2. Bölüm

Tanrı tarafından insan oğluna bahşedilen en büyük nimet şüphesiz ki akıldır. Aklın da en önemli iki vazifesi vardır. Birincisi anlamaktır. Kendini, çevresini, olayları, tabiatı, evreni, kendisini yaratanı, ne için yaratıldığını düşünmek, algılamak, sorumluluğunun bilincinde olacak şekilde düşünmektir...

İkincisi görevi ise, düşündükleriyle hüküm vermektir. Araştırmak, incelemek, bilinenlerden bilinmeyeni elde etmek, hayatını devam ettirmeye yarayacak her türlü akli fonksiyonlarla tahlil etmeye çalışmaktır. Yaptığı deneyler ve kazandığı izlenimlerden ilkeler ve hükümler koyabilmesidir.

Akli ve felsefi düşünce, ilkçağ filozofları Aristotoles, Sokrates, Platon gibi düşünürlerden bugüne kadar felsefecilerin üzerinde ittifak ettikleri bir kuvvedir.

Yani akıl denilen varlık bir düşünce biçimi, bir niyet ve bir tasarı biçimi olarak kabul edilir. Bu varlık insanda doğuştan itibaren bulunur.

Cümleyi açarsak; varlıkların sıfatlarını iyi, kötü, güzel, çirkin yanlarını, eksik ya da tam olarak kavrayabilmek ve birbirinden ayırabilmek, insanı insan yapan ve hayvanlardan ayıran en önemli cevher akıl cevheridir.

Dolayısıyla insanı insan yapan, insana sorumluluk yüklenmesi için aklın bulunması şarttır. Bu yüzden akli baliğ olmayan ya da akli dengesi gelişmeyen kişilerin gerek hayatta, gerekse ebedi alemde sorumluluk yüklenmemesinin sebebi akıl denilen irade gücünün olmamasındandır.

Allah’ın yüce kitabı Kur’an ise akılsızlığı kişinin kendisine bahşedilen aklın çalıştırılmaması, kullanılmaması manasında ele alarak öğüt verir. Yani, aklını çalıştıranları överken, aklını çalıştırmayanları ise yermektedir.

Bu hayatın her alanında böyledir. Kur’anın bir çok ayetinde, ‘’...ey akıl sahipleri akletmez misiniz, düşünmez misiniz?...’’ şeklinde yarattığı kulunun aklını kullanmasını emreder.

Aklını kullanmak, kendi dışında meylettiklerinin veya değer vererek sevdiklerinin fikir ve düşüncelerini hiçbir eleştiriye tabi tutmadan kabul etmesi değildir. Bu bir taklitçiliktir.

Oysa hiçbir taklidi düşünceye felsefe de, mantıkta, aklın kuralları da onay vermez. Kendi iradesine başkaları tarafından ipotek koyulmasına İslam’ın onay verdiği ise hiç düşünülemez.

İlahiyatçı değilim ama anladığım şu: Allah’ın verdiği akli meleke dediğimiz saf akıl çalıştırılırsa insan oğlu doğru yolu bulur, yanlışı doğruyu seçebilir.

Eğer akıl denen varlık, birilerinin düşünce esaretine girmişse, iradesini başkalarına kiraya vermek demektir. Kendisini sınırlayarak başkasının, kendisi yerine düşünmesini yeterli görülmesi yanlışlıklar zincirinin başlangıcı demektir.

Fesada uğramış veya uğratılmış düşüncelerin akıl süzgecinden geçirilmeden toplumda kabul görmeye başlaması felaketin ve yıkımın başlamasının en büyük sebebidir.

Yeni bir milliyetçilik yaklaşımı arayanlara! Yeni bir milliyetçilik yaklaşımı arayanlara!

Çünkü; anlamak, kavramak, akletmek, düşünebilmek iradesinden yoksun olmanın doğuracağı sonuçlar olarak karşımıza çıkmaktadır...

