Türkiye Cumhuriyeti’nin ilânından sonrasındaki ilk 25 yılda Türk toplumu milliyetçiliği “din” ile birlikte benimsemiştir. Bunun sonucunda da halk tabakaları ortak kültür etrafında birleşmiş, milli dayanışma duygusu meydana getirmiştir. Türk Milletine mili duygu aşılanmıştır.

İkinci dünya savaşında yayılmacı bir politika izleyen Almanya Türkiye’yi de yanına alabilmek için milliyetçi ve Turancıları destekleyerek Türk Hükümetini etkilemeye çalışmıştır. 13 Haziran 1941 yılında imzalanan “Alman – Türk Dostluk ve Dayanışma Antlaşması’ndan sonra bu baskısını daha da artırmıştır. Buna rağmen Türk Hükümeti savaşa girmemiştir. Fakat savaşa girmemek için sürekli manevra yapan hükümet yetkilileri milliyetçi ve Turancı akımları destekler mahiyette açıklamalar ve konuşmalar yapmıştır. Meselâ; Devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu, 5 Ağustos 1942 yılında yapmış olduğu bir konuşma da “Biz Türk’üz, Türkçüyüz, daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal (en az) ve o kadar vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız.” Demektedir.

Bu sıralarda Almanlar, Sovyetler Birliğinin içinde suretle ilerlemektedir. 1940’ların ortalarına gelindiğinde savaşın sonu belli olmuş, yeni dengeler kurulmuştur.

Stalin, Sovyetlerde bütün şiddetiyle ağırlığını hissettirmeye başlamış, milyonlarca Türk’ü esaret altında inletmiş, uçsuz bucak-sız Türk illerini elinde tutmuştur.

II. Dünya Savaşının genel seyri içinde Rus Ordularının Avrupa’da ilerlemesiyle orantılı olarak Türkiye’de komünist faaliyetler artmış, Ruslar galip geldikçe, komünistler birer birer açığa çıkmaya başlamıştır. Rusların Polonya ve Balkanlarda sonra Türkiye’yi işgal edeceği söylentileri yayılmıştır.

Rusya’nın birtakım işgallere giriştiği dönemlerde, İsmet İnönü belki de Türkiye’nin işgal edileceği endişesiyle Sovyet yanlılarının faaliyetlerine göz yummaya başlamıştır. Bu dönem de komünist faaliyetler artmış, illegal Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Dr. Şefik Hüsnü DEĞMER 1939 yılında Türkiye’ye dönmüş komünist faaliyetlerini organize etmeye başlamıştır

TKP; Başbakan Şükrü Saraçoğlu ve arkadaşlarının Sovyet aleyhtarı ve Londra’nın Sovyetler Birliği ile dostluk ve iş birliği siyasetine açıktan açığa hasım oldukları propagandasını yürüterek hükümeti Sovyet yanlısı hareketleri desteklemeye zorlamıştır. Bunun çözüm yolu olarak Türkçüleri hedef göstermişler, hükümeti Türkçüler üzerine yürümesi için tahrik etmişlerdir.

Türkiye Gizli Komünist Partisi Şefi Dr. Şefik Hüsnü DEĞMER, II. Dünya Savaşından az önce kabul ettikleri taktik gereğince, taraftarlarını iktidar partisine ve Halk evlerine sokmaya muvaffak olmuş, görüşlerini “Yeni Edebiyat Dergisi’nde yayımlamıştır. Moskova’ya göndermiş olduğu gizli bir raporda 1943 baharından 1944 baharına kadar olan sene harp devresinin en verimlive hareketimizin kredisini azamî yükselten sene olmuştur.”demektedir.

Faris ERKMAN ise, “Büyük Tehlike” adlı bir broşürü yayımlamış Milliyetçiliğe, Dış Türklere ve milliyetçilere pervasızca saldırmıştır. Milliyetçilere saldıranlar arasında Zekeriya SERTEL, Sabiha SERTEL, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Behice BORAN ve Pertev Naili BORATAY bulunmaktadır.

Komünistler ile Milliyetçi, Turancı kesim arasında karşılıklı suçlamalar ve cevap vermeler devam ederken Nihal Atsız Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben iki mektup yayımlamıştır.

I. Mektup;

Sayın Başvekil,

Hem Türkçü hem de başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum. Yalnız başvekil olsaydınız bunları yazmak emeğine katlanmazdım. Çünkü Türkçü olmayan bir başvekile hitap etmenin ne kadar boş olduğunu bilirim. Yalnız bir Türkçü olsaydınız yine yazmaya lüzum görmezdim. Çünkü, faydasız kalacak olduktan sonra, sizden daha eski Türkçülerle yurdun dertlerini her zaman konuşabilirim. Fakat Türkçü olarak idare mekanizmasının başında olduğunuz için sizinle konuşmaktan faydalar doğabileceğine inanıyor, onun için size hitap ediyorum.Millet meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta : Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir’ demiştiniz. Türk tarihi ile uğraşmış bir münevver olarak söyleyebilirim ki ne ırkımızın ne de devletimizin tarihinde, Türk milliyetçiliği resmî bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiçbir zaman açığa vurulmamıştı.

Bu sözlerin Türkçü çevrelerde nasıl sevinçle karşılandığını anlatmaya lüzum yoktur. Fakat ardından bir buçuk yılı aşan bir zaman geçtiği hâlde biz, bu Türkçülüğün iş alanına geçmediğini görmekten doğan bir sıkıntı içindeyiz. Fikirler iş hâline geldiği zaman manalıdır. Buna ülkü deriz. İş hâline gelmeyecek fikirler ise ham hayalden başka bir şey değildir. Yetmiş yıldan beri işlene işlene bugünkü duruma erişen kuvvetli Türkçülüğün artık tatbikat alanında da kendisini göstermesi zamanı elbette gelmiştir.

İşte bu satırların güttüğü istek, size, Türkçülüğün niçin yalnız sözde kalarak, bugünün imkânları nispetinde iş hâline gelmediğini sormak ve Türkçülük tatbikat sahasına geçmediği için yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl gelişip yayıldığını anlatmaktadır. Bir başvekile hangi sıfat ve cüretle bu soruyu soruyorsun diyemezsiniz. Halkçı bir hükümetin başvekili iseniz, mensup bulunduğunuz, partinin gazeteleri tarafından birçok defa tekrarlandığı gibi rejimimiz demokrat bir rejimse ve siz de birçok defa söylediğiniz gibi halk arasından yetişmiş olmaktaki gururu belirten sözlerinizde samimî iseniz ve eğer Millet Meclisinin azaları hakikaten bizim vekillerimiz iseler, siz de bir başvekil, halk adamı, demokrat, halkçı ve Türkçü olmak dolayısıyla beni dinlemeye mecbursunuz. Yok, bunlar doğru değil de birer gösterişten ibaretse, şüphesiz, benim bu hitabım cüretkârlığı da aşan bir küstahlıktır ve bunun için ilk karşılığı da Orhun'un susturulmasıdır.

Sayın Başvekil,

Esefle söylemeye mecburum ki, Türkçülük nazariyat sahasında kalmaya devam ederken, bu milletin ve bu ülkenin düşmanı olan solcu fikirler bazen sinsi, bazen açık yürümekte, propagandasını yapmakta devam ediyor. Hâlbuki sizin Türkçü ve partinizin altı okundan bir tanesinin de milliyetçilik olduğuna göre bunun böyle olmaması icap ederdi. Pek uzun konuşarak esastan ayrılmaktansa örnek vererek bugünün gerçeklerini göstermek daha doğru olacağından size memleketimizin, kanun-larımızın milliyetçiliği ile sizin Türkçülüğünüzle bağdaşması kabil olmayan olayları göstereceğim.

