Yıllar önce uluslararası ilişkiler bölümünü birincilikle bitirmiş Türk kökenli Makedonya vatandaşı olan bir öğrencim bana en büyük hayalinin ileride Türkiye'de siyasete girmek olduğunu söylemişti. Ben de gülümseyerek "Yahu adamlar Trakyalıları bile yönetime sokmuyorlar, sen ki bir Makedonyalı Türksün senin hiç şansın yok" demiştim. Son kabine bir kez daha bana bu sohbeti anımsattı. Türkiye'de Alevilere ve Kürtlere yapılan ayrımcılıklar üzerine bolca tartışma ve akademik çalışma var. Ama aslında bu denli dikkat çekmeyen başka bir ayrımcılık örneği de Marmaraegeakdeniz sakinlerine uygulanmakta. Bürokrasinin ve siyasal yaşamın üst makamları adeta bu insanlara kapalı. Valililikler, müdürlükler, emniyet ve benzer kurumlar... Makedon-Türk öğrencime şöyle demiştim "Şimdi eline bir pergel al, ve iğnenin ucunu Türkiye haritasında Malatya- Elazığ arasında rastgele batır, sonra da bir eliptik çiz: işte Türkiye'yi yönetenlerin, politik önderlerin, orta/yüksek bürokrasinin sınırları burası. Bu sınırların dışında kalanların vazifesi çalışıp vergi ödemek temsiliyetten hak ettiği payı alamamak".

Son kabine de beni şaşırtmadı ve yukarıdaki eliptik hattın dışına 'ayıp olmasın diye Turizm Bakanlığı'nın Antalyalı hükümet adamında kalması dışında Marmaraegeakdeniz insanları (ki onları populus maris veya maris populi olarak da anabiliriz) yine temsiliyet meselesinde avuçlarını yaladılar (sadece tek bir orta Anadolu ili kabineye tek başına dört bakan verdi). Halbuki bu insanlar (maris populi) Türkiye nüfusunun yarısından fazlasını temsil ettikleri gibi, ödenen vergiler, yaratılan katma değerler, ülkeye getirilen döviz ve limanlar yoluyla yapılan ihracat vb kalemler ya da Trakya'nın Ege'nin tarımı düşünüldüğünde memleketi zinde tutan kütle. Buna karşın ne siyasette ne de bürokraside yok gibiler. Kim bu insanlar? Rumeli-Girit göçmenleri, Lozan mübadilleri, 'Tito artıkları'  (ki bana göre bu söz ağızdan kaçırılmış bir gaf değildi), Ege-Toroslar hattı Türkmenleri, Manavlar, Marmara'dan Akdeniz'e uzanan hat boyunca yoğunlaşmış insanların büyük bölümü; muhalif de olsalar, hükümet partisini de destekleseler bürokrasi ve siyasette temsil edilmiyorlar.

Belki de yanılıyorumdur. Okurlar bana itiraz edip son 20 yılda bakanlıklarda, valiliklerde, emniyet müdürlüklerinde vb benim sandığımın aksine Lüleburgazlıların, Ayvalıklıların, Milaslıların, Ezinelilerin vb ne kadar baskın olduklarına dair kanıtlar sunup dediklerimi çürütebilirler. Bir aralar Meriç Nehri'ni gece vakti geçip Bulgaristan'dan kaçıp gelmiş bir Sağlık Bakanı vardı diye hatırlıyorum. Başka da aklıma gelmiyor.

Halep oradaydı da HTŞ neredeydi? Halep oradaydı da HTŞ neredeydi?

Mesela benim nüfusa kayıtlı olduğum Balıkesir'in on yıllardır bir bakanı yok. Nitekim muhalefetin seçim vaadi şuydu: "25 seneden sonra Balıkesir'in bir bakanı olacak". Halbuki bu ilin merkezi bölgeleri güçlü biçimde hükümeti destekler. Buna rağmen onlara da bürokrasi ve siyasetin üst basamakları kapalıdır.

Balıkesir haritası benim burada savunduğum tezin de bir özeti gibidir. Sahil şeridi, Marmara ve Ege kıyılarındaki ilçeler halkı yani  maris populi muhalefete oy verir. Mesela son seçimde Ege kıyısındaki Ayvalık'ta muhalefet (yüzde 72); Marmara kıyısındaki Erdek'te (yüzde 65) oy almış. Buna karşın denizden uzaklaşıldıkça muhalefet oyları km başına düşer ve denize en uzak karasal ilçelerde en düşük seviyeye iner. İlin karasal iç kısmında yaşayan halk merkezi hükümete destek verir. Mesela muhalefetin oyları Kepsut'da yüzde 21, Dursunbey'de yüzde 19'a düşüyor. Yani anket falan yapmanıza gerek yok yerleşim yerinin denize olan mesafesini haritadan cetvelle ölçerek kimin ne kadar oy alacağını baştan söyleyebilirsiniz. İl merkezinin belediyelerini de yıllardır hükümet partisi kazanır. Ama her ne kadar hükümet yanlısı da olsalar aslında onlar da sonuçta yarı maris populi olduklarından bürokrasi ve siyasetin asları arasına asla giremezler. Sadece güvenlik alanında bazı orta düzey mevkiler elde edebilirler. Yani onlarınki her zaman biraz buruk bir zaferdir.