Şimdi bazıları diyecek ki, hep akıldan, mantıktan, iradeden, akli ilimlerden ve felsefi düşüncenin öneminden bahsediyorsunuz da, ‘’ Nakli ilimleri ‘’ inkar mı ediyorsunuz diye düşünenler olacaktır.

Tabi ki, hayır... Akli ilimler başka, nakli ilimler başka. Nakli ilimleri düşünmek ve geliş sebeplerini açıklayabilmek için yine akli ilimlere ve aklın kurallarına ihtiyaç vardır.

Yedi kat göğün direksiz ve çatısız üst üste yaratılmasının esrarına akli ilimler yeterli olmaz. Ama yaratılan bir gerçekte vardır. ‘’ Ol deyince olduran, istemezse yaprak bile kımıldatmayan...’’ Allah’ın yaratıcı ve tecelli sıfatlarını nakille öğrenirsin, akıl iradesiyle de kabul edersin. Bu konu daha ayrı bir mevzu olduğu için burada nokta koyarak geçiyoruz...

DÜŞÜNMEYE VE ELEŞTİRİYE KAPALI OLAN HER GÖRÜŞ BİR TAASSUPTUR.

Düşünmek ve aklı kullanmak Kur’anın emridir.

‘’ Düşününüz diye Allah ilkelerini size böyle açıklıyor. ‘’( Bakara 2/ 219-266)

‘’ Onlara gönderileni insanlara açıklaman için sana hatırlatıcıyı gönderdik. Belki düşünürler. ‘’( Nahl 16/44)

‘’Kendilerini iyice düşünmediler mi? Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri gerçekten ve belirli bir süre için ancak Allah yaratmıştır. ‘’ ( Rum Suresi 30/8)

‘’ Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah’ın yarattığı her şeyi ve sürelerinin yaklaşmakta olabileceğini düşünmüyorlar mı? ‘’( Araf 7/185)

‘’ Allah’ın acımasının ürünlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor.’’(Rum 30/50)

‘’ Onlar, üstündeki göğü nasıl yapmışız ve süslemişiz bakmazlar mı?’’( Kaf 50/6)

...........

Bu ve buna benzer sayısız Kur’an ayetlerinden de anlaşılacağı gibi aklın en önemli görevi hayatın her alanında düşünmektir. İster bir tarikat veya cemaat şeyhinin olsun, kendilerini dini gurup temsilcisi gibi ilan edip, dokunulmazlık ve eleştirilmezlik sayılan ve kendilerini ruhbanlık payesine oturtanların cahil insanlarımızın iradelerini sakatlamaktır.

Allah, kitap, din, iman adı altında din tüccarlık yapmalarına izin ve fırsat vermeleri , sonra da aldatıldık, kandırıldık diyenleri de sorumluluktan kurtaramaz.

Veya sevdikleri, inandıkları bir kanaat önderi ya da bir siyasetçi için, bir lider için;

‘’ Onun yanlışı bile, benim doğrularımdan daha doğru, daha iyidir...’’ demek aklını başkasına teslim etmektir. İpotek koydurmaktır. Doğru ne kadar doğru ise, yanlışta o derece yanlıştır.

Ne demektir, başkasının veya liderimin yanlışı, benim doğrularımdan daha doğrudur?!.

Akıl denilen hakikat, İnsan oğluna koyun gibi güdülmek ve yönetilmek için verilmemiştir. Aklıyla, bilgisiyle, iradesiyle gerçeği bulmak, doğruyu yanlıştan ayırmak, yanlışları ve hataları eleştirmek ve düzeltmek için akıl denilen gerçek vardır.

Alemlere rahmet olarak gönderilen iki cihan serveri Hz. Peygamber; Mekke müşriklerinin ileri gelenlerine İslam’ı anlatmak istediği bire sırada, yanına gelen yaşlı, ama (kör) ve cılız bir kadının o sırada Peygambere İslam hakkında soru sormak istemesi üzerine, Peygamberimizin ise biraz sonra ilgilenirim gibi bir tavır takınması üzerine anında Allah tarafından ABESE SURESİ ( KAŞLARI ÇATMA) indirilir. Peygamberinin tavrını uyarır ve eleştirir.