Birkaç gün önce Baltacıoğlu İsmail Hakkı'nın Eminönü Halkevinde verdiği bir konferansta mühim bir hadise oldu. Gazetelerin ancak mizah sütunlarında yer alan bu hâdiseyi bilmem işittiniz mi? Herhâlde işitmemiş olacağınız bu vakayı ben size kısaca anlatayım: Baltacıoğlu'nun milliyetçilik lehinde söz söyleyeceğini haber alan bazı zümreler (yani solcular, komünistler, yani vatan hainleri), bu konferansta bir hadise çıkarmaya karar veriyorlar, konferans günü salonun sol tarafını (dikkatinizi çekerim!) dolduruyorlar ve konferansçıyı kürsüye geldiği zaman lüzumundan fazla dakikalarca süren alkışlarla ilk nümayişi yapıyorlar.

Fakat bu nümayiş alkış şeklinde olduğu için kimsenin aklına kötü bir şey gelmiyor. Herkes bunu terbiyesiz bir sevgi gösterisi sanıyor. Konferansın bir yerinde Baltacıoğlu hoşa giden bir jest ve teşbih yaptığı zaman herkes gülümsüyor. Fakat sol taraf bu gülümseyişi kahkahalar şeklinde uzun zaman devam ettiriyor. Yine kimsenin aklına bir şey gelmiyor.

Herkes bunu da kıt terbiyelilerin bir gülüşü sanıyor. Fakat biraz sonra Baltacıoğlu Türk tiyatrosundan bahsettiği sırada yine aynı sol tarafta bir öksürme başlıyor, çoğalıyor, gürültü hâlini alıyor.

Yine kimse bunun bir komünist nümayişi olduğunun farkında değil. Konferansçı gürültüden dolayı susmaya mecbur oluyor. Herkesin gözü öksürenlerin üzerinde iken sol tarafın en arkasından bir nefer kalkıyor ve öksürenlere doğru: "Üniversite gençleri! Dinlemeye mecbursunuz!" diye bağırıyor.

İşte o zaman salondakiler ilk önceki alkışın, daha sonraki kahkahanın ve şimdiki öksürüklerin manasını anlıyor. Münevver bir Türk olduğu anlaşılan nefer elbiseli gencin sert ihtarı üzerine bir anda öksürmeler kesiliyor ve o anda işi kavrayanlardan milliyetçi bir tıbbiyeli sağ taraftan ayağa kalkarak öksürenlere: "Namussuz komünistler! Milliyetçilik hakkında söz söylendiği için böyle yapıyorsunuz değil mi!" diye haykırıyor.

Tabiidir, haysiyet ve namusu bir burjuva uydurması diye telâkki eden komünistlerden kimse bu tahrike aldırmıyor, yalnız kendilerine çevrilmiş olan ateşli bakışlar altında sinip susuyorlar. 0 zaman Baltacıoğlu, nümayişçilere bakarak şöyle diyor: "Korktuğum için sustum sanmayın, sadece acıdığım için sustum". Hatip konferansına devam ediyor. Kendisine has olanbelâgat la komünistliği paçavraya çeviren birkaç söz söylüyor. Artık bu kadarına dayanamayan ve konferansın bitmek üzere olduğunu sezen Marksist taslakları salonu terk etmeye başlıyorlar. Fakat bunu da nümayiş şeklinde ve kastî bir gürültü içinde yapıyorlar. Salonun dışında, holde, ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde toplanan bu güruhun arasında merak dolayısıyla dolaşan milliyetçi bir üniversite genci bu taslaklardan birinin Baltacıoğlu'na tulumbacı ağzıyla bir küfür savurduktan sonra: ".... Bizemilliyetçilik dolması yutturacaktı" dediğini işitiyor. Bu sırada içeriye resmî kılıklı dört beş polisin geldiğini görünce taslaklar çabucak sokağa fırlayıp kayboluyorlar.

Fakat şaşılacak nokta şu ki: Halk Partisinin bir mebusu Halk Partisi'nin bir müessesesinde vatan ve millet düşmanları tarafından tahkir olunduğu hâlde kimsenin kılı kımıldamıyor. Ne halk- evi, ne polis bir takibat veya tahkikat yapmaya lüzum görmüyor. Aynı gece Leylî Tıp Talebe Yurtlarında milliyetçilerle solcular arasında başlayan münakaşa dövüşe binmek üzere iken her iki yerde daima görülen uzlaştırıcı tarafsızların araya girmesiyle mesele kapanıyor.

Sayın Başvekil!

İşte Türkçülüğün hâkim olduğu bir Türk ülkesinde böyle bir olay oluyor. İşin en kötü ciheti de bu nümayişi yapanların hem üniversiteli, hele çoğunun devlet parasıyla talebe yurtlarında okuyan talebeler oluşudur. Demek ki devlet bilmeden koynunda yılan besliyor. Kızıl gözlü, sinsi ve zehirli yılanlar. Bu yılanlar yarın birer doktor olup yurt köşelerinde vazife aldıkları zaman ilk işleri baltalama hareketlerine girmek olacak, vatanı arkadan vuracaklar, bekledikleri kızıl sabahı Türkiye'ye getirecek olan yabancı ordulara ajanlık edeceklerdir.

Zaten toplu ve teşkilatlı bir hâlde daha şimdiden konferanslarda nümayiş yapmaları da bugünden ajanlık etmeye başladıklarının delilidir. Bu nümayişi yapanların arasında, Almanya'ya tahsile gönderilerek komünistlik yaptığı için talebe müfettişi tarafından geri alınan, fakat bazı mebus amcalar sayesinde Ankara üniversitesine doçent olarak giren bir komünistin iki kardeşinin bulunması da bilmem ki ibretle bakılmaya değmez mi? Acaba, böyle bir vaka başka ülkelerde olabilir miydi?

Rusya'da Marksizm’e, Almanya ve İtalya'da milliyetçiliğe aykırı en ufak bir hareket nasıl karşılık görürdü? Hatta şu küçükBulgaristan’da Bulgarlık aleyhindeki bir söz veya hareket tasarlaması nasıl karşılanırdı? Herhâlde kökünden kazınmak suretiyle karşılanırdı. Yazık ki anayasamızda yasak edilmiş olan yabancı fikirleri benimseyen ve yarın devlette münevver tabakayı teşkil edecek olan çocuklar milliyetçiliğe karşı geldikleri hâlde onlara bir şey yapmıyoruz.

İstanbul'da Türklüğe karşı yapılan küstahlıklar bu kadar değildir. Yine halk evinde İstiklâl Marşı çalınırken ayağa kalkmayan melezler, bir erkek lisesinde Türkçülükle alay ederek: "Arabacı araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değildir!" diyen tarih öğretmeni, bir kız ortaokulunda talebesine: “Türk değil misiniz? Allah belânızı versin. Alman veya İngiliz olmadığıma pişmanım", diyen başka bir tarih öğretmeni hep millî şefimize saldıran, fakat karşılık görmediği için küstahlığını arttırmakta devam eden mikroplardır.