Bu yazı kapsamıyla 81 ilin valisi nereli diye internete baktım. 2013'e ait (mayın tarlası oyununu hatırlatan) bir harita var. Ve elbette benim için sonuç şaşırtıcı değil. En çok vali veren iller: Ankara (6), Konya (5), Çorum (4), Erzurum (4), Yozgat (4), Maraş (4) böyle gidiyor. Ondan sonra da muhalefet bu illerden hükümete neden bu denli çok oy çıktığına şaşırıyor. Neden çıkmasın ki? Haritaya bakıldığında Trakya, İzmir ve Akdenizli hiç vali olmadığını görebiliyorsunuz. Aynı şekilde Güney Doğu bölgesinden de vali yok. Maris populi'yi gururla temsil edebilen tek il Aydın. Nüfusu 80-90 bin olan illerden de bir vali var; nüfusu 1,2 milyon olan Balıkesir'den bir vali. Valiler haritası ile hükümete az oy veren iller haritası nasıl olup da bu denli özdeşleşebilmiş? İşin ilginci iki Osmanlı başkentinden ve Osmanlı'nın kurulduğu topraklardan (Bilecik) tek bir vali olmaması. 

Doğum yerlerine göre illerin çıkardığı vali sayıları

Aslında bu oldukça yeni bir durum. Bilindiği üzere Osmanlı bir Marmara-Rumeli devletiydi. Üç başkenti de Marmara bölgesindeydi. Bürokrasisi temelde Rumeli Müslümanlarına dayanıyordu (150 veziriazamın 60 kadarı Arnavuttu). Elazığlı bir hocamla muhabbet ederken "Biz Osmanlı torunlarıyız" dediğinde ben de gülerek 'Hocam affedersiniz ama Osmanlı torunları biziz, ben Karesi Manavıyım, bizim oraları daha Süleyman Gazi zamanında fethedildi. Sizinkiler o zamanlarda Akkoyun-Karakoyun kavgası veriyordu" demiştim. Ki Anadolu'nun Osmanlı egemenliğine ne kadar uzun süre direndiğini burada tekrar etmeye lüzum yok. Gerçi Osmanlı genişledikçe ve yaşlandıkça kuruluşuna hizmet eden Rumeli-Marmara Türk/Müslümanlarını ihmal ettiği de doğru. Bektaşi tekkelerinin kapatılması, Yeniçeri Ocağı'nın lağvedilmesi gibi olaylar bu açıdan önemli.

Cumhuriyetin kuruluşunda, 1908 Devrimi'nde Rumeli Türkleri başat rol oynadılar.  Anadolu muhafazakarlığı bu nedenle, Sultan Hamid'i devirdikleri için bu Rumeli taifesinden pek hoşlaşmazdı. Neyse Osmanlı elitleriyle Cumhuriyet elitleri hemen hemen aynı kişiler olduğundan geçiş çok yumuşak oldu. Meraklısı incelesin Osmanlı paşalarının, eski İstanbullu beyzadelerin torunlarının Cumhuriyet ideolojisinin elitleri haline geldiklerini görebilirler; hatta Nazım Hikmet veya Mina Urgan gibi paşazadelerin daha ileri giderek komünist olduğunu görüyoruz. O nedenle 'Osmanlı torunlarıyız' diye kafasına fes-sarık takan sağ-muhafazakar yurttaşlarımızın ruhsal birlikteliğinin, gönül bağının aksine hakiki (biyolojik) Osmanlı elitlerinin torunları kendilerini cumhuriyetçi-modernist, sosyalist vb akımlara kaptırmışlardı.

Neyse, Rumeli Türkleri, Cumhuriyet kurulduktan kısa bir zaman sonra iktidarlarını İç Egelilere kaptırdılar. Bu değişim Menderes-Demirel ekolüyle yaşandı. Sonuçta İç Ege bir geçiş bölgesi olduğundan da bu vaziyet büyük kırılmalara yol açmadı. Ardından 12 Eylül Darbesi ile iktidar sağlam bir şekilde Orta-Doğu Anadolu'ya merkez ülke insanına (populus centrum patriae) geçti.