Abese Surenin ( 80/ 1,2,...11) ilgili ayetlerinde mealen Allah ,Peygamberini şöyle ikaz ediyor:

‘’Yanına kör bir kimse geldi diye yüzünü astı ve döndü.’’ (1-2)

‘’ Ne bilirsin, belki de arınacak.’’ ( 80/3)

‘’Yahut öğüt alacakta, bu öğüt kendisine yarayacak’’ (80/4)

‘’ Ama sen, kendisini gereksinimli görmeyen kimseyi karşına alıp ilgileniyorsun.’’ (80/5-6)

‘’ Arınmak istememesinden sana ne?’’ (80/7)

‘’ Saygı duyarak sana gelen kimseye sen aldırmıyorsun.’’ (80/8-10)

‘’Hayır olmaz! Doğrusu o bir hatırlatmadır.’’ (80/11)

Gördünüz mü, Allah bir hatasından dolayı elçisini nasıl ikaz ederek, eleştirmektedir. Bu ayetleri tefsir etmek için kişinin müfessir veya din alimi olmasına da gerek yok.

İslam’da din sınıfı diye bir sınıfta, ruhbanlıkta yoktur. 1398’de ilk matbaayı bulan Johann Gutenberg’den tam 329 yıl sonra Osmanlı Devletine 1727’de matbaanın gelmesine izin verilmesinin tek sebebi, din alimi denilen softa sınıfının ilmi gelişmelere karşı çıkması olmuştur.

O da ancak dini kitapların yayınlanmasına yasak getirilmesi şartıyla izin verilmiştir. Yok Arapça kutsal harflermiş te, Allah’ın ayetlerinin yazılıp çoğaltılması zinhar günahmış ta!..

Hiçbir içi boş bu tür gerekçelerin günahla, sevapla, yasakla bir ilgisi yoktur. Tanzimatla birlikte hurafeciliğin, dar görüşlülüğün, topluma verdiği harabiyetler, zararlar kısmen anlaşılmaya başlanmıştır.

Fakat, zihinlerdeki pranganın kırılması, 1. Kasım 1928 harf devrimine kadar kısmen de olsa devam etmiştir. Hatta hala da devam etmektedir.

Neymiş efendim? Harf devrimiyle bir gecede mezar taşları okunamaz olmuş. Sanki öncesinden çok okunuyormuş gibi!..

Halkının ancak yüzde 3-4 ü okuma bilen, yazma bilenlerle bu oran çok daha da. düşmektedir. Gayrimüslimlerle birlikte en fazla okuma yazma oranı yüzde yedi bile olmayan, kadınlarda ise binde üç olan bir toplumun içine düşürüldüğü cahillikten, bilgisizlikten ve akıl iradesinin kullanılmamasından bahsediyoruz.

İlk ayeti bile ‘’OKU’’ diye başlayan yüce dinimizin mensuplarının ve İslam ülkelerinin geri kalmasının, hurafelere teslim olmasının ardında yatan gerçek bilinmektedir.

Şeyh, Şıh, Gavs, Allah dostu, Hoca Efendi gibi kendilerine sıfat atfedenlerin, din bezirganlarının, tarikat, cemaat yapılanmalarının, cahil ve bilgisiz ve aklını kullanmak istemeyen insanlarımızın iradelerinin fesada uğratılmasından olmuştur... Riyasız ve menfaatsiz Allah’ın dinine hizmet etmek amacı olan kişileri tabi ki bunlardan tenzih ediyoruz, ayırıyoruz...

İSLAM ÜLKELERİ NEDEN ÇAĞI YAKALAYAMAMIŞ VE GERİ KALMIŞLARDIR?