Bu mikropların tehlikesini artık örtbas edecek çağda ve durumda değiliz. Vaktiyle Başvekil İsmet Paşa: "Hava tehlikesi vardır en aşağı 500 uçağımız olmalı!" diyerek tehlikeleri olduğu gibi göstermek usulüne koymuş, sizden önceki Başvekil Refik Saydam da: "Devlet teşkilâtı A'dan Z'ye kadar bozuktur, düzeltmek ister" diyerek açık konuşma usulünde bir adım daha atmıştır. Sizde ihtikârla başa çıkamadığınızı, zeytinyağı ticaretiyle uğraşan bazı kimselerin devletin başına belâ olduğunu söylemekle bu çığırda devam etmekte olduğunuzu gösterdiniz.

Bunlara bakarak kuvvetle umuyorum ki sizinle açık konuşmak kabildir. Gerek Reisicumhur İsmet İnönü gerekse siz nutuklarınızda milletin iş birliğini istememiş miydiniz? İşte ben de sizin samimî sözlerinize bütün millî ve şahsî samimiyetimle cevap vererek iş birliği yapıyor, devlet işlerine yukarıdan baktığınız için ancak aşağıdan görülmesi kabil olan ve sizin nazarınıza ulaşamayan bazı olayları size haber veriyorum.

 Sayın Türkçü Başvekil!

Yukarıda anlattıklarımı münferit vakalar olarak sayamayız.  Solculuk, gördüğü müsamaha ve faydalanarak sinsi sinsiilerliyor. Liselerde bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşlarına "Yakında hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz!" demek cüretini gösterebiliyor. Yüksek öğretimde bu hastalık daha çok artıyor. Arasına gayri memnunları, gayri Türkleri de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimî düşünce hâlinde kalmayarak hareket hâline geçiyor. Boy boy dergiler çıkıyor. Bu dergilerde aynı teranelerle ahlâka, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatine saldırılıyor. Taassupla mücadele ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla eğleniliyor. Bu dergilerden biri kapatılınca aynı imzalarla bir başkası çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler parayı nereden buluyor? Satılmayan bedava dağıtılan dergileri nasıl yaşıyor. Fakat en zorlusu siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz? Dergilerle ve hatta günlük gazetelerle işlenen bu vatan düşmanı fikrin bazen devletçi, bazen vatancı, bazen insancı, bazen ilimci kılıklarla Türk milletini zehirlemesine niçin müsaade ediyorsunuz?

Niçin bu memlekete istiklâli çok görmüş, onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda yer veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o zaman memlekette, bilhassa ilmî alanda da geniş bir fikir hürriyeti olması gerekir. Bu sözlerim, demokrasiye has tesamuh (hoşgörü) ile karşılanırsa daha söyleyecek çok sözlerim vardır. 0 zaman ben size ilmî sahada bile fikir hürriyetinin nasıl olmadığını, bu hürriyeti boğmaya çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına köle etmek istedikleri hâlde mühim mevkiler işgal edenlerin listesini, Türkçülükle eğlenen, Türk geldiğine pişman olan öğretmenlerin kimler olduğunu söyleyebilirim ve inanın ki sözlerimi şahitler ve maddî deliller ile ispat edebilirim.

Fakat bunun için bu ön sözümün karşılanacağını bilmem lâzımdır. Bu sözlerimin göreceği Türkiye'de ciddî bir yazı hürriyetinin olup olmadığını gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık beklemeden hükümete yardım etmesi kabil midir? Bunu ortaya koyacak, sizinde hakikî bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek önemli bir sonuç vererek daha birçok karanlık noktaları aydınlanmasına yardım edecektir. Aksi takdirde, eski bir tarihî efsaneyi tanzir ederek diyebilirim ki 700 yıl önce Anadolu'ya gelen 400 aslana karşılık, bugün 400 koyun hâlinde çadırlarımızı yeniden dererek aslanların geldiği yolun tam dikine doğru yola koyulmamız gerekecektir.  

 Maltepe, 20 Şubat 1944

İkinci Mektup 

Sayın Başvekil,

Orhun'un mart sayısında size hitaben yazdığım açık mektup Türkçü çevrelerde çok iyi karşılandı. Yurdun türlü bölgelerinden aldığım mektuplarla telgraflar büyük bir efkârıumumiyeye tercüman olduğumu bana anlattı. Size gelince, bunu sizin de iyi karşıladığınızı biliyorum. Orhun'u okuduğunuz zaman hiçbir şey söylememiş, yalnız acı acı gülümsemiş olsanız bile yine iyi karşılamış olduğunuza inanırım. Çünkü ben o acı gülümseyişin manasını anlarım. Çünkü gönlünüzün bizimle birlikte çarptığına, yurt meselelerini tıpkı bizim gibi düşündüğünüze inancımız vardır.

Orhun'un resmî makamlar tarafından tamamen normal karşılanması da Türkiye'de yazı hürriyeti olduğunu göstermek, hükümetin samimî Türkçülüğünü belirtmek bakımından çok iyi oldu. Çünkü her bakımdan su katılmamış Türk olan Orhun, bir Türk ülkesinde, bir Türk hükümeti tarafından kapatılamazdı. Türklüğün davasını haykıran, Türklük düşmanları üzerine resmî bakışları çekmek isteyen Orhun gibi bir dergi ancak Türk düşmanlarının hâkim olduğu bir ülkede, meselâ çarların veya haleflerinin ülkesinde kapatılabilirdi.

Sayın Başvekil:

Bizim anayasamıza göre komünizm Türkiye'de yasaktır ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Türk ırkının hususî yapısına, ahlâkî ve millî temayüllerine aykırı olan komünizmi Türkiye'ye sokmak isteyenler millet bakımından soysuz ve namert oldukları gibi kanun nazarında da haindirler.

Hiçbir millet kendi millî yapısına düşman saydığı fikirleri kendi ülkesinde yaşatmaz. Hürriyetin ve demokrasinin ana yurdu olan İngiltere'de bile, savaş başlar başlamaz faşist fırkası lâğvedilip azaları hapse atıldı. Bütün dünyada, yurt düşmanlarına müsamaha gösteren hatta onlara mevki ve salâhiyet veren tek devlet Türkiye'dir. Bu müsamaha devletin kuvvetinden kendine güvencinden de doğabilir. Fakat Türkiye'nin en kuvvetli olduğu çağda, büyük ve şanlı Fatih'in yaptığı müsamahanın sonradan başımıza ne belâlar getirdiği düşünülürse yurt ve millet düşmanlarına müsamaha göstermekteki büyük tehlike derhâl anlaşılır. En sağlam gövdeleri yere vuran şey de küçücük birkaç mikrobun o gövdede köprübaşı kurmasıdır. Derhâl temizlenmezlerse zamanla çoğalıp uzviyetin can alacak bir noktasını tahrip ederler. Sonrası yıkım ve ölümdür.

Türkiye'de komünistler var mıdır sorusu bir-takımları tarafından sorulabilir. Şunu unutmamalı ki komünistler hiçbir zaman biz komünistiz diye açıkça kendilerini ortaya vermezler. Onlar Halk Partisi'nin çok elâstikî olan altı okundan halkçılığı alıp kendilerini halkçı yurtseverler gibi ortaya atarlar. Fakat onların hakikî benliğini anlamak için dahi olmaya gerek yoktur. Irk ve aile düşmanlığı, din ve savaş aleyhtarlığı, faşistliğe hücum perdesi altında milliyeti baltalama, yurdumuzdaki azınlıklara aşın sevgi, her şeyi iktisadî gözle görüş onları açığa vuran damgalardır. En büyük düşmanları olan milliyetçilere ırkçılık noktasın-dan saldırmaları, milliyetçilikte ırkçılığın temel olduğunu bilmelerinden dolayıdır. Temeli yıkılan yapının bir anda çökeceğini de çok iyi kestirmişlerdir.

