Öğretmenler çaresiz Öğretmenler çaresiz
Değerli kardeşim,

Kitabı, kendimizi, toplumu, dünyayı doğru okumak ve iyi anlamak durumundayız. Aslında, bilimin, eğitim ve öğretimin amacı, sebep sonuç ilişkilerinin ne olduğu üzerinden anlayışın artması, kavrayışın güçlenmesidir. Kendimizi ve dışımızdaki fiziki ve sosyal dünyayı, etrafımızda olan bitenleri, başkalarının görüş ve düşüncelerini anlayabilme yeteneğimiz ölçüsünde hakikate ya da gerçeğe yakın durmuş, saygı göstermiş oluruz. 

Bu bağlamda aydınların, ülke ve millet meseleleri üzerinde yazıp çizenlerin, konuşanların sorumluluğu, gerçeklerin ne olduğunu ortaya koymak, gerçeğin sözcüsü olmaktır. Ama, bu sorumluluğun, aklımız, mantığımız, muhakememizin yeterliliği ölçüsünde yerine getirilebileceği hususu da açıktır.

Burada, bu platformda düşüncelerini paylaşan bütün arkadaşların, sadece burada ele alınan başlıklarla ilgili değil, hayat yolunda ya da yolculuğunda karşısına çıkan bütün konularda, “hakikate yakın olmak, hakikatin yanında durmak” gibi derin ve samimi bir isteğin içinde olmadığını kim iddia edebilir? Hattâ, burada olmayan ama sağda solda, herhangi bir kimlik/aidiyet altında, herhangi bir konuda yine doğru bildiği/zannettiği düşünce ve kanaatlerini dile getiren başka insanlarımız da bu hükmün dışında değildir.

Ama, değerli kardeşim, doğruya ya da hakikate ulaşmak zordur; yol, tuzaklarla, tehlikelerle doludur: Kendi psikolojimiz, eğitim durumumuz; bildiklerimiz veya bilmediklerimiz gibi sosyal, kültürel, politik yani konjonktürel gündemler dahil sosyolojik ortam da “hakikate yakın durma”nın engelleri olarak karşımıza çıkabilir.

 Bildiklerimizin, inandıklarımızın dolayısıyla düşünce, fikir ve değerlendirmelerimizin çoğu, tevarüs ettiğimiz, şartlanma yoluyla öğrendiğimiz, farkında olmadan çevremize uyum sağlarken edindiğimiz şeyler...

 Hangimiz müslümanlığı, milliyetçiliği, sağcılığı solculuğu, siyasi tercihlerimizi bilinçli olarak, kıyas yaparak, ölçerek biçerek seçtik? Türklük dersen zaten doğuştan. Hepsi hayatın akışı içinde çoğu kere sürüklendiğimiz kıyılar, köşeler yani aidiyet veya kimlikler...

Herkes kendi hikâyesine baksın! Nerede, ne zaman doğdu, çocukluğu, gençliği nasıl geçti? Dini hayat, ekonomik şartlar, aile çevresi… Anne ve baba, yahut köy, mahalle, şehir meselâ hangi siyasi görüşe yakındı acaba? Hangi okulları bitirdi, hangi kitapları okudu?

Hocaları, abileri, arkadaşları? “Doğru/hakikat” diye bildiğimiz şeylerin çoğunun, aile, okul, arkadaş grubu, medya çevresinden, dini, ideolojik ve politik eğilim ve özelliklerimizden kaynaklandığını yani kolay yoldan elde edildiklerini, bunların doğru olabileceği gibi yanlış ta olabileceğini, dolayısıyla, “hakikate kestirmeden değil, uzun yoldan gidilebileceği”ni de bilmek ve kabul etmek gerekir! 

Bu durumda, doğru bakış açısı ve doğru yol, özeleştiri ve “empati” kapısını herhalde hiç kapatmamak, bizden farklı düşünenleri de anlamaya çalışarak “kuşatıcı bir dile” sahip olmaktır.

İyi kötü, doğru yanlış, siyah beyaz yaklaşımı, “kesin inançlılık” veya “yobazlık” göstergesine dönüştürülmemelidir. 

Hakikat bir derece meselesidir ve “oralarda bir yerde”dir. Benimsediğimiz veya reddettiğimiz hiçbir şey zannedildiği kadar iyi veya kötü değildir! Kim, hangi konuda haddi aşıyor ve dedikleri konusunda ısrar ediyorsa, çok rahatlıkla, “ Yok, o kadar değil!” diyebilirsiniz.

