GÜNCEL

Ulus-Devlet Karşıtı Cephe Güçleniyor

Son zamanlarda uygulamaya konulan politikaların, bölücü harekete meşruiyet sağladığını üzülerek görüyoruz.

Son zamanlarda uygulamaya konulan politikaların, bölücü harekete meşruiyet sağladığını üzülerek görüyoruz.

Bölücü terör örgütünü kuran odakların amacı, şiddet yoluyla, Türklükten ayrı bir Kürt kimliği oluşturmaktı. Maalesef, bu amaçlarına büyük ölçüde ulaştılar. Bundan sonra, terör yoluyla elde edebilecekleri bir kazanım yok. Bu nedenle, bölücü terör örgütünün “şanlı bir vedâ” ile tasfiye edilmesi gerekiyordu. Ne yazık ki, son dönemde uygulanan politikalar, terör örgütünü kuranlara bu imkânı sağladı.

Kürtçülük, 19. Yüzyılın ortalarından buyana küresel bir projedir. Bu projenin bundan sonraki safhası; siyâsî mücâdele yoluyla, Türkiye’de ulus-devlet yapısının iyice zayıflatılması, aynı zamanda da Suriye’nin kuzeyinde -Irak benzeri- özerk bir Kürt bölgesinin ihdas edilmesi olacaktır. İzan sâhibi herkes bunu görüyor.

Atatürk, çok doğru bir tespit ile, Cumhuriyetimizi ulus-devlet olarak yapılandırmıştır. Fakat, maatteessüf, ülkemizde, yalnızca muhafazakár kesim ve sol-sosyalist çevreler değil, milliyetçilerin çoğunluğunun da ulus-devlet bilincine sâhip olmadığını görüyoruz. “Kardeşlik söylemi” ile, önümüze konulan bu sorunun çözülebileceğine inanan çok insan var. Oysa ki, Devletimizin ulus-devlet niteliğinin en büyük dayanaklarından birisi olan Anayasa’nın 66. Maddesi “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” demek sûretiyle, bütün vatandaşların eşit hak ve yükümlülüklere sâhip olduğunu, hiç kimseye Türk olduğu ya da olmadığı için ayrıcalık/ayrımcılık yapılmayacağını, anayasal olarak güvenceye almaktadır. Fakat, “terörsüz Türkiye” denilerek uygulamaya konulan politika, Devlet yönetiminde etkin olan çevrelerin “ulus-devlet ilkesinden vazgeçilme” noktasına geldiği izlenimi uyandırmaktadır. Allah korusun, bu durum 1923 öncesine dönülmesine yol açacak bir sürece girilmesi demektir.

***

Türklük, başından buyana etnik bir kimlik değildir. Türk/Türklük mefhumlarının nasıl ortaya çıktığı konusunu şimdilik bir yana bırakalım; ulus-devlette, Türk, Rus, Fransız, Alman ilh… olmak, siyâsî bir kimliktir. Fransa Cumhûriyetinin bütün vatandaşları Fransız, Alman Federál Cumhûriyetinin bütün vatandaşları Alman, İtalya Cumhûriyetinin bütün vatandaşları İtalyan’dır. Vatandaşlardan bâzıları farklı etnik kimliklere sâhip olabilirler. Bu devletlerin vatandaşlarının Türk, Alman, İtalyan ya da Fransız sayılmaları, etnik kimliklerinin inkârı anlamına gelmez. Millet olmak, etnik köken, inanç vb. farklılıkları aşarak, ortak değerler ve idealler etrafında bütünleşerek, güçlü bir şekilde “bir arada yaşama irâdesini oluşturmayı” ifâde eder. Bu irâdenin, bu birlikteliğin oluşmasında, elbette bir kurucu unsurun varlığına ihtiyaç vardır. Türk Toplumunun kurucu unsuru, millet olma vetiresini diğer bütün toplumlardan önce gerçekleştirmiş olan ve Türk adını alan Turânî topluluktur. Nihál Atsız’ın doğru tespitiyle, Türkiye Devleti, Türk Milleti tarafından, bundan bin kûsur yıl önce, 1040 Dandanakan savaşıyla kurulmuş, o târihten bu yana, Türkler, Türkiye topraklarında hür ve müstakil yaşamak için ağır bedeller ödemişlerdir. Aynı zamanda, millet olma sorumluluğuna/olgunluğuna sâhip olmalarının bir sonucu olarak, şu ya da bu sebeple sonradan katılan toplulukları bünyelerine almaktan çekinmedikleri gibi, bunu Türk olmanın gereği saymışlardır. Zîrâ Türkler, târih boyunca, mazlumlara sâhip çıkmayı, zâlimlerin karşısında durmayı, yeryüzünde barış ve esenliğin sağlanmasını kendileri için ilâhî bir vazife addetmişlerdir.