İşte bu usta komünistler, komünizm aleyhtarı ve Türkçü Türkiye'de sinsi sinsi her yere el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler, tuttukları köprübaşlarından Türkiye'yi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza girişmişlerdir. Fakat bunlar sınırlardan gelen mert düşman olmadıkları için kolayca sezilemezler. Bunlar paraşütle inen bozguncu casuslar gibi ülkenin üniformasını giymiş olduklarından her Türk bunları seçemez. Onun için bunlar sinsi silâhlarıyla birçok Türk'ü vurup milliyetçilikten ayırabilirler.

Sayın Başvekil!

Sözü çok uzatmamak için bu ikinci mektubumda maarif sahasına girmiş olan komünistlerden bahsetmekle iktifa edeceğim. Bunlar vatan düşmanlarına karşı pek kayıtsız davranan Maarif Vekillerinin gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır. Maarif Vekâleti Türklük düşmanlarına karşı o kadar gaflet içinde bulunuyor ki size yazdığım ilk mektupta talebesine: "Türk değil misiniz? Allah belânızı versin! Alman veya İngiliz olmadığıma pişmanım! " diyen bir tarih öğretmeninden bahsettiğim hâlde şimdiye kadar bu öğretmenin kim olduğunu araştırmak zahmetine bile katlanmadı. Bununla beraber Maarif Vekâletine hak vermemek de elden gelmiyor. Çünkü onun kullandığı memurlar arasın-da öyleleri var ki bu zavallı tarih öğretmeni onların yanında vatan kahramanı kadar asil kalıyor.

Örnek mi istiyorsunuz? İşte sırasıyla veriyorum:

1) Bugün Maarif Vekâletine bağlı Dil Kurumu azasından ve Ankara'daki Devlet Konservatuarı öğretmenlerinden bir Sabahattin Ali vardır. Hemen hemen bütün kendisini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Ali 1931 yıllarında Konya'da 14 ay hapse mahkûm edilmişti. Sebebi de başta o zamanki Reisicumhur Atatürk olduğu hâlde bütün devlet erkânını ve rejimi tehzil eden manzum bir hezeyan name yazmasıydı. Bazı mısralarını bugünkü bazı mebuslarında bildiği bu hezeyan namenin tamamını

Konya'daki adliye arşivinden bulup çıkarmak kabildir.

Sayın Başvekil!

 Buraya bil mecburîye yazarken büyük ıstırap duyduğum iki mısraında (beni mazur görmenizi rica ederim) bu vatan haini şöyle diyordu:

İsmet girmedi mi hâlâ hapse

Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur?

Maarif Vekâletinin sevgili memuru bulunan bir komünistin hapse girmesini temenni ettiği İsmet, pek kolaylıkla anlayacağınız gibi o zaman ki başvekil, şimdiki reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferlerinin Başkomutanı İsmet İnönü olduğu gibi, boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de, Ayvalık'ta Yunana ilk kurşunu atan alayın kumandanı Ali Çetinkaya'dır. Bu hezeyanları yazan Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Ali'nin şahsî sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.

2) Bugün Ankara'daki Dil Fakültesinde folklor doçenti olan Pertev Naili Boratav vardır. Nasıl bir komünist olduğunu bilhassa ben çok iyi bilirim. l936'da Maarif Vekâleti tarafından Asur ve Sümer dilleri öğrenmek için Almanya'ya gönderilmişti. Fakat daha Türkiye'de iken başladığı komünistliği orada azıttığı için arkadaşları Ziya Karamuk (Şimdi Samsun Lisesi müdürü), Fazıl Yinal (Şimdi Ankara'da Arşiv Mütehassısı) ve Şükrü Güllüoğlu (Şimdi İstanbul'da ticaretle meşgul) tarafından kendisine ihtar yapılmış, aldırmayınca resmen şikâyet edilmiş ve Maarif Vekâleti tarafından gönderilen Müfettiş Reşat Şemsettin (şimdi mebus) tarafından suçu sabit görülerek derhâl Türkiye'ye döndürülmüştür. Pertev Naili 6 yıl tahsil ettikten sonra doçent olacaktı. Fakat komünizmin faziletine bakınız ki yarıda kalan iki yıllık bir tahsilden sonra Türkiye'ye dönünce ilk önce maarif vekâletinde bir ambar memuru tayin edilmişken bazı mebusların

araya girmesiyle folklor doçentliğine getirildi ve dört yıl daha kazanmış oldu. İlk mektubumda size anlatmış olduğum Eminönü Halkevi'ndeki nümayişte, salonun sol tarafına oturup gürültü çıkaranlar arasında işte bu Pertev Naili Boratav'ın iki tıbbiyeli kardeşi de vardır.

3) Bugün İstanbul Üniversitesi'nin pedagoji enstitüsü başında bir Profesör Sadrettin Celâl vardır. Türkiye'de bu kürs-üye lâyık birçok kimseler varken onun buraya getirilmesinin sebebi sırf maarif vekili ile arasındaki şahsî dostluktur. Bu Sadrettin Celâl 1920'de Moskova'daki enternasyonal komünist kongresine Türkiye mümessiliyim diye giden, 1921–1924 yıllarında İstanbul'da Aydınlık diye dergisi çıkararak Türk milliyetini baltalamaya çalışan, Türkiye’de bir sınıf ihtilâlını yaparak Türk milletini birbirine kırdırmaya uğraşan, birçok askerî tıbbiyelinin komünist olarak okuldan kovulmasına sebebiyet veren (şimdi Rusçadan yaptığı tercümelerle edebi komünizm yapan Hasan Ali Ediz ve Anadolu'da bir kasabada mahpus olan Hikmet Kıvılcım bu askerî tıbbiyelilerdir), sonunda bu yüzden kendisi de hapse giren bir vatan hainidir. Bu vatan hainini ve hapisten çıkmış bir sabıkalıyı Türk üniversitesinde pedagoji enstitüsünün başına getirmek şaheser bir gaflettir.

4) Bugün Ankara'daki Dil Kurumu'nun azasından ve geçen devrenin mebuslarından (evet sayın başvekil, partinizin mebuslarından) bir Ahmet Cevat vardır. Türkçeyi tıpkı İstanbul Rumları şivesiyle konuşan bu dilci de 1920 yıllarında Rusya'ya kaçmış ve orada "Türk Komünist Fırkası Merkezi Komitesinin Harici Bürosu" azası olmuştur. Trabzon'da 1921'de halk tarafından linç edilen 16 komünist hakkında Rus komünistlerden Pavloviç'e yazdığı mektubu, Orhun'un 20 Şubat 1934 tarihli dördüncü sayısında neşretmiştim. Pavloviç'in İnkılâpçı Türkiye adı ile 1921 de Moskova'da neşrettiği kitabın 119–121. sayfalarından alınan bu mektubu tekrar neşrediyorum:

Aziz yoldaşım Pavloviç,

28 Kânunusanide Trabzon civarında vahşîcesine öldürülerek denize atılmış olan Yoldaş Suphi ile Türkiye Komünist Fırkasının merkezi komitesi azalarından 4 kişi ve 12 diğer komünist yoldaşlar hakkında sizinle ciddî görüşmek istiyorum.Kaybolan yoldaşlarımız hakkında epey zaman malûmat alamadık. Fakat sonra onların Trabzon burjuvazisi tarafından elde edilmiş cellâtlar tarafından öldürüldükleri anlaşıldı.

