayat cilvelerine, köşebaşlarına, yani sosyolojik maceraya.
Dindar-dinsiz pek çok insan gibi, Atatürk de zaman zaman bunalımlar yaşamıştır. Bu bunalımları, çoğu insan, içinde saklar. Atatürk dışa vuranlardandır. Ancak önemli olan, bunalımın sebebi, bizatihi İslamın kendisi midir, yoksa Arabın dini, din adına Arabın kültürü, Arap ırkçılığının vasıtası haline getirilen bir din midir? Asırlardır tebliğ edildiği gibi kalmamış, yer yer başkalaştırılmış, siyasetin, saltanatın, azametin, menfaatin ve cehaletin elinde başına gelmedik kalmamış, asimetrik paralel bir din midir? Bu günlerde 4 daha iyi anlaşılıyor ki, Kur’an’ın ışık tuttuğundan, vicdanların sorumlu tuttuğundan uzaklaştırılmış, İslam adı altındaki din midir? Toplumsal, siyasî, ahlakî, hukukî tefessuhe gittiği delilleriyle ortada duran bir din benzerine, ileri-geri, haklı-haksız laf söylemek, dine inananların da, dine karşı olanların da başvurduğu bir yol olmuştur, olmaktadır. Bu durum karşısında kalıp bunalım geçirmemek, büyük bir vukuf, bilgi, sabır ve tahammül gerektirir. Yazdığı kitabın Allah tarafından gönderildiğini-yazdırıldığını söyleyenlerin, kendisine gökten, gaybtan bilgi ve emir verildiğini iddia edenlerin bulunduğu bir süreçten gelip geçiyoruz. Yahut sol tarafına yatarsan veya sakalına cilet vurursan kafir olursun gibi daha yüzlerce abuk sabukluklara din diyenlerin cirit attığı zamanları yaşayarak geliyoruz. Ayrıca koskoca bir Türk Devletinin, önce kendini Türk Devleti olmaktan çıkarıp, İslamı kendinde kilitleyen, işlenmemiş suça ceza kesmeyi, bebek öldürmeyi İslama onaylatmak isteyen, kendi benliğini kaybetmiş, herşeyi kılıçla halletmeye kalkan, daha büyük kılıç karşısında gerileyen bir siyasî-sosyal düzenin ürünleriyiz. Şuurlu, vicdanlı, hakikati ve geleceği kaybetmek istemeyenlerin bunalım geçirmeleri size çok mu şaşırtıcı geliyor? Mustafa Kemal ve daha birçok kişi bu bunalımları yaşamışlardır. Önce şunu kabul etmeliyiz: Atatürk bizim dini önderimiz, bizleri irşad eden bir din âlimi değildir. Atatürkten önce de din vardı, ondan ve bizlerden sonra da olacaktır. O da bizim gibi öğreniyor, öğrendiklerini halka, ama cesurca ve samimi olarak söylüyordu. Çok naktada haklı olduğunu ispatlamışdı. Yanlışları düzeltmek isteyen, milletine güven veren, din hayatı dahil, her türlü sosyal hayata hizmet etmeye çalışan bir devlet adamı idi. Bu gayretlerini boşa çıkarmamıştır. Ama bizim gibi mirasyediler ihanet üstüne ihanet ürettik. Onun şahsi itikatları ile uğraşıp duruyoruz. Şahsi itikatlarının derin noktalarını bilmeyiz ve bizi ilgilendirmez. Kimi ilgilendireceği bellidir. Sosyal hayata yansıyanlara, bize ulaşanlara bakacağız. Daha iyisi, daha iyileri olamaz mıydı? Elbette olurdu. Bir yıkıntının, bir enkazın içinden adeta yeniden doğduk. Hem maddi hem manevî olarak böyle oldu. Fikir, bilgi, inanç olarak da böyle oldu. Yeniden doğan bu devlette, elbette herşey hatasız değildi. Nasırlaşmış hatalar tam olarak tamir edilemedi, tedavi edilemedi. Ama çok iyi şeyler yapıldı. Dinî hayata engel mi olunmuştur? Camiler mi kapatılmıştır. Ezan mı susturulmuştur? İbadet edenlere engel mi olunmuştur. Meskenet yuvalarında, yalnız devlete değil, bizzat dine yapılan ihanetleri ibadet mi sayacağız? Zararları bugün daha iyi anlaşılan meskenet, yer yer şirk yuvaları kapatılmamalı mıydı? Din alanında daha ehil insanlar yetiştirilmesine engel mi olunmuştur?