Öteyandan, yaygın görüşlerden birisi, tek bir etnisitenin millet olamayacağı yönündedir. Zîrâ, bir toplumun “millet” vasfını kazanmasındaki en temel unsurlardan birisi olan “birlikte yaşama” irâdesinin gücünü belirleyen husus, kökeni ve inancı farklı olan toplulukları da kapsayacak şekilde, kapsayıcı-kuşatıcı ülkü, kural, ilke ve kurumların oluşturulması ve yüzlerce yıl süren uzun bir târih sürecinde, toplumun -güçlüklere birlikte göğüs gererek, sevinç ve hüzünleri birlikte yaşayarak- bu konudaki kararlılığını ispat etmesidir. Türk Milleti özelinde, bu konuda herhangi bir sorun olmadığı âşikárdır.

Özellikle muhafazakár kesimin önemli sorunlarından birisi, Osmanlı millet sistemini, modernleşme döneminde devâm ettirme imkânı olmadığının hâlâ anlaşılamamasıdır. Bu insanlar, maalesef, Osmanlı millet sisteminin ne olduğu konusunda yeterli bilgiye sâhip değildirler. Sözkonusu sistem, görünüşte Müslümanların, ama aslında Türklerin “efendi” olduğu, diğer unsurların ise, devletin sâhibi olan Türklerin koyduğu kurallara itaat etmek zorunda oldukları, Türklerin -devletin sâhibi olarak- Allah’ın kendilerine emâneti olarak kabûl ettikleri diğer unsurlara âdil davranmakta kendilerini yükümlü hissettikleri bir sistemdir. Osmanlı Türklerinin “Türklük şuuruna sâhip olmadığı” konusu bir şehir efsânesidir. Geçmişin, bugünün değer yargılarıyla yorumlanmaya çalışılması doğru değildir.

Osmanlı Türkleri, modernleşme döneminde, eski sistemi yürütme imkânının kalmadığını -haklı bir şekilde- gördüler ve Batılı toplumlardan da ileri bir anlayışla, din ve köken farklılıklarını ortadan kaldıran bir millet anlayışı (Osmanlılık) geliştirmeye çalıştılar. Ancak, bunda muvaffak olamadılar. Sebeplerini tartışmak, bu metnin sınırlarını aşar. Fakat, şu hususu belirtmekte yarar var; ulus-devlet bilinci henüz oluşmadığı için, eskiden kalma bir alışkanlıkla “millet nizamnâmeleri” oluşturdular; Ermeni Milleti Nizamnâmesi, Rum Milleti Nizamnâmesi, Yahudi Milleti Nizamnâmesi, Cebel-i Lübnan Vilâyet Nizamnamesi gibi… Hukuk sisteminde, inanç esaslı farklı uygulamalara giriştiler. Ki, bu hatâlı uygulamayı devâm ettirme arzusu, geçmişten ders almayan günümüz muhafazakárlarında da -eskiye özlem şeklinde- devâm ediyor.