İktidar cumhuriyet elitlerindeyken yani hakiki 'Osmanlı'nın torunlarındayken' Anadolu insanına tepeden bakan bir zihniyet vardı. Sağ-muhafazakar entelijansiya bu tepedenciliği cumhuriyete ve onun ideolojisine bağlar. Halbuki bu bir Osmanlı mirasıdır. Merak edenler ezici çoğunluğu Rumeli kökenli olan Osmanlı elitlerinin Anadolu insanı, Türkmenler, Yörükler veya Kürtler hakkında yazıp çizdiklerine bakabilirler.

Maris populi'nin 'tepedenciliğinin' sebebi de Osmanlı modernleşme çabalarının Batı kaynaklı olması, herkesten önce Rumeli ve sahil şeridi Müslümanlarını etki altına alması ve Osmanlının elitlerinin liman kentlerinde yoğunlaşmasından kaynaklanmaktaydı. Bu, devam etmesi mümkün olmayan bir tavırdı ve kırılması populus centrum patriae'de bir rahatlamaya yol açtı. Anadolu halkı bu 'tepedenci' bakış açısının her zaman farkındaydı ve buna karşı -bugün de olduğu üzere- direniş içindeydi. Bu nedenle ikisi arasındaki sosyolojik kavganın politik arenada 'tepedencilerin' yenilgisiyle sonuçlanması Anadolu eşrafında ülkeyi sahiplenme konusunda bir devinime sebep oldu. Populus centrum patriae'nin siyasallaşması, toplumsallaşması taleplerinin görünür kılınması, onların kapitalist sisteme entegrasyonu açısından bu devinim zaruriydi.

Ancak bu değişim Osmanlıdan miras alınan kozmopolitizme büyük darbe de vurdu. Kendisini 'Osmanlı torunu' sanan sağ muhafazakar kitlenin düşündüğünün aksine Türkiye'de halen bir Osmanlı mirası varsa bunu Maris populi kitlesi temsil ediyordu. Maris populi  hem yönetme tecrübesi hem de günlük yaşamda daha mutedil, toleranslı ve soğukkanlı bir halet-i ruhiyeye sahip olması, kozmopolitizme 'genetik olarak' daha yatkın olması açısından da Osmanlı toplum geleneğinin temsilcisi ve mirasçısıydı. Bu nedenle son intihabda Maris populi muhalefet adayının Alevi olmasından, Kürtlerce desteklenmesinden, LGBT bireyler üzerinden döndürülen fırtınalardan etkilenmedi. Muhalefet taifesinde tıpkı bir Karagöz oyunu gibi Zennesinden, Kürdüne, Tiryakisinden, Çelebisine, Matiz'inden, Kanlı Nigar'ına, Arnavudundan Tuzsuz Deli Bekir'ine kadar her tipleme bir araya gelmişti. Ama populus centrum patriae bu Osmanlı çeşnisine, Osmanlı mirası olan kozmopolit çok kültürcülüğe dur dedi, bunu bir tehlike sinyali olarak algıladı. Akdenizlilik, bozkıra galebe çalamadı. Muhalefetin İspanyol sanatçı Paco de Lucia'dan aparttığı palenque'si hükümetçilerin Kırgız bozkırından aparttıkları dombraya yenildi.

Şimdi okuyucu itirazlarını duyabiliyorum. Maris populi bu kadar esnek ve çok kültürcüyse o zaman ne diye göçmenler üzerinden bu denli nefret yaydı ve populus centrum patriae ise nasıl oldu da göçmenler, sığınmacılar üzerinden yayılan korkuya kapılmadı. Çok basit. Osmanlı elitleri zamanında göçebe Türkmenlerden, Araplardan, Romanlardan ve Kürtlerden nasıl hoşlanmıyorsa Maris populi  bu 'düzensiz göçmenlerden de' aynı nedenlerden hoşlanmıyor. Bu da bir Osmanlı mirası. Osmanlılar vergi ödemez, asker vermez, konar-göçerlerden hiç hazzetmezlerdi. Onun yerine bağını bahçesini eken, yeri yurdu belli, vergisini ödeyen Rumu, Ermeniyi tercih ederlerdi. Bugün de öyle, kültürel genetik gereği göçmen karşıtı hareket göçmenlerin dini/milli kökenleri üzerinden değil kent yaşamına uyum sağlamayan, nizama aykırı tavırları üzerinden ilerliyor. Osmanlı mirasçısı olan Maris populi  kent yaşamının nizamı için tehdit olarak gördüğü düzensiz kayıtsız kuyutsuz göçmen istemiyor. Halbuki Akkoyunluların mirasçısı olan populus centrum patriae kendisi de kentli olmadığı için düzensiz göçmenin varlığını Maris populi  kadar tehdit olarak görmüyor.

Netice olarak bu kabinede de 'Osmanlı torunları' bir makam elde edemediler. Halbuki Karamanoğulları torunları tek başına dört bakanlık kaptı.

U. Töre Sivrioğlu

Editör: Kerim Öztürk