Mustafa Kemal Atatürk’e göre din, din olmaktan çıkmıştı. İslama, Kitabına, Peygamberine aşkla bağlı olanlar, ilkeleri ve amaçları doğru dürüst görenler, bugün Atatürk’ün söylediklerinden daha şiddetlisini söylüyorlar. Din bu değildir, diyorlar. Bu Emevi ırkçı dinidir diyorlar.
Atatürk, Türk milletinin yalnız geçmişi ve haliyle ilgilenmiyor, geleceği ile de ilgileniyordu, dertleniyordu. Bu sebepledir ki din ile ve dinî hayatla da ilgilenmekteydi. Ne diyordu: “Camiler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Taat ve ibadetle beraber, din ve dünya için neler yapılmak lazımgeldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak, elzemdir (Atatürk’ün Söylevi ve Demeçleri, III, 68). Cemaatin ne demek olduğunu, İslamın ilk yıllarında nasıl uygulandığını, herkes gibi o da biliyordu. İlk yıllar hariç, özellikle Emevi saltanatı ile başlayan dönemden itibaren, Osmanlı dönemi dahil, İslamî fonksiyonların yerinde işlemediğini biliyordu. Aksine, dinin, düşünce ve iradesi başta, her şeyini, şeyh denen, Allah’ın dışındaki şahıslara terk ve teslim ettiğini, iradesiz müritler haline geldiğini biliyordu.
Atatürk nelerden şikâyetçiydi: Siyasetle dinin, siyaset lehine, dinin aleyhine ilişkilendirilmesinden şikâyetçidir. Din bezinganları, din istismarcıları, din aktörleri tabirlerini çok kullanmıştır. Din ile bilimin ve fennin uygunsuzlaştırılmasından, birbirinden uzaklaştırılmasından şikayetçidir. Gerçek dinin olumluluğunu ve toplum için elzem bir kurum olduğunu hep vurgulamıştır. Meselâ, komünizmi reddederken, “bize gayrı kabil-i tatbik olduğu için (bize uygulanması mümkün olmadığı için) ve esasat-ı diniye ve şerait-i hayatiye ve içtimaiyemizle gayrı kabil-i telif bulunduğundan (hayat ve toplum şartlarımızla uyumu mümkün olmadığından)” diyen Mustafa Kemal Atatürk değil miydi? (TBMM Gizli Celse Zabıtları, I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 335). Yine ne diyordu: “Bolşeviklik nereye gelirse daima kendi görüşlerini kabul ettirmek azmindedir. Bizim milletimizin de kendine mahsus görüşleri, vardır.” (TBMM Gizli Celse Konuşmaları, I, 85). “Komünizm içtimaî (sosyal) bir meseledir. Bizim dinî ve milli geleneklerimizin kuvveti, buna karşı kor.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, 20). Toplum hayatında dinin lüzumuna hep vurgu yapmıştı: “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur” derken çok açık seçiktir (Hüseyin Cevizoğlu, Atatürkçülük, 116). Milliyetçilik ile İslamın uzlaştırılmasında, bir türlü yerine oturtulamayan ve giderilemeyen sorun, malûmdur. Atatürk buna da öncülük etmiştir. “Türk ve İslam Türkiye Devleti, iki saadetin tecelli ve 6 tezahürüne kaynak olmakla dünyanın en bahtiyar bir devleti olacaktır.” (Nutuk, III, Vesikalar, 1251). Böyle bir insana siz nasıl dinsiz diyebilirsiniz? Bunlar sadece sözler, siyasi laflar mıydı? İktidar için mi kullanmıştı? Tenkit ettiği istismarı kendisi mi yapıyordu? Peki şunlara ne demeli:
– Diyanet İşleri Teşkilatını kurdu. Türk Milletinin ibadet, din eğitimi öğretimi hizmetlerini görmek için bir kurumdu. Eski Şeyhü’l-İslamlığın Cumhuriyete uygunlaştırılmış modern bir devamı oldu.
– İlahiyat eğitim-öğretimini Darü’l-Fünûna (üniversiteye) bağlı İlahiyat Fakültesi olarak devam ettirdi.
– Türkçe tefsir yazdırttı.
– Camilerde bir yıl Buharinin sahih eserini (hadis) okutturdu. Hangi dinsiz, ateist din ile böyle ilgilenir ve dini, sosyal hayata dahil kılar?