Târih, muazzam bir mürebbiyedir. Ancak, târihin bu işlevini yerine getirebilmesi için, bütün önyargılarımızdan sıyrılarak, olayları ve olguları anlamaya çalışmak ve analiz etmek gerekir.

Batılı toplumlar, özellikle dînî sebeplerden ötürü yüzlerce yıl süren iç-dış çatışmalar yaşadıktan sonra, ulus-devlet bilincine ulaştılar ve ancak ondan sonra istikrarlı bir devlet-toplum yapısı kurabildiler. Ancak, Batı’nın önemli zaaflarından birisi, sömürgeci anlayıştan uzaklaşamamasıdır. Mesela, Fransa’da, Frank, Bask, Bröton, Korsika kökenlilerin, Katolik ve Protestanların parlamentoda, ordu, bürokrasi ve üniversitede ayrı kontenjanları yoktur. Fakat, Fransızlar, Lübnan’da, bunun tam aksini yaptılar. Hepsi Arapça konuşan ve aynı ırka mensup olan insanları Sünni Müslüman, Şii Müslüman, Ortodoks ve Katolik Hristiyan, Dürzî ve Mârûnî gibi gruplara böldüler. Bu grupların her birisine, parlamentoda, ordu ve bürokraside kontenjanlar tahsis ettiler. ABD, aynı sistemi Bosna ve Irak’ta uyguladı. Sonuçlarını görüyoruz. Bu parçalı yapılarda, grup menfaatleri millî menfaatlerin önüne geçtiği için, millet inşâı imkânsız hâle gelmektedir. Her grup, diğerlerine karşı, dışarıdan edindiği müttefikleriyle birlikte hareket etmeye eğilimlidir, bâzen de buna zorunlu kalır. Böylelikle, hiçbir konuda milli bir politika uygulanma imkânı kalmamaktadır.

Ulus-devletin ayırıcı özelliği, ki bizim bunu “millî devlet” olarak adlandırmamızda bir sakınca yoktur, vatandaşların kamusal hak ve yükümlülüklerinin, vatandaşlık esâsına bağlı olarak, adâlet ve hakkaniyet ölçülerinde belirlenmesidir. Bu sistemde, kişi, inancı ya da kökeni nedeniyle, ayrıcalık kazanamayacağı gibi, ayrımcılığa da mâruz bırakılmaz. Vatandaşlar, “mülkiyet, teşebbüs, seçme-seçilme hakkı, işyeri açma, vergi yükümlülüğü, askerlik, devlet memurluğuna alınma” gibi konularda, gerekli şartları taşımaları kaydıyla, kökenlerine ve inançlarına bakılmaksızın, hattâ bu hususlar sorgulanmaksızın, kanûnî haklarını kullanabilirler. Meselâ, Türkiye’de, “40 yaşını dolduran, yüksek öğrenim görmüş” her yurttaş, TBMM’nde grubu bulunan partilerden birisi tarafından aday gösterilmek kaydıyla, Cumhurbaşkanlığına aday olabilir. Yaş ve öğrenim şartını taşıyan vatandaşlar, 100 bin imza toplamak kaydıyla, bireysel olarak da Cumhurbaşkanı adayı olma hakkına sâhiptir. Benzer uygulamalar, ulus-devlet niteliğindeki bütün ülkelerde (Almanya, İtalya, Fransa vb.) geçerlidir. Fakat, bir Lübnan ya da Irak vatandaşı, benzer imkânlara sâhip değildir. Örneğin, Lübnan’da, Sünnî Müslüman olan bir vatandaş, bütün toplumun beğenisini kazanmış olsa dahi, Anayasa gereği, Cumhurbaşkanlığına aday olamaz. Zîrâ, bu ülkede, Cumhurbaşkanlığı makamı, Mârûnî topluluğuna tahsis edilmiştir. Cumhurbaşkanı olacak kişinin, bu topluluğa mensup olması gerekir. Başbakanlık, Meclis Başkanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Milletvekilliği, önemli bürokratik makamlar, devlet memurluğu gibi konularda da benzer kontenjanlar sözkonusudur. Dolayısıyla, bir göreve gelmek için, ilk bakılan husus, o görevin gerektirdiği ehliyete sâhip olmak değildir, ilgili şahsın öncelikle o makamın/görevin tahsis edildiği toplum kesiminin üyesi olması gerekir. Kamu kaynaklarının iller/bölgeler arasındaki dağılımından tutun da, vatandaşların ülke içinde seyahat ve ikamet düzenlemelerine kadar, hemen her konuda -bâzen fiîlen, bâzen de kanunen- muhatap olacağınız ilk soru, “siz kimsiniz, hangi etnik ya da inanç gurubuna mensupsunuz” sorusu olmaktadır. Ulus-devlet özelliği olmayan bütün ülkelerde uygulama bu şekildedir. Bu nedenle de, sözkonusu ülkelerde, farklı statülere sâhip toplum kesimleri arasında sürekli bir itişme-didişme, sürekli bir çatışma hâli sözkonusudur. Kamu kaynaklarının, ülke için en verimli şekilde kullanılabilmesi imkânı yoktur.