Bazı önemli kavram ve konular üzerinden sürdürülen aktüel tartışmaların ve tartışma sebebi olan farklılıklar üzerinden, bu farklılıklara dayanarak yapılan övgü ve suçlamaların, maalesef çoğunun içinin boş olduğunu söylemek isterim. Farklı görüş ve değerlendirmelerin bizleri, birbirimizi ötekileştirmek, insanlarımızı kutuplaştırmak için kullanılması öncelikle koyu bir cehâlet, sonra da istismar, gaflet ve dalâlettir. Ama, yine de bu istismar ve derin gaflet kolayca “ihanet” ithamına dayanak yapılmamalıdır! 

Bana söyler misiniz, her adımda, ilk yol ayrımında “ihanet” suçlamasının, dünyada bu kadar çok yapıldığı, haini bu kadar çok olan başka bir millet ve başka bir ülke var mıdır acaba? Lâfı dolandırmadan söyleyim; bunun adı çılgınlık, en hafif deyimle, birey ve toplum olarak “az gelişmişlik”tir!

Tarih, devlet, milliyet, beka, siyaset, demokrasi, din, ümmet, millet, eğitim, ekonomi, adalet, hukuk, kalkınma, refah, geleceğe hazırlanma... gibi konularda konuşmak için, çok şey bilmek, epey düşünmek, birkaç kere yutkunmak lâzım değil mi? 

Bu konuların en az ikiyüz yıldır herkesin dilinde olduğunu ve hâlâ konuşulmaya, hem de yüksek sesle konuşulmaya devam edildiğini ve geldiğimiz noktanın ya da mevcut durumun can sıkıcı olduğunu görmüyor muyuz?

Yoksa, bu müzmin tartışma ortamının varlığı, tarihsel, toplumsal beceriksizliğimiz, yetersizliğimizin bir “karine”si gibi mi anlaşılmalıdır? Benim gönlüm böyle bir hükme razı değildir, böyle bir düşünce doğru da değildir, ama hakikate/ doğruya yakın durmak ya da aklımızı ve vicdanımızı rahatlatmak ta kendimize saygının gereğidir.

*Bütüncül Yaklaşımın Gerekliliği*

Milletimize nefes aldırmak, ülkemizi güçlendirmek, “Ergenekon’dan çıkış”, “mazlum milletlere hâmi”, “islam dünyasına öncülük”, “emperyalistlerin oyununu bozmak” için bilgiye, bilime, insanlığın bilgi birikimine saygı duymak gerekir: Az bilenler çok şey bildiğini zannederek daha çok konuşurlar! Daha doğrusu, bilmediğini bilmez. Bu sebeple, bir insanın bilgisi, ilmi arttıkça irfanı da artar, yani itidali, tevâzuu ve hoşgörüsü ...Aslanın vücudu yediği hayvanlardan oluşur! 

“Cahil cesareti” veya “kifayetsiz muhteris” sözlerini duymuşsunuzdur! 

Lütfen, Google’a Dunning -Kruger Sendromu yazın ve karşınıza çıkan sayfaları okuyun, ne demek istediğimi göreceksiniz. Milgram Deneyleri diye iki kelime yazın ve yine karşınıza çıkanları okuyun ve dinleyin. “Milli ve yerli” olmak, sosyal ve pozitif bilimleri hazmetmekten, temel bilimsel verilere itibar etmekten, evrenseli, uluslararası standartları yakalamaktan geçecektir.

En tehlikeli ve yaygın “hastalık”, bilgisiz fikir, görüş veya kanaat sahibi olmaktır. 

Sağlıklı düşünmek, hakikate yakın veya  gerçeklerle barışık olmak için, yeterli bir “genel kültür”e illâ ki ihtiyaç vardır. Haddimizi bilmekten, tarafsız ve hakşinas olmaktan bahsediyorum. Ne bildiğimizin, neleri bilmediğimizin farkında olmaktan söz ediyorum. Yeterince bilgili olmaktan, mantık, muhakeme, eleştiri gücü ve estetikten bahsediyorum. 

Genel kültür, parçayı ve bütünü birlikte görebilmek açısından, ağacı ve ormanı birlikte fark etmek açısından çok önemli.

Sosyal, kültürel, siyasal konularda konuşanlarımızın, güvenilir nitelikte, ne kadar felsefe, tarih, coğrafya, dil, iktisat, sosyoloji, sosyal psikoloji, kamu yönetimi, hukuk... bildiğini hep merak ederim. Genel kültür, ne kaba ansiklopedik bilgi, ne de sosyal medya paylaşımlarına dayanan malûmatfüruşluktur. 

Farklı ideolojik veya politik kulvarlardaki aydınların ortak paydası ya da benzer oldukları nokta, dediğim manada, “genel kültür” eksikliğidir. Bu yüzdendir ki, farklı ideolojik veya politik gruplardaki aydınlarımız, fena halde zıt ikiz kardeş gibi birbirlerine benzemektedirler!

İhtisas bilgisi, başka konularda “ahkam kesme”nin sebebi, yalancı, yanlış bir özgüvenin gerekçesi olmamalıdır. İhtisası/teknik bilgiyi ve genel kültürü birbirine zıt şeyler olarak görmemek gerekir. Üniversite mezunu, meslek sahibi de olsa, bir kişi yine de câhil kalabilir; aydın problemimizin temelinde de bu olgu yatmaktadır. 

“Bilgili ama cahil” demek istemiyorum ama bu, inanın mümkün: Bir konuda belirli seviyede bilgi sahibi olan, bunun eğitimini almış bir insan esasen bilmediği başka konularda iddialı olabiliyorsa, yetersiz bir aydından söz edebiliriz. 

Bir hukukçu, bir mühendis ihtisasın tuzağına düşebilir ve bütün olanı biteni kendi durduğu yerden anlamlandırmaya çalışabilir; “elinde çekiç olan birisi, önüne gelen her şeyi çakılacak çivi gibi görebilir.” Anlayış seviyesi düşük, nefis muhasebesi veya özeleştiri ahlâkı yoksa, “Bir kişi görmek istediğini görür, duymak istediğini duyar!” Bu sözün üzerinde durmak, anlamak, anlamaya çalışmak gerekir! Oldu olacak, malûm yerden, bir de “apofeni” kelimesini tıklatın! 

Bir şeyi, doğru dürüst bilip anlayabilmek için “başka şeyler”in de bilinmesi gerektiği çoktandır, neredeyse “hakikate yakın olma”nın “olmazsa olmazı” gibi kabul edilmektedir.

Son birkaç on yıldır, sistemik/sistematik bakış açısı ya da “disiplinlerarası yaklaşım” gerçeğe/doğruya/hakikate ulaşmanın ya da yaklaşmanın genel kabul gören yöntemi/metodolojisi olmuştur. Böyle bir yaklaşım benimsenmediğinde, bırakınız siyaset ve yöneticilik gibi genel kültürün çok gerekli olduğu bir alanı, hukukçu, iktisatçı, doktor, mühendis, öğretmen de olunamaz.

Bütüncü yaklaşımdan uzak, “gerekli olduğu ölçüde başka şeylerin bilgisi”ne de yabancı bir kafadan, kendini aldatmanın, hamâsete sığınmak gibi eğilimlerin ötesinde, derde derman olacak, çözüme katkıda bulunacak fikirler de çıkmayacaktır. 

Demek istediğim, “devletçi”lere bakıp devleti, dindarlara bakıp dini, milliyetçilere bakıp milliyeti, Atatürkçü’lere bakıp Atatürk’ü, sosyal demokratlara bakıp sosyal demokrasiyi anlamak zordur, anlayamazsınız, böyle bir yöntem doğru da değildir: Hangi devlet, hangi din, hangi milliyet, hangi Atatürk ve hangi sosyal demokrasi demek için çok sebep vardır! İşin doğrusu, bütün bu aidiyet ve olguların bir hakikate işaret ettikleri, ama başka olguları veya başka gerçekleri dışladığı, reddettiği ölçüde de kendilerinin de eksik veya yanlış olduğudur.

*Özeleştiri Ya Da Yeniden Düşünmek*

Son 100 -150 yıllık toplumsal hikâyemiz sanki insanımızı ve husûsen aydınlarımızı hasta etmiş gibidir: İmparatorluğu kaybetmenin travmasını herhalde bir türlü üstümüzden atamadık ve hâlâ “bekâ” meselesi en önemli gündemimiz. 

Anadolu’yu bile kaybetme korkusunun ne kadarı gerçek ne kadarı üretilmiş veya “manipülatif”tir, Allah bilir! Ama, aydınlarımızın, aklı erenlerimizin, medyadaki yazıp çizenlerin, siyasetçilerimizin telâşına, söylemine bakılırsa, iç ve dış düşmanlara karşı sabah akşam nöbet tutmak zorundayız gibi bir algı , bütün memleketi kaplamış gibidir! Bilim, sanat, ekonomi, tarım, sanayi, eğitim, adalet bu şartlarda teferruat gibidir. 

