Batı demokrasilerinde devletle vatandaş arasındaki münasebetler, bir çeşit sözleşmeye dayanmaktadır.

Devlet vatandaştan vergi toplar, bunun karşılığında vatandaşa birtakım hizmetler vermekle yükümlüdür.
Aslında bütün ülkelerde vatandaşlar vergi mükellefidir ve devlet de işlerini bu vergilerle görür.

Fakat, bizim devlet geleneğimizde;  vergi ile vatandaşlık münasebeti, hiç de önemli bir yer teşkil etmez.
Türkler, devlete hizmet ederken ve ondan hizmet beklerken vergi vermiş olduklarını veya bu verginin karşılığını aldıklarını düşünmezler.

Bu anlayışın kökü, bizim siyasî geleneğimizdedir.
Türkler, hep millî devletler kurmuşlar ve eşitliğe dayanan bir cemiyet tipi geliştirmişlerdir.
Bu yüzden, devlet onlarda ne vergi toplayan bir kuvvet, ne de vatandaşla sözleşmesi olan bir çeşit müteahhit firma gibi görülmüştür.

Türk milletinin geleneğinde var olan, modern demokrasilerin de kabul ettikleri bir prensibe göre; millet fertleri devlete hem boyun eğen, hem de boyun eğdiği kaideleri kendisi yapan insanlardır.
Şu halde, devlete verdiğimiz bütün kıymet, devletten beklediğimiz her türlü hizmet, aslında vatandaş  olarak bizlere aittir.

Devlet, herşeyden önce; bizim ahlâkımızın, haklarımızın ve hürriyetlerimizin koruyucusudur.
Bu yüzden, ahlâkî görevlerimizin bir kısmı da, devletle ilgili görevlerimizdir.
Vatandaşlık, bir sosyal mevkîdir.
Bu mevkî ile ilgili rollerimizi gereği gibi yapmamız, genel ahlâkın emirleri arasındadır, yani toplum bizden bu davranışları bekler.

Siyasî sorumluluk, doğrudan doğruya topluma karşı sorumluluktur.
Çok bencil bir insan bile, bu sorumluluğu taşıyabilir, çünkü toplum hayatı hakkındaki  kararlara katılmakla kendisi hakkında da karar veriyor demektir.

Ülkenin siyasî organizasyonu konusunda söz sahibi olmak, insanî ve demokratik haklardandır.
Buna rağmen, demokrasi geleneğinin çok yeni oluşu yüzünden, biz bu hakları kullanmaya iyice alışmamış bulunuyoruz.

Unutmayalım ki, haklarımızın neler olduğunu, bu hakları ne şekilde kullanacağımızı siyasî kuvvet tayin eder.

Bu kuvvetin seçilmesinde kötü davranmak kadar,  seçime hiç katılmamak da ahlâkî hayatın soysuzlaşmasına yummak veya onu teşvik etmek anlamına gelir.
Bizim hayatımız hakkında söz sahibi olanları her zaman kontrol edeceğiz ki, kendimizi de kontrol etmiş olalım.

Siyasî hayata katılmanın çeşitli şekilleri ve  dereceleri vardır.
Demokratik hayatın hedefi, herkesi hem seçen, hem de seçilen duruma getirmektir.

Bu yüzden ileri demokratik ülkelerde, bütün kamu hizmetleri tâyinden ziyade, seçim esasına dayandırılmaktadır.
Böylece bir kimse, milletvekili veya belediye meclis üyesi olmaksızın da kamu idaresinin herhangi bir kademesinde görev alabilir.

Siyası görev ve hizmetlerin bu şekilde yaygın hâle getirilmesi, idare eden ve edilen olmak üzere iki zümrenin mevcudiyetine izin vermez, aynı zamanda idareci zümrenin, görev ve yetkiyi kötüye kullanmasını da büyük ölçüde önler.

Kuvvetli bir merkezî otoriteye dayanan idareler, kısa bir süre başarılı olsa bile, uzun vâdede yozlaşmaya mahkûmdur, çünkü halkın idarecileri halka değil, merkezdeki yüksek mâkamlara karşı sorumludurlar.

Bu ise, dolaylı bir sorumluluktur ve merkezdekilerin taşra yöneticileri veya alt kademedekiler tarafından aldatılması çok kolaydır.

Büyük imparatorlukların yıkılma çağında, merkezdeki ihtişam ve kudrete rağmen, taşranın sefil ve yoksul kalmasının sebebi budur.

Görülüyor ki, vatandaş olarak insanın siyasî haklarını kullanması veya bu hakları yoksa elde etmesi, toplum ve fert ahlâkı bakımından kaçınılmaz bir görev olmaktadır.

Demokrasi, herşeyden evvel bir siyasî ahlâk ve terbiye meselesidir.

Bu terbiyeyi kazanmamış ülkelerde, demokratik rejimin ne kadar zorlukla yerleştiğini; hattâ yozlaştırılarak diktatörlüğe dönüştürüldüğünü sık sık görüyoruz...

İnsanlar, demokrasinin kendilerine verdiği hak ve hürriyetleri rejime zarar vermeyecek şekilde kullanmayı öğrenmelidirler..."

Prof. Dr. Erol GÜNGÖR
"AHLÂK PSİKOLOJİSİ ve SOSYAL AHLÂK"

Editör: Kerim Öztürk