Ülkemizdeki uygulama, ulus-devlet sistemine emsâl teşkil edecek şekildedir. Misál, Marmara Bölgesindeki illerimiz, millî gelirin yarısından fazlasını ürettikleri hâlde, millî gelirden aldıkları pay % 10 civarındadır. Buna mukâbil, millî gelire katkısı ihmál edilebilir düzeyde olan pek çok ilimiz, kamu harcamaları yoluyla, millî gelirden -yaptığı katkının onlarca misli tutarında- pay almaktadır. Bunu sağlayan, ulus-devlet sistemidir. Aksi takdirde, pek çok ilimizde, o bölgeden tahsil edilen kamu gelirleriyle, il bünyesinde görev yapan kamu görevlilerinin maaşlarının dahi ödenmesi kabil değildir.

Özetlemek gerekirse, ulus-devlet, nimetin de külfetin de vatandaşlar tarafından hakkaniyet ölçülerinde paylaşıldığı, soyu-sopu ya da inancı nedeniyle hiçbir vatandaşın ayrımcılığa mâruz bırakılmadığı ya da ayrıcalık kazanmadığı bir sistemi ifâde eder.

Türkiye’de, bölücü kesimin ve onlara açık ya da örtülü destek veren diğer kesimlerden insanların ulus-devleti eleştirmek amacıyla sıklıkla dile getirdikleri hususlardan birisi, “anadil” konusudur. Öncelikle, şu hususun altını çizmek gerekir; milletin tek dili olur. Milleti oluşturan unsurların, eğer varsa, yerel dillerini ve kültürlerini öğrenme ve yaşama hakkına elbette saygı gösterilmelidir. Ancak, bu çabaların, devletin egemenliğini tehdit eden ve farklı kimlikler oluşturmayı, millî kimliğin tahrip edilmesini amaçlayan girişimlere dönüşmesine izin verilmesi düşünülemez. Bu konuda, hemen her devletin uygulaması farklıdır. ABD ve Fransa gibi ülkelerde, bâzı etnik topluluklara, seçmeli olarak, devlet okullarında belirli saatlerde, yerel dillerini öğrenme imkânı tanınmakla birlikte, bu uygulamanın asıl amacı, yerel toplulukları birbirinden tamâmiyle ayırmak ve onları millî dili konuşmaya icbar etmektir. Meselâ, ABD ve Kanada’da, onlarca farklı Kızılderili kabilesi yaşamaktadır. Bu kabilelere mensup öğrencilere, kendi bölgelerindeki okullarda tek bir Kızılderili lisanı değil, -her lehçenin ifâde kudreti kısıtlı farklı bir dil hâline getirilmesi sonucunda- farklılaştırılmış lisanlar öğretilmektedir. Böylelikle, bir Kızılderili bilinci oluşmasının önüne geçilmektedir[i]. Benzer bir uygulamayı -Sovyetler Birliği döneminde- Rusların Türkistan’da uyguladıkları bilinmektedir. Buna karşılık, Türkiye’deki ayrılıkçı hareketleri destekleyen ülkelerin, ülkelerinde açtıkları enstitüler yoluyla standart bir Kürtçe oluşturmaya çalışmalarını “iyi niyetli bir çaba” olarak değerlendirmek kabil değildir.