Öyle ya, evimiz yanarken, tarlayı sürmeye, laboratuvarda çalışmaya, kitap okumaya, tefekkür etmeye, hattâ karnımızı doyurmaya vakit yoktur; ülkenin ayakta durabilmesi bir tarafa, bütün bunlar bir tarafa... 

Dostlar, ister inanın, ister inanmayın, böyle bir hâleti rûhiye, sağlık değil, şaşkınlık ya da hastalık alâmetidir.

Aydın, okumuş yazmış insanlarımız, siyasetçi, bürokrat, bilim insanları, kültür ve sanat insanları, bu ülkeye ve millete öncülük veya önderlik yapamadılar, göz kulak olamadılar, kanat olup uçuramadılar; çünkü yetersiz idiler, peşin hükümlü idiler, ifrat ve tefrit içinde idiler; kolayca genelleme yapıp hüküm veriyorlardı, vizyoner değillerdi. 

Yeni fikirler, görüşler, derde deva değerlendirmeler de icatlar gibidir. Her yerde, her insanda değil hak edilen durumlarda ve nadir bulunurlar.

Farklı, bazen de aykırı düşünenler, nitelikli olanlar da çoğunluk tarafından baskı altına alındı, sesleri kısıldı, duyulmadı, görülmediler. Bir kısmı hapishanelere atıldı, bazıları yurtdışına kaçtı, bazıları da küstürüldü; kendi yurdunda tabiri câiz ise ortama uyum sağladı yani kayboldu! “Kahtı ricâl” denilen şey bu olsa gerek.

Anlayışı kıt aydınların dünyasında beklenen sonuç, kutuplaşma, ötekileştirme, hamaset veya duygusallık dolu, içi boş tartışmalar yani yerinde saymak ya da “toplumsal patinaj”dır! Bu “patinaj” hâli, aynı zamanda, beka kaygısının ya da devleti/milleti kurtarma idealinin, nasıl olup ta “devleti ele geçirme “ isteğine, yani “rövanşizm” olgusuna da dönüştüğünün hikâyesi oluyor! 

Devlet gücünü kullanan bir iktidar, yapıp ettikleriyle, misilleme ya da intikam yemini etmiş gibi rövanşist yeni bir iktidarın sanki hazırlayıcısı olmakta.

Osmanlı, Cumhuriyet, tek partili, çok partili yıllar; 27 Mayıs’la başlayan ve kabaca her 10 yılda bir tekrarlanan darbelerden, ikide bir yaşadığımız ekonomik ve sosyal/siyasal krizlerden, bu kadar yaşanmışlıktan, yeterli dersi almış olmamız, çok şey öğrenmemiz gerekirdi. 

Dahası, hepsini bastıran Fetö kumpasları ve aynı çizgideki 15 Temmuz çılgınlığından/rezaletinden, sonra hâlâ, ilkeli, çağdaş bir siyasete, bağımsız ve tarafsız etkin kurumlara, liyâkatın esas olduğu bir kamu yönetimine, çoğulcu, katılımcı bir demokrasiye, kuvvetler ayrılığı temelli bir hukuk devletine, âdil rekabet esaslı, kurallı bir piyasa ekonomisine taraftar değilsek; bu ortak paydada buluşamadık, uzlaşamadık ise, bir an önce, başımızı iki elimizin arasına alıp, düşünmemiz gerekir.

Bu kadar iniş çıkıştan, bu kadar gecikmişlikten, nesiller boyu süren, bu kadar sükûtu hayâlden sonra hâlâ akıllanmadık mı? Yeni bir dünya kurabilmek için dünyayı tanımak, çağın, zamanın gerçekleriyle buluşmak, barışmak zorundayız. 

Kendimizi dünyanın ya da hayatın gerçeklerine kapatıp, “kafa konforu”na teslim olursak“, kaostan, karmaşadan kurtulamayız. “Komplo teorileri”ne, “peşin hüküm”lere, “kesin inançlı”lığa son vermenin zamanı çoktan geçti gidiyor! 

Gidecek yol uzun, yapacak çok iş, öğrenecek çok şey var.

Geleneksel ve modern medya mecrâlarının büyük bir kısmının “cehâlet” propagandası yaptığı bir ortamda bu platform, tevâzu, güvenilir ve yeterli bilgi kaynaklı fikir ve görüşler ve tartışmalar ile, inşaallah uzun soluklu olur, inşaallah iyimserlik ve idealizm üzerinden “hayra”, yani milletimize ve ülkemize hizmet eder.

Demokratik Değişim Hareketine başarılar diler, saygılar, sevgiler sunarım.

Prof.Dr. Nurettin KALDIRIMCI

Editör: TE Bilisim