Avrupa’nın, Rönesans ve Reform hareketleriyle başlayan aydınlanma çağı, bilgisizlik cahillik, okuma yazma olmaması, matbaanın gelmemesi gibi, sadece Fransa’da ve İngiltere’de bir günde yazılan basılan kitap , dergi , ilmi eser sayısının bizde bir yılda basılan eser sayısından bile fazla olması aradaki makasın sürekli açılmasına sebep olmuştur . Öteki İslam toplumlarını zaten geçiyorum. Bize gelirsek:

Geçmiş zaman ve geçmişte kalmış fikirlerin inancı daima kutsallaştırılmıştır. Neden? Geçmişte falanca alim söylediği için, filanca zat yazdığı için!...

Yok şu şunu demiş, yok bu bunu demiş... Belki de fikirlerden çok şahıslar kutsallaştırılıp, dokunulmazlık ilan edilmektedir.

Yani, "... bir fikir üzerinden biraz bir zaman geçince onu kutsallaştırma bilinci toplumda yaygınlaşmaktadır. Bu şekilde eski yazılan ve söylenenler manevi bir otorite gücüne ulaştırılması sebeplerin birisidir. ( Hüseyin Atay, Kur'ana Göre Araştırmalar, Atay Yayınevi, 1997)

Tamam... Doğru olan fikirler kabul edilir fakat geçmişte yaşayanların bugünkü toplumu yönetmeleri, yani ölülerin toplumu yönetmeleri şeklindeki kutsallık atfedilmiş bilgi ve düşünceler sürekli örnek alınarak yaşanılmaz.

Sürekli geçmişte yaşamak ve geçmişle düşünmek sistemi daha çok Kur’anı anlamanın ve tanımanın temel prensipleriyle bağdaşmamaktadır.

Beşikten mezara okunmasını, ilmin Çin’de bile olsa aranmasını, iki günü birbirine denk geçen insanın zararda olmasını öğütleyen İslam’ı ve onu anlamanın temel prensiplerine ters düşmektedir.

Sonra; Müslümanlar geçmişle o kadar içli dışlı ve geçmişin kutsallığına o derece inanmışlardır ki, yaşama şekli, davranışlar biçimi gibi her şey İslam’ın bir emri gibi telaffuz edilerek zihinler, hür düşünceye ve akli düşünceye kapalı, inanç biçimi hep tarihteki olay ve menkıbelerle yaşatılmaktadır.

İslam’ın değerlerini hep tarih içinde ele alanlar, kişileri önce öldürüp, sonra da dirilterek, Müslümanlığı ölü bir din haline getirmişlerdir. Her şeyi geçmişte olduğu gibi yaşatmak inancı ise bir zaman sonra rivayetler ve menkıbelerle, din tanınamaz hale gelip, indirilen din uydurulan din haline getirilmektedir.

Oysa ki Müslümanlığın, Kur’anın temel değerleriyle günümüze getirilip, günümüzde yaşatılması bir ihtiyaçtır.

Ateizm , Deizm, dünyevileşme dediğimiz Sekülerizmin yaygınlaşmasının, gençlerin dinden soğutulması, günümüzün problemlerini, geçmişte olan problemlere göre kıyas yoluyla çözmeye kalkışılması toplumda manevi bir doyumsuzluk ve açığa sebep olmaktadır.

Geçmişin hurafe ve menkıbelerden oluşan kutsallığını reddedip, Kur’anı anlamakla ve yaşatmakla mümkün olur. Çünkü Kur’an geçmişte kalan değildir. O evrenseldir.

Her zaman için ve her çağ için ihtiyaçlara ve sorunlara çözüm olması için gönderilmiştir...Bu düşüncemiz asla Kur’anı zamana uydurmak değildir. Tam tersi zamanın çözümsüzlüklerini ve kokuşmuşluklarını yani zamanı İslam’a uydurmakla mümkün olacaktır.

‘’...Çünkü İslam’ın ana gayesi insan oğlunun hem dünya mutluluğu için hem de ahiret mutluluğu içindir. İslam’ın sadece ahiret mutluluğu için geldiğini yalan yanlış asırlarca yazmış, çizmişler, bu hususu perçinlemek için ve desteklemek için kurumlar ( tarikatlar, ahiret terminalleri) kurulmuştur.