Ta Erzurum'dan başlayarak bizim yoldaşlarımız aleyhinde nümayişler başlamıştı. Halka diyorlar ki: Rusya'dan gelmiş olan Komünistler Bolşeviklerdir. Onlar mağazaları kapatmak için geldiler. Kimsenin almak ve satmak salâhiyeti olmayacaktır. Sonra taharriyata (araştırmaya) başlanacak, herkesin eşyası ve parası müsadere olunacaktır. Komünistler dinsizdir. Allah'a inananların hepsini hapse atacaklardır. Din, ticaret ve hususî mülkiyet Bolşevikler tarafından men edilmiştir.

Nümayişçiler arasında burjuvazi tarafından para ile elde edilmiş ve polis teşkilâtı tarafından komünistler aleyhine tevcih edilmiş cahil şahsiyetler çoktu. Bunlar bizim yoldaşlara hücum ederek taşlamışlar ve parça parça etmeye kalkmışlardır. Yolda bizim yoldaşlara kimse ekmek ve atları için yem satmıyordu. Komünistleri müdafaa için hükümetin tedbir aldığı yalandır. Bizim mevsuk membalardan aldığımız haberlere göre polisler ahaliyi dükkânları kapamaya teşvik ettikleri gibi, müdafaasız kalmış olan yoldaşlarımızı taşlamak içinde halkı tahrik etmişlerdir. Bu gibi hücumlara yoldaşlarımız dört yahut beş şehir ve kasabada maruz kalmışlardır. Fakat bu yoldaşlar en vahşî hücuma Trabzon'da uğramışlardır. Bunlar Trabzon'a gelir gelmez ahalinin bağırıp çağırmaları ve tahrikleri altında limana sevk edilmişlerdir. Burada onların üzerinde bulunan birkaç tabancayıaldılar ve sonra cebren bir motora koyarak denize açıldılar.

Bu motorun arkasından ikinci bir motorda sahilden ayrıldı. Bu motorda silahlı adamlar vardı. Bizim arkadaşları bağladılar ve süngüleyip denize attılar. Ve bunların tayfası herkese Türk komünistlerinin denizin dibine gittiklerini anlatıyorlardı. Rusya Şuralar Cumhuriyeti mümessili, yoldaşlarımızı istikbal etmek istemiş, fakat vali buna mâni olarak mümessilin evinden çıkmamasını emretmiş. Aksi hâlde halk tarafından parçala-nacağını bildirmiştir. Rus mümessilin bu vakayı Moskova ve Ankara'ya haber vermesi ve bizim yoldaşların cellâtlar elinden alınmasına çalışması lâzımdı. Fakat yazık ki o sırada Trabzon'daki Rus mümessili cesur bir adam değildi.

Trabzon'da bunu bilmeyen yoktur. Motorlar ve sahipleri malûmdur. Bu hâdisenin Belediye Reisiyle Millî Müdafaa Cemiyeti Riyaset Divanı tarafından yapıldığı söyleniyor. Burada (Rusya’da)

ise bu meseleye dair henüz bir karar alınmamıştır. Fakat artık susmak da imkân haricindedir. En iyi ve cesur arkadaşlarımızdan 16 yahut 17 sini kaybettik. Bizimle hemfikir olup cellâtların tezciyelerini(cezalarını) istemelisiniz. Trabzon'a gelecek her komünistin öldürülmesine karar verilmiştir. Anadolu burjuvası barbarca yaptığı cinayetlerden mesul olmadığını gördüğünden komünistleri şiddetle takibe devam ediyor. Cellâtlar tarafından öldürülmüş olan bizim en değerli yoldaşlarımızı müdafaa etmeyi üzerinize alacağınızı ümit ederim. Komünist selâmları ve hürmetler.

Ahmet Cevat

Türk Komünist Fırkası Merkezi Komitesinin Harici Büro Azası

Görülüyor ki Giritli Ahmet Cevat, millî ve dinî geleneklerine çok bağlı olan Trabzon halkının, din ve mukaddesat aleyhine tahrikât yapan 16 komünisti yok etmesini "Anadolu burjuvalarının barbarlığı!" diye vasıflandırıyorlar. Bu hareketi Türk polisi ve Millî Müdafaa Cemiyeti (yani Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) yaptırmış diyerek kurtuluş savaşında önderlik eden ve Halk Partisi'nin başlangıcı olan teşkilâtı tahkir ediyor. l6 serseri gebertildi diye yabancı bir devleti Türkiye işlerine karıştırmaya kışkırtıyor. Bütün bunları yaptıktan sonra da yılan gibi Türkiye'ye süzülerek sizin partinize girebiliyor ve geçen devrede mebusluğa kadar yükseliyor. Şimdi de Türk dilini yaratacak olan Dil Kurumu'nda bütün dillerin Türkçeden çıktığını ispata yeltenecek kadar milliyetçilik yapıyor. Biz buna razı değiliz. Siz, demokrat Türkiye'nin cidden demokrat olduğuna inandığımız başvekili herhâlde milletin arzusunu yerine getireceksiniz. Buna inanıyoruz.

Sayın Başvekil!

Bu saydıklarım komünist oldukları müspet vakalar ve vesikalarla bilinen kimselerdir. Yoksa bunların yanında daha birçoklarını saymak her zaman kabildir.

Boğaziçi Lisesi'nin son sınıfında iken arkadaşlarına karşı komünizmin müdafaa ve propagandasını yapan, onların millî mukaddesat diye bildikleri şeyleri tahkir eden, "günün birinde hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz" diye mukabil tehdit savuran Doğan Aksoy, nihayet Rusya'ya kaçarken yakalandığı, evrakı arasında Moskova damgalı mektup zarfları bulunduğu, dolabında Lenin vesairesin fotoğrafları yakalandığı ve millî mukaddesata karşı olan hareketleri arkadaşlarının şahitliği ile sabit olduğu hâlde maalesef mahkûm edilmedi. Davada şahit olarak benim de bulunduğum bu komünistin bilâkis lise imtihanlarını vermesine müsaade edildi. Şimdi felsefe talebesi olarak üniversitede bulunuyor. Esefle söylemek icap edilmesi gereken bu mikrop, serbest bırakıldı.

Sayın Başvekil!

Bunları gören vatanperver Türk çocuklarının kafasından neler geçtiğini bir lâhza düşündünüz mü? Bu çocuklar bazen bana: "Testiyi kıranla suyu getiren bir olduktan sonra niçin çalışalım? Niçin yurdumuza bağlı olalım? " diye sordukları zaman ben makul bir cevap veremedim. Bu cevabı sizden rica ediyorum.

Evet! Komünistler gizli propagandalarla- arasına kadar sokulmaya çalışıyorlar. Yine esefle söylüyorum ki hükümet bir ordu mensubunu komünistliğe başlamış gördüğü zaman ciddileşiyor da binlerce maarif mensubunu kıpkızıl komünist gördüğü zaman aldırış etmiyor. Maarif şurasında "aile bir zehirdir" diyerek cemiyetimizin temelini yıkmak isteyen bir Sadrettin Celâl'i pedagoji profesörlüğünde tutmakla bütün alay kumandanlarını komünistten seçmek arasında ne fark var?