 

Ruanda Örneği

Türk Toplumu, Lübnan, Bosna, Irak, Sûriye gibi ülkelerle târihî-kültürel bağları olduğundan, bu ülkelerde yaşananlara karşı daha ilgilidir, ancak ulus-devlet yapımızı tahrip etmeyi amaçlayan girişimlerin arka plánı konusunda ne ölçüde bilgili olduğu tartışılabilir. Batılı ülkelerce mütemâdiyen tatlı-sert yöntemlerle yapılan “ulus-devletin tasfiyesi sonucunu doğurabilecek” nitelikteki önerilerin gerçek amacının ve yıkıcı sonuçlarının anlaşılabilmesi için, Türk Toplumuna Ruanda örneğinin özellikle hatırlatılmasında yarar görüyoruz.

Küçük bir Orta Afrika ülkesi olan Ruanda, Batılı Sömürgeciler ülkeye gelinceye kadar, dînî ve etnik yönden hiçbir sorunu olmayan bir ülke idi. Toplumun bir kesimi çiftçilik yaparken, daha küçük bir bölümü de hayvancılık ile geçimini sağlıyordu. Bu kesimler arasında köken, inanç ve kültür bakımından bâriz bir farklılık yoktu. Aynı dili, inancı ve kültürü paylaşıyorlardı. Halkın tamamına yakını Hristiyan idi. Yarısından biraz fazlası Katolik mezhebine mensuptu, Protestanların oranı % 40 civarında idi. Toplum kesimleri arasında geçişkenlik vardı, ayrımcılık sözkonusu değildi.

Ruanda, 1850 sonrasında başlayan sömürgecilik döneminde, önce Almanya’nın, 1. Dünya Savaşı sonrasında da Belçika’nın yönetiminde kaldı. Belçika, toplumun kolay yönetilmesini sağlamak için, Ruanda halkını bölmeye karar verdi. Bir takım kıstaslar belirlendi ve halk Tutsi (sığır sâhipleri) ve Hutu (çiftçiler) olarak iki gruba ayrıldı. En az 10 ineği olan, uzun boylu ve fiziksel olarak daha gösterişli insanlar Tutsi, diğerleri ise Hutu sayıldı. Tutsiler, sömürge yönetiminin temsilcileri olarak, yönetim kademelerinde görevlendirildiler.

Belçikalılar, her gruba ayrı bir etnik kimlik kartı verdiler. Böylelikle, gruplar arasında geçişkenlik ortadan kalktı. Bu ayrışma, zaman içinde keskinleşti.

1950’li yıllarda başlayan bağımsızlık mücâdelesinde Hutu’lar öne çıkmaya başladılar. 1962 yılında ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra, sömürge yönetiminin uşakları olarak görülen Tutsilere karşı oluşan öfke, zamanla nefrete, 1990’lı yılların ilk yarısında başlayan şiddet ortamı ise, 1994 yılında, târihin en korkunç soykırımlarından birisine dönüştü. Takriben ülke nüfusunun % 10’unu oluşturan 800 bine yakın insan -çoğu vahşi yöntemlerle- katledildi[ii].