Körün değneğini bellediği gibi belleyip tekrar edilen bir konu var: Ezan Türkçe okundu. Evet. Peki ezan ve maksadı kaldırılmış mı oldu? Dine ne zararı oldu? Dinî hayatı geriletti mi? Sonra (1950), eski haline geldikten sonra, dinî hayat çok mu zenginleşti? Ezan arapça okununca, Kur’anı, İslamı anlamak, İslamın aslını ihya etmek arttı mı? Bugün cami sayısı da, dolayısıyla ezan sayısı da çok arttı. Fakat müslümanlığın, ahlakın, İslam ilkelerinin ne duruma düşürüldüğüne bakın. İslamdan soğutulup, camilerin yavaş yavaş boşalır hale gelmesini görün. Türkçe okunduğu zamanlarda da, aslına dönüldüğü zamanda da, eksiklik, bozukluk ve kayıpların sebeplerini, Türkçe ezana mı bağlamalıyız, başka yerlerde mi aramalıyız? Ne olduğu, neyi ifade ettiği anlaşıldıktan sonra, ezanın ilk günkü orijinal şekliyle okunması, tercih edilebilir. Bunu kabul edebilirim. Fakat konuyu katı, esnemez hale getirmenin anlamı yoktur. Ama iki taraflı da böyledir. Aslını icra etmenin evrenselliği ifade ettiğini söyleyebileceğimiz kadar, her milletin kendi dilinde ifadesinin de evrenselliği yine yerine getirmiş olacağımızı da söyleyebiliriz. İslam bir arap kültürü değildir. Anlam öncedir ve bu anlam evrenseldir. Ezan Türkçe okundu, evet. Yaşım icabı, o dönemin son zamanlarına yetiştiğim, hem de en mutaassıp bölgelerden birinde yaşamış olduğum için, şahidim ki, dinî hayatta bu sebepten dolayı bir gerileme olmadı. İstisnai taassup tepkileri dışında tepki de olmadı. Sonradan siyasi istismar işin içine girince işler değişti.
Genel ufuk daralması her zaman yaşanmıştır. Cumhuriyet döneminde de din ile ilgili sapmalar ve dine uymayan bazı katılıklar devam etmiştir. 14 asırlık birikim ve alışkanlıktır bu. Herşeyi kutsal kavramına hapsedip, anlamaya ve dinin ufkuna yaklaşmayan ve yakışmayan şeyler devam ediyordu. Düşünme ve anlamanın adeta imana aykırı olduğu, kutsalı bozabileceği farzediliyordu. Böyle olunca da, “siz ne kadar az düşünüyorsunuz” (Mü’min, 58); “O, aklını kullanmayanları murdar (pis, inkârcı) kılar” (Yûnus, 100); “Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin” (Hadis) bir tarafta kalıyordu. Kur’an başta olmak üzere dindeki herşeyin anlaşılması istendiği halde buraya hiç yanaşılmamıştır. Bir insan din dahil, herhangi bir konuyu, ancak kendi dilinde anlayabilirdi. İslam buna asla engel değildir. İşte bu ortamda Atatürk şöyle diyordu: “Efendiler! Camilerin mukaddes mimberleri, halkın ruhanî, ahlakî, gıdalarına, en yüce, en feyizli kaynaklardır. Halkın anlayacağı dille ruh ve dimağa hitap olunmakla, müslümanın vücudu canlanır, dimağı saflanır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur” (Kâzım Öztürk, Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, II, 745, 746). Bu mu dinsiz bir adamdı?
Kur’an ne diyordu: “Eğer onu (Kur’an’ı) yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki, Arab’a yabancı dilden bir Kur’an olur mu?..” (Fussılet, 44). Bilmediğiniz bir dilde neyi nasıl okuyacak, dinleyecek, nasıl düşenecek, nasıl anlayacaksınız? Bir fert, rüyasını bile kendi dilinde görür, rüyasında bile kendi dilinde konuşur. “Anlamak ve kendimiz olmak”, bu İslama uymayan bir şey midir? Yoksa İslamın istediği bir şey midir? Din eğer insan üretimi bir kült,1 bir mitoloji değil de ilahi ve evrensel bir din ise, bir tevhid dini ise, onun her dilde terennüm edilebilmesi gerekir. İman, kimliğin üzerine yerleşir. İslam buna muktedirdir ve buna ihtiyaç da vardır. Tek bir dil ve kültüre, tek bir kavme mahsus ise, veya öyle kılınırsa, o zaman evrenselliği ortadan kalkar. Başkalarınca ancak şuursuz tekrar edilen bir kült haline ve merak uyandıran ve heyecan veren bir mitoloji haline gelir ve gelmiştir. İslam böyle bir din değildir. Arabın malı ve kültürü olamaz. Araba da hitap eder, onun aracılığı ile bir başkasına da.