Talim heyeti arasında komünistlerle kaynaşan Dil Fakültesinde solcu doçentlerin yapacağı zarar iki yedek subay talebe-sinin komünistliğinden bin kere korkunç değil midir? Daha birkaç gün önce İstanbul Tıbbiyesinde kimya doçenti Halil, asker talebelere hitaben: "Askerden nefret ederim" diye bağırdı. Bu sözün altında solcu temayülün açığa vuruşunu sezmiyor musunuz?

Bu solcuların, artık eski fikirlerinden caymış oldukları da müdafaa makamında söylenebilir. Fakat "sözü namus saymak" hususundaki geleneğimizi "burjuva budalalığı" diye gören komünistlerin verdiği söze inanmak, vatan ve millet karşısında en büyük gaflet değil midir? Dün dönenlerin yarın yine dönmeyeceklerine hangi teminatla bakabiliriz? Onlar samimî olarak dönmüş olsalar bile vaktiyle işlemiş oldukları suçtan dolayı, hiç olmazsa bugün millet işlerine karışmak hakkından mahrum edilmeli değil mi idiler? Tövbekâr olmuş bir fahişe artık namuslu sayıldığı hâlde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski düşüncelerinden dönmüş olan komünistlerinde devlet harimine alınmamaları gerekirdi. Yüz ellilikler de affedildi. Fakat onlara makinesinde en küçük bir vazife veriliyor mu?

Yüz ellikler acaba komünistlere göre daha mı suçludurlar? Unutmamak lâzımdır ki bu komünistler yurdumuzun içinde kalıp devlette yer işgal ettikçe yarın sınırlarda yurdu korumaya koşa-

cak olan Türk çocukları kendileri ve cephe gerilerini emniyette sanmayacaklardır. Acaba hangi düşünce ve hangi taktik, vatan çocuklarının bu emniyetsizlik duygusunu gidermekten daha üstün tutulabilir?

Fransa'da olup bitenler, hükümette yer almış komünistlerin bir vatanı nasıl batırdıklarını parlak bir örnek hâlinde göstermiyor mu? Bu komünistleri ileride Türkiye için seve seve can verecek Türkçü gençlerin tutabileceği yerlerden uzaklaştırmak, farzı muhal bir mesele doğursa bile, Türk oğullarını ıstırap içinde bırakmaktan doğacak millî zaaf kadar tehlikeli olabilir mi?

Sayın Başvekil!

Bütün milliyetçi Türkler sizinle beraberdir. Sizden, tarihimizin bu çetin anında vatan düşmanı komünizmin ezilmesini, bir daha baş kaldıramayacak şekilde ezilmesini istiyorlar. Mevcut kanunlar kâfi değilse bu bozguncular ocağının kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız. Kanun, millet vicdanın maskesi olursa manası olur. Millî vicdan vatan düşmanlarının tepelenmesini istiyor. Yurtsever Türk çocuklarının gözü önünde kötü bir örnek olan "komünistlere mevki vermek" usulünü derhâl kaldırınız. Yukarıda verdiğim örnekler yarının neslini yetiştirecek olan maarif sahasının bu mikroplarla nasıl bulaşmış olduğunu gösteriyor.

Haydarpaşa Lisesi'ndeki son hadise bu bulaşıklığın görülüp bilinen son delilidir. Bu olaylar karşısında Maarif Vekâletine de bir vazife düşüyor. Bu vazife klâsiklerin tercümesinden, sanki yabancı dil ve hatta Türkçe öğretimi pek yolunda gidiyor-muş da sıra kendisine gelmiş gibi bazı liselere konulan Latince ve Yunanca derslerinden daha ileri ve üstün bir vazifedir. Bu vazife Türk maarifini öğretmen olsun, öğrenci olsun, bütün komünistlerden temizlemek vazifesidir.

Maarif Vekâleti bir yandan, dersine bir tek gün gelmeyen öğretmenlerden doktor raporu isteyecek kadar güvensizlik gösterirken, bir yandan kanunlarımıza yasak edilen fikirleri Türkiye'ye sokmaya çalışmış olanlara karşı şaşılacak bir güvenle hareket ediyor. Bunu maarif vekâletinin kötü niyetine veya kastî hareketlerine yoramayız. Çünkü o takdirde maarif vekâletinin devatan ihanetinde ortaklığını kabul etmek icap eder.

Bunu, olsa olsa gaflete verebiliriz. Her ne kadar bir ve-kilin gafleti mazur görülmezse de kendisine yapılan ihtarlarla bunu tamir ederek iyi niyetini göstermesi her zaman kabildir. Aksi takdirde vekillik sandalyesinin, dilediğine dilediği mevkii vermek için kurulmuş bir lüks sandalyesi olarak telâkkisi manası çıkar ki bunu da demokrat ve halkçı Türkiye hükümetine yakıştıramayız. Maarif Vekâleti şimdiye kadar İnönü Ansiklopedisi'yle ve birçok kitapların ithafıyla devlet başkanına olan bağlılığını göstermeye çalıştı. Bu bağlılığın samimî olduğunu ispat zamanı gelmiştir. Millî şefe karşı o hezeyanları yazmış olan vatan haini başta olmak üzere bütün bu saydığım komünistleri hâlâ mühim vazifelerde tutmak bu bağlılığa tezat teşkil eder. Bağlılığın ispatı için bunların vazifelerine derhâl son verilmesi zarurîdir. Hatta, şimdiye kadar her nasılsa bir gaflet eseri olarak bunları vazifede tutmaktan doğan utancı silebilmek için bizzat Maarif Vekilinin de o makamdan çekilmesi çok vatanperver bir jest olurdu.

Maltepe, 21 Mart 1944,

Nihal Atsız’ın Orhun Dergisinde yayınlanan 2. Mektubundan sonra, komünist ve vatan haini olarak suçladığı Sabahattin Ali, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Falih Rıfkı’nın teşvikiyle Atsız hakkında kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle dava açmış-tır. 

a) Sabahattin Ali’nin Nihal Atsız Hakkında Açtığı Dava

Acılan dava Ankara’da görüleceği için; Nihal Atsız, 24 Ni-san 1944 tarihinde İstanbul Haydarpaşa’dan öğrencileri ve arkadaşları tarafından Ankara’ya uğurlanmıştır.

25 Nisan 1944 tarihinde salı günü sabahı 40–50 kadar Türkçü genç Atsız’ı Ankara Garı’nda karşılamış Sebat Oteline götürmüştür. 25 Nisan 1944 tarihinden 09 Mayıs 1944 tarihine kadar Atsız bu otelde kalmıştır. Atsız’ı karşılayan gençler arasında Reha Oğuz Türkan’da vardır.

Davanın ilk duruşması 26 Nisan 1944 tarihinde Ankara Adliyesine başlamıştır. 27 Nisan 1944 tarihli Cumhuriyet Gazete-sinin haberine göre, “ekseriyeti Ankara’daki yüksek tahsil gençliğinden oluşan kalabalık dolaysıyla salon da kıpırdayacak yer kalmamış, koridorlar ve binanın önü hıncahınç dolmuştur. Hâkim saat 10.00 da başlaması gereken duruşmayı başlatamamış, salonu boşaltırmış, dinleyicileri dışarı alarak kapıları kilitlettirmiş, duruşmayı yeniden başlatmıştır.