***

Ruanda, Bosna, Lübnan, Irak (ve, şimdi de Sûriye) örnekleri, sömürgeci geçmişlerinden kurtulamayan Batılı ülkelerin, eşit vatandaşlığa ve refah paylaşımına dayanan ulus-devlet sistemini yaşatma konusunda kendi ülkelerinde -bâzen tasavvur sınırlarını aşacak ve hattâ hukuk dışına çıkan yöntemler de kullanmak sûretiyle- kararlılık gösterirken, etki altına almaya çalıştıkları ülkelerin bütünlüğünü bozmak amacıyla, ulus-devlet oluşumunu engelleyen “parçalı” toplum-devlet yapılarının kurulmasını ve toplumsal çatışmaların süreğen hâle gelmesini sağlamak için ne kadar acımasız yöntemler uygulayabildiklerini ortaya koyması bakımından son derece önemlidir.

Başlangıç târihi -sembolik olarak- 1648 târihli Vestfalya Antlaşmasına dayandırılan ulus-devlet sisteminin Batılı ülkelerdeki uygulamaları konusunda elbette eleştirilecek yönler olmakla birlikte, tıpkı demokrasi konusunda olduğu gibi, daha iyisi bulununcaya kadar, eşit vatandaşlık ve huzurlu bir toplum yapısının kurulması ve yaşatılması bakımından, en iyi devlet sisteminin bu olduğuna şüphe bulunmamaktadır.

Üstelik, Atatürk Türkiye’si, kültürümüzün “çokluk içinde birlik inşâ etme” tecrübesinden de yararlanarak, Bâtılı ülkelerdeki uygulamalarına nispetle daha kapsayıcı ve kültürü oluşturan renklere kendini ifâde etme konusunda daha geniş bir özgürlük alanı sağlayan mûnis bir ulus-devlet uygulaması oluşturmayı başarmıştır. Uygulamada, iç-dış etkenlerin zorlayıcılığı (terör, dış tahrikler vb.), uygulamacıların hatâlı tutumları, konjonktürel etkenler (askerî darbe dönemleri vb.) gibi sâiklerden kaynaklanan bir takım sorunların yaşandığı bir vakıa olmakla birlikte, bunlar iyi niyetli girişimlerle halledilemeyecek sorunlar değildir.

Türkiye’nin tâlihsizliği, Atatürk’ü, O büyük insanın milletleşme, modernleşme, lâiklik, ulus-devlet vb. konularda yapmaya çalıştıklarını hakkıyla idrak edebilecek nitelikte bir entelektüel kadroya sâhip olamamasıdır.

Ulus-devlet konusundaki bilinç eksikliği ne yazık ki devâm ediyor. Bir mucize olmazsa, “Lübnanlaşma” yolunda hızla ilerliyoruz.

Türkiye, ulus-devlet niteliğini kaybettiği takdirde, tam bir Ortadoğu ülkesi olur. Bunun ne anlama geldiğini bilmeyenler, Lübnan, Irak, Bosna, Ruanda vb. ülkelerde yaşananları araştırabilir. Temelsiz önyargıları sebebiyle ulus-devlet karşıtlığını mârifet zanneden insanların, şu soruyu kendilerine sormalarını öneriyorum; Batılı gelişmiş ülkeler, özellikle Batılı olmayan muhataplarına, demokratikleşme, çok kültürlülük vb. kavramları kullanmak sûretiyle, parçalı/çok hukuklu/farklı kimliklere dayanan bir toplum-devlet yapısı kurmalarını önerirken, neden kendileri ulus-devlet sistemini korumak ve yaşatmak konusunda son derece hassas ve kararlı davranıyorlar?

Ulus-devlet yoksa, hukukun üstünlüğü ilkesine dayanan demokratik bir nizam tesis edilmesi, kamu kaynaklarının etkili ve verimli kullanılması, görev ve sorumlulukların belirlenmesinde liyâkatin esas alınması, toplumsal refahın vatandaşlar ve toplum kesimleri arasında âdilâne paylaşılması kabil değildir.

Dilerim, sevgili ülkemiz, Cumhûriyetin kurucu esaslarının önemini, onları kaybettikten sonra anlamak zorunda kalmaz.

Cumhûriyetin kuruluş esaslarına sâhip çıkmak, her Türk için birincil görevdir.

Mustafa TEZEL

Kaynak: www.kirmizilar.com