İşte Atatürk ve yeni devlet tam da bu nokta üzerinde odaklanmıştır. Din ezberlenen, anlamadan tekrarlanan, sadece kutsala sığınılıp kilitlenmiş bir din olmaktan çıkarılmalıydı. İslamın hedefi iyi anlaşılmalıydı. Bu hedefe, meselâ araplaştırmak konamazdı. Emevî bunu yapmıştı. Onu Hz. Peygamber’in bıraktığı yerde durdurmuş, saltanatlı, cahiliye döneminin birçok uygulamasına geri dönen, siyasi bir din haline getirmişti. Zamanla buna hurafeler, 1 Kült; tekrarlanan bir figür, ruhu çekilmiş sözde manevî bir takıntı, anlamadan tekrarlanan bir bağlılık. 8 otorite sayılanları putlaştırmalar eklenmişti. Müslümanın bilmediğini öğrendiği, ilminden istifade ettiği değil de, iradesini teslim ettiği, kendi yerine düşünen şahıslar (şeyhler) sisteme girmiş, işin rengi iyice değişmişti. Öğrenci veya mensup yerine mürid, okul ve cami yerine tekke, âlim yerine şeyh yaygınlaşmıştı. Bunlar İslamın onaylanmadıklarıydı. Atatürk ne diyordu: “Her fert dinini diyanetini öğrenmek, imanını güçlendirmek için bir yere muhtaçtır. O da mekteptir. Dinimizin hakiki felsefesini inceleyecek hakiki alimleri yetiştirecek yüksek müesseselere malik olmalıyız” (Atatürk’ün Söylevi ve Demeçleri, II, 90). Bunları bir dinsiz, ateist söyler mi? Hangi ateist, deist veya din karşıtı şahıs, o toplum için, insanlık için, dinî anlamda ilgilenir? Böyle değil de şöyle olmalı demez. Çünkü ona göre din yanlış bir düzendir ve onu ilgilendirmemektedir. Aksine, yanlışlıkları, bilgisizlikleri fırsat bilip aleyhte kullanmak istemektedirler. Bu tip insanlar, bizim teşhisimizle değil, kendi ifade ve itiraflarıyla, yaptıklarıyla ortadadırlar.
Söylediklerimizin çoğunu kabul edip, ama yine de Atatürk karşıtlığı yapan tipler de var. Onların iddiasını da biliyoruz. Derler ki, biri asker olan Mustafa Kemal, biri yönetici olan Atatürk olarak değişmiş iki şahsiyet var. Birincisi din ile kavgalı değildi, ikincisi dine karşıydı. Dine aykırı şeyler söyledi v.s. Bazı uydurma ve saptırma iddialara, yalan ve saçmalıklar da eklenmiştir. Onun sabetaycı olduğu, Hz. Peygamber’in bir hıristiyan papazdan hıristiyanlığı öğrenip, sonra kendisinin bir din ihdas ettiğine inandığı gibi ipe sapa gelmez şeyler.
Yahudilerin, siyonistlerin, masonların bazı ilim adamı devlet adamı, önder ve nüfûzlu kişileri, olmadıkları halde kendilerinden gösterdikleri, delilleriyle sabittir. İşlerine gelenler veya bunlara kanan avanaklar da ne yazık ki az değildir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, bizim savunmamıza ihtiyacı yoktur. Herşey açık ve ortadadır. Ancak hakkın teslimi namus borcudur, vicdan borcudur. Bugün çok daha iyi anladığımız, “dini, siyaset ve günlük menfaat ve ihtirasların tecelli ettiği sahne olan siyasetlerden bir an evvel kurtarmak, milletin dinî ve uhrevî mutluluğu için bir zarurettir” (İ. Ilgaz, Atatürk, Din ve Laiklik, 154) diyen bir insana düşmanlık etmek, ancak ve ancak, dış ve iç yıkıcı projelere uşaklık etmekten ibaret kalır.
Kaynak: Yeniçağ