Nihal Atsız mahkeme heyetine: “Sabahattin Ali’den sorul-sun, hıyanetini ispat edelim mi? Buna razı mı?”  diye sormuştur.

 Ancak, dışarıdaki kalabalık kilitleri sökerek kapıyı sonuna kadar açmış, davayı izlemek üzere salona dolmuştur. Davacı Sabahattin Ali pencereden atlayarak kaçmıştır.

İddia ve savunmaların sunulmasından sonra Hâkim Saffet

Unan, hakarete dair kelimenin “vatan haini” kelimesinden ibaret olduğuna göre, vatan haini olduğunun ispat edilmesini isteyip istemediği sualinin davacıya sorulmasına karar vererek duruşmayı ertelemiştir. 3 Mayıs 1944 tarihinde çarşamba günü yapılan duruşmada da Ankara’nın milliyetçi gençleri, Adliye Sarayının koridorları ile çevresini ve Anafartalar Caddesini doldurmuştur.

Nihat Atsız’ın, mahkeme heyetine: “Sabahattin Ali’den sorulsun, hıyanetini ispat edelim mi? Buna razı mı?”  Diye sorduğu soruya Sabahattin Ali cevap vermemiştir. Mahkeme de “Vatan Haini” tabirini hakaret olarak görmemiştir. Böylece Sabahattin Ali’nin “Vatan Hainliği” mahkeme kararı ile tescil edilmiştir.

 Atsız’ın avukatı soruşturmanın genişletilmesini istemiş, fakat isteği kabul edilmemiş, duruşma 9 Mayıs 1944 tarihine ertelenmiştir.

Bu arada, Orhun Dergisi kapatılmış, 7 Nisan 1944 tarihinde de Atsız’ın Özel Boğaziçi Lisesindeki görevine son verilmiştir.

9 Mayıs 1944 tarihinde pazartesi günü yapılan duruşmada Nihal Atsız, edebi bir değeri olan şu savunmayı yapmıştır.

““Maalesef kendisine vatandaş denilen bir şahsın açtığı hakaret davasının hesabını vermek için karşınızda bulunuyorum. Müdafaaya başlarken şunu belirtmek isterim ki, mahkemenizin vereceği kararı lehime çevirmekiçin kanunun kaçamak yollarını arayacak değilim. Cezalardan, hapislerden ve daha ilerisinden korkan bir insan değilim. Başvekile yazdığım açık mektupları hem millî bir heyecan hem de millî ve son ucuna vardırılmış bir şuur içinde yazdım. Ankara’ya da her türlü neticelerini göze alarak ve kendimi değil, uğrunda her şeye razı olduğum vatandavasının küçük bir safhası olan bu davayı müdafaa etmek için geldim… Bana gelince: Bütün hayatım bir mevki temini için uğraşmadığımın örnekleriyle doludur. Nitekim şimdi de karşınız-da dururken, Türklük ve hakikat davasını müdafaa ettiğim için, hayatımda beşinci defa olarak, vazifesinden çıkarılmış, geçim

Vasıtası elinden alınmış bir insan olarak bulunuyorum… Muhterem hâkim. Sözlerimi bitirirken siz belki benim bir talepte bulunmamı beklersiniz. Ben büyük bir vicdan huzuru ve inanç sağlamlığı ile bütün samimiyetimle size her şeyi anlattım. Sizden beraat istemiyorum. Aile ocağıma bir an önce dönmek için sizden çabuk bir karar vermenizi istiyorum. Bu karar, benim mahkûmiyetimi istemesine rağmen, bende doğru bir kanun adamı intibaını yarattığı için, kendisine karşı içimde büyük bir saygı doğan müddeiumumî Hadi Tan’ın talebine iştirak şeklinde tecelli edebilir. Böyle olursa, bir vatan ve şeref davası yolunda olacağı için hayatımın en büyük övüncü olacaktır. Eğer olursa, böyle bir mahkûmiyetten doğacak şeref, oğluma bırakacağım yegâne mira-sın, şeref mirasının sağlam bir halkası olacaktır.”

Duruşma sonunda Atsız dört ay hapse, 66,66 liralık ağır para cezasına çarptırılmış, Cezası ertelenmiştir.

Duruşmanın sona ermesinden sonra, gençler toplu halde marşlar söyleyerek, “Kahrolsun Komünistler” diye sloganlar atarak Ulus Meydanına yürümüşler, orada milli marşlar söyleyip, konuş-malar yapmışlar ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüşmek istemişlerdir. Şükrü Saraçoğlu’nun yerinde olmadığını öğrenince tekrar Anafartalar Caddesine yönelmişlerdir.

Gençler ile polis arasında çatışmalar olmuş, bir kısım gençler yakalanarak emniyete götürülmüş, gözaltına alınmıştır.

Gözaltına alınanlar arasında Hukuk Fakültesi öğrencisi Sait Bilgiç, Cabbar Şener, Mehmet Irmak,  Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi asistanı Ahmet Ellezoğlu ve öğrencisi Osman Yüksel ile Sait Sadi Danişmetgazioğlu, Cevdet Savgar’da bulunmaktadır.

Tutuklanan arkadaşlarını kurtarmak üzere Mülkiyeli üç genç, Ali Çankaya, Osman Gümrükçüoğlu ve Ziya Çoker, Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay’a gitmişler sonuç alamamışlar, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’a gitmişler, sonuç alamadıkları gibi Tandoğan tarafından tehdit de edilmişlerdir.

b) Irkçılık Davası

Atsız – Sabahattin Ali davası bitmiş ama bu dava nedeniyle gelişen olayları anayasal düzene karşı suç niteliğinde kabul eden makamlar “Irkçılık ve Turancılık amacıyla Gizli Cemiyet Kurmak ve Hükümeti Devirmek anlamında niteleyen ilgili ve yetkili makamlar bu suçla ilgili sandıkları kişileri, yakalayıp yargılama kararına varmışlardır.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs 1944 tarihinde Gençlik ve Spor Bayramında yaptığı konuşmada, ırkçılığa ve Turancılığa düşman olduklarına, Turancılık fikrinin zararlı ve hastalıklı bir düşünce olduğuna, komşuluk ilişkilerimize zarar vereceğine, komşularımızı bize düşman yapacağına, ırkçı ve Turancıların gizli cemiyet kurduklarına, meclisin mevcudiyeti aleyhine, teşebbüsler ve tertipler kurduklarına vurgu yapmış ve bunlarla mücadele edileceğini duyurmuştur.

Hasan Ali Yücel Başkanlığındaki bir kurul, ırkçı ve Turancı olarak suçladıkları 47 kişilik bir liste hazırlayarak İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlığına göndermişlerdir.

Bu raporda adı geçen Nihal Atsız, Ankara’da tutuklanmış, onun ve tanınmış Türkçülerin ev ve iş yerlerinde aramalar yapılmış, bazı mektuplar ele geçirilerek delil sayılmıştır.

Atsız ve Ankara’da tutuklanan bazı gençler İstanbul’a götürülmüş, siviller, Sirkeci’de bulunan ve o yıllarda Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Hanı’na, askerler ise Tophanede bulunan askeri ceza evine kapatılmıştır.

Atsız’ın evinde yapılan aramada Alparslan Türkeş’in mektupları ele geçirilmiş ve suç delili olarak kabul edilerek, Erdek’te Üsteğmen olarak görev yapan Alparslan Türkeş’ de tutuklanmıştır. Evinde arama yapılmış, 600 ün üzerindeki kitabına da el konulmuştur.