Tarikatlar, İslam’ı ahiret dini yapıp kendileri dünyanın zevkini çıkarıyorlar... ( Prof. Dr Hüseyin Atay, Kur’ana göre Araştırmalar 1-III, A, Ankara 1997 Atay Yayınevi)

AKLA, MANTIĞA, KUR’ANA AYKIRI RİVAYETLER İSLAM DİNİ DEĞİLDİR

Yukarıda ve bir önceki yazımızda vurgulamak istediklerimiz şudur. Yok, şu alimin kitaplarında bunlar var, şu hadis kitaplarında böyle yazılmış deyip, yazılanları hiçbir araştırma ve tahlile ve tenkide tabi tutmadan, din bunları söylüyor denilemez. Hiçbir kimse hatadan münezzeh değil, hiçbir alim de mutlaka kendi eserinin doğru olduğunu iddia etmemiştir.

Şimdi sahih kaynak adı altında, bilhassa kadınlarla ilgili, din dışı, akıl ve mantık dışı rivayetleri din olarak kabul edebilir miyiz?. Rahmet Peygamberi olarak gönderilen Allah'ın elçisi insanlık haysiyet ve onuruna, fıtratına aykırı böyle şeyler der mi?

Hadis olarak rivayet edilenlere bir bakalım.

‘’ Kadınlar, insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar’’

‘’ Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne sebebi bırakmadım’’

‘’ Namaz kılanların önünden köpek, eşek, domuz ya da kadın geçerse namaz bozulmuş olur’’

‘’ Kadınları göze çarpan mevkilere oturtmayın, yazı yazmayı da öğretmeyin.’’

‘’ İşlerini kadınlara havale eden topluluk iflah olmaz’’

‘’ Kadınların söylediklerinin aksini yapın.’’

‘’ Kadın, erkeğin eğe kemiğinden yaratılmıştır’’

‘’ Uğursuzluk üç şeydedir. Kadın, ev ve at..’’

‘’ Şayet kadının, kocasının ayağından başında saçlarının ayrıldığı yere kadar irin ve iltihapla kirlenmiş olsa, kadın bunu dili ile yalasa kocasının hakkını ödeyemez.’'

Ve daha niceleri!...

***

"Yanında yaşlanan anne ve babana of bile demeyeceksin. Cennet anaların ayakları altındadır..." diyen İslam Peygamberi hiç kadınlar için akıl ve mantığın kabul etmeyeceği, kadını aşağılayan ve insan onurunun kabul etmeyeceği bu tür sözler söylemesi tabi ki mümkün değildir.

Ama din adı altında uyutulmuş ve uyuşturulmuş cahil kitlelerin , akıl süzgecinden geçirmeden bunları dinin emirleriymiş gibi kabul etmeleri cahilleğin ve taassupçuluğun geldiği tehlikeli boyutu göstermektedir...

Peygamberimize ait uydurulan, kadın düşmanlığı içeren bu sözler kim kabul eder? Tam bir Arap kültürünün ürünüdür bunlar. Hadis olduğunu iddia edenler kendi kızlarının, annelerinin, kardeşlerinin bu anlayışta olan erkeklerle evlenmesini kim isteyebilir...

Maalesef akıl ve sorgulama o kadar devre dışı bırakılmıştır ki, günümüzün Türkiyesinde bile 6 yaşındaki sıbyan ve masum bir kız çocuğunu 29,30 yaşlarındaki müridiyle evlendirecek kadar gözü dönmüş ve sapıklaşmış insanlar mevcuttur.

Bu kişilerin din alimi olarak toplumda saygın kişiler olarak değer gördüklerini düşünürsek İslam'ın nasıl yozlaştırılarak içinin boşaltıldığını , toplum algısının ne derece bozularak çürütüldüğünü görmek mümkündür. 08.12.2022

Konuyu işlemeye devam edeceğiz.

Av. Faruk Ülker

Editör: Kerim Öztürk