Aylardır ısrar ve inatla tekrar ediyoruz ki, sosyal yapımız veya siyasal sistemimizin sağlam temeller üzerine oturması isteniyor ve gerçekten insan kaynağımızı “beşeri zenginliğimiz” olarak değerlendirmek istiyorsak, sosyal ve siyasal yapımızda “devşirme ve katılım kanallarını” her vatandaşımıza sonuna kadar açık tutmak zorundayız.
Aksi halde;
* Zenginliğin ve servetin kaynağının çalışma, üretme ve verimlilik yerine kamu kaynaklarının yandaşlarca yağmalandığı,
*Toplumda kalıcı değerleri temsil etmek üzere itibar sahibi ve “rol modeli” olmanın sanat, edebiyat ve bilimsel çalışma yapmak yerine, popüler kültürün hafifliği ve muktedirlerin yanaşmalarına terkedildiği,
*Siyaset ve devlet hayatımızda ise; “HUKUK İLKELERİ VE DEMOKRATİK TEMSİL KABİLİYETİ VE LİYAKAT” ölçüleri yerine, “siyaset oligarşisi” ve “vesayet odaklarına” yakınlık ölçüsünü benimsiyor isek tesis edilmiş köhne düzenin devamını istiyoruz demektir.
Oysa ki, “yanaşma düzeni” yerine; millî birlik ve sosyal barışımızın “nimet-külfet” dengesi ve “adâlet” ölçüleri içinde tesis edildiği, hukukun üstünlüğü ve demokratik esasların hâkim olduğu bir devlet ve toplumsal düzenin kurulduğu, geleceğe ümitle bakan, güler yüzlü insanların yaşadığı millî ve demokratik bir Türkiye’yi inşa edebiliriz.
Bunun yolu ise, Türk insanının genlerinde bulunan “cesaret ve girişimciliğin” önündeki engellerin bireysel ve toplumsal menfaatlerimizi gözetecek şekilde kaldırılması ve siyaseti âkıl ölçüleri ve bilimsel verilerle yapmaya çalışan insanımıza “siyasal katılım” kanallarının sonuna kadar açılmasından geçmektedir.
İşlerine geldiği zaman “halk goygoyculuğu” adına ve sadece kendilerini sandıkta seçmekten ibaret saydıkları milli iradeyi kutsayan muktedirler, egemenliğin gerçek sahibi saydıkları milleti inatla ve ısrarla “siyasal süreç ve katılım kanallarından” uzak tutmaktadırlar.
Çok sıkıştıklarında “15 TEMMUZ DİRENİŞİ” misali veya “ADÂLET YÜRÜYÜŞÜ” örneğinde olduğu gibi “halkın sinesi” ve cesâretine sığınanlar, varlıklarını tekrar garanti aldıktan sonra kendi “TEK AKILLARINI” her kutsal değer ve ölçünün üstünde görmeye, aldatıcı hamâsi nutuklarla millet iradesini ipotek altında tutmaya devam ediyorlar.
Milli birliğimizi ve sosyal barışı sağlamak yükümlülüğü altında olanlar, insan olmaktan kaynaklanan “duygusallığımızı” acımasızca kullanarak kamplaşma, kutuplaştırma ve ötekileştirme süreçlerini “ustalıkla” işleterek, bizleri “modern kabilelere” dönüştürmekte hiçbir beis görmüyorlar.
Bu adâletsiz yanaşma düzeninin istismarından kurtulmak, toplu hipnoz seanslarının aldatıcılığından uyanmak ve Türk Milliyetçilerinin önüne gelmiş bulunan köhne düzeni değiştirme ve DEMOKRATİK MİLLÎ DÜZENİ kurmak için daha önce de teklif ettiğimiz üzere, kurucu siyasal yapılanmamızı tesis etmek üzere milyonlarla yola çıkmak gerekmektedir.
Türk Milliyetçileri; 80 milyonu kucaklayacak şekilde, yeni ve katılımcı bir siyaset anlayışıyla, geleceğimizi planlayacak enerji, birikim ve tarihî tecrübeye sahiptirler. Mevcutta yaşadıklarımızdan hareketle, ülkemizin ihtiyacı olan HUKUK VE DEMOKRASİ ortak paydasında, milletimiz adına BÜYÜK TÜRKİYE vizyonunu gerçekleştirmek hedefinin tarihi vazifemiz olduğunu, bu amaçla nitelikli hazırlıklarımızı devam ettirmemiz gerektiğini unutmayalım.
Bu hazırlıklar kapsamında olmak üzere, yanaşma düzeninin dayanak ve temelini teşkil eden “kişisel karizma” ve “sınırlı sayıda vitrin” malzemesiyle yola çıkılması ve bu şekildeki meşruiyet arayışının, milyonların enerjisine kurucu yapıda yer verilmemesinin, sadece “oyuncuların değişmesi” anlamına geleceğini, yanaşma düzeninin senaryosunun olduğu gibi oynanmaya devam edeceği anlamına geleceğini hatırlatmak isteriz.
Unutmayalım ki, milyonların ortak enerjisi ve katılımı ile kurulacak siyasi yapıların milletimize sağlayacağı “siyasi ve sosyolojik teminatı” hiçbir hukuki güvenceyle elde edemeyeceğimizi içinde yaşadığımız şartların da bizlere öğretmiş olması gerekiyor.
Bu sebeple ve özetle diyoruz ki, köklü ve katılımcı bir değişim ancak DEMOKRATİK DEĞİŞİMLE mümkündür.