13 Haziran 1944 tarihinde tutuklanan Alparslan Türkeş, Tophane Merkez Kumandanlığındaki ceza evinde bir hücreye kapatılmıştır.

Alparslan Türkeş tabutlukları şöyle anlatmaktadır. “İçeriye girdim, Savcı beni şöyle bir süzdü, görevlilere şu emri verdi:”

“-Üsteğmenimi götürün, mutena hücreleri bir seyretsin…”

 “Askerî Savcının ‘mutena’ dediği hücreler bölümüne doğru gittim. Yanımda polisler vardı. Koridorun ilerisindeydi. Beton duvarlara oyulmuş gibi yerlerdi. Tabut şeklindeydi. Âdeta duvarlardaki dikey oyuklardı. Telefon kulübesinden çok küçük, ancak bir insan alacak kadar. Duvarlarında demirden mengeneler ve prangalar vardı. Tavan çok alçak, bazılarının kapıları kapalı duruyordu. İçeriden, inleyen insanların sesi geliyor, benihâlâ gezdiriyorlardı. Bazılarının, kapı aralıklarından gözüm içeriye ilişiyor, oradakilerin perişan halini izliyordum. Kimi külçe gibi, kimi de üstüne abdest yapmış haldeydi. Tavanlarından da beş yüzer mumluk üç tane elektrik ampulü sarkıyordu.”

Hasan Ali Yücel Başkanlığındaki bir kurulun hazırlayarak İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına gönderilen 47 kişiden aşağıda ismi bulunan 23 kişi “ırkçılık ve Turancılık” suçlamasıyla tutuklanmıştır.

1.        Edebiyat Öğretmeni Nihal Atsız    

2.        Piyade Üsteğmen Alparslan Türkeş

3.        Dr. Yüzbaşı Hasan Ferit Cansever

4.        Dr. Üsteğmen Fethi Tevetoğlu

5.        Piyade Teğmen Nurullah Barıman

6.        Topçu Asteğmen Zeki Özgür (Sofuoğlu)

7.        Ulaştırma Asteğmen Fazıl Hisarcıklı

8.        Tarih Öğretmeni Hüseyin Namık Orkun

9.        Edebiyat Öğretmeni Nejdet Sançar

10.    Temiz Mahkemesi Evrak Memuru Saim Bayrak

11.    İstanbul Belediyesi Murakıbı İsmet RasinTümtürk

12.    Y. Mühendis Mektebi Öğrencisi Cahit Savaşfer

13.    Y. Mühendis Mektebi Öğrencisi Muzaffer Eriş

14.    Y. Mühendis Mektebi Öğrencisi Fehiman Altan

15.    Adana Adliyesinde Hâkim Adayı Cabbar Şenel

16.    Lise Öğrencisi Yusuf Kadıgil

17.    Türk Tarih Profesörü Zeki Velidi Togan

18.    Ankara Konservatuarı Direktörü Orhan Saik Gökyay

19.    İçişleri Bakanlığı Memuru Hikmet Tanyu

20.    İst. Ünv. Doktora Öğrencisi Reha Oğuz Türkkan

21.    Aydın Maliye Tahsilât Şefi Hamza Sadık Özbek

22.    Gazi Üniversitesi Öğrencisi Cemal Oğuz Öcal

23.    Ankara Adliyesinde Hâkim Adayı Said Bilgiç

Ayrıca Mehmet Külahlıoğlu ve Osman Yüksel Serdengeçti’de aynı davadan bir süre tutuklu kalmıştır.

Duruşmaların Başlaması

Irkçılık–Turancılık Davası, 07 Eylül 1944 tarihinde Tophane’deki 1 Numaralı Örfî İdare Mahkemesi’nde başlamıştır

Mahkeme, daha önce “Boğazlar Komisyonunun çalıştığı ve şimdi de Malûl Gaziler Yurdu olarak kullanılan köşkte kurul-muştur. Mahkeme salonunu gazeteciler ve dinleyicilerle hınca hınç dolmuştur. Sanıkların oturduğu yeri sıkı muhafaza altına alınmıştır. Aslında mahkeme salonu pek büyük değildir. 23 sanığın oturduğu tahta sıraların arkasında sadece bir sıra dinleyiciler için ayrılmıştır. Dinleyiciler de çoğunlukla sanıkların yakınlarıdır.

Duruşmanın ilk gününde Savcı Kazım Alöç, son soruşturma kararını okuduktan sonra, daha davaya başlanırken sanıkları peşin olarak suçlayan aşağıdaki “Resmi Tebliği” basın mensuplarına dağıtmıştır. Bu belge dava gelişim ve sonucunun nasıl olacağınıaçıkça ortaya koymaktadır.           

İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığınca hazırlanan bu tebliğde ““Irkçılık-Turancılık gayretleriyle gizli ‘cemiyet’ kurarak, millete ve vatana karşı hıyanet hareketine teşebbüs ettiklerinden dolayı, tahkikatları mevkufen yapılan şahıslar hakkında alınan son tahkikat kararı umumî efkâra, aynîyle arz olunur.” dedikten sonra devam etmekte ve “Teşkilâtı Esasîye Kanununun ana vasıflarını ihlâle matuf ırkçılık, Turancılık gayesiyle gizli cemiyet kurarak faaliyetve harekete geçtikleri anlaşılan ve Örfî idare Komutanlığınca yapılan tahkikatta; Bugünkü rejimimize ve vatandaşlarımızın hakikî milliyetçilik hislerine aykırı umdeleri ve bu umdelere varmak için gizli cemiyetleri, faaliyet programları, teşkilât ve propaganda organları, hatta muhaberelerini gizli tutmaya matuf şifre ve parolaları olduğu, memleketin muhtelif Mıntıkalarında ve bilhassa her çeşit terbiye müesseselerinde masum gençlerin milliyetçilik, vatanseverlik duygularını istismar ederek kendilerine taraftar toplamak ve bu suretle hükümeti devirerek hedeflerine ulaşmak için devamlı ve sistemli bir faaliyet sarf ettikleri ve memlekete zararlı ideolojilerini tahakkuk ettirmek yolunda muhtelif gruplar halinde çalıştıkları anlaşılmıştır.

Memleketin emniyeti aleyhine bu gizli cemiyetleri kendi maksatlarına göre tevcih etmek isteyen yabancı teşekküller de hareketsiz kalmamış ve bu suretle içten beliren fesat ve hıyanet hareketlerinde dış unsurların tesir ve müdahalesi de görülmüştür. Denilmektedir.

Duruşmalar başladığında, sanıkların işkence gördüklerini söylemesi üzerine İnönü hayranı olan savcı, Efendim, biz bunları huzurunuza misafir olarak değil, hükümeti devirmek isteyen vatan hainleri, katiller ve caniler olarak sevk ettik. Kendileri Pera Palas Otelde oturtacak değildik. Bunları huzurunuza Reisicumhur namzedi olarak da çıkarmadık. Onun için elbette her nevi zulmü görmüşlerdir, göreceklerdir.”Demiştir.

Sanıkların avukatı; “Huzurunuzda mahkeme edilmekte olan vatandaşlar henüz hükümlü olmayıp, sadece sanık durumundadırlar. Savcı Kazım Alönç’ün bu beyanlarının aynen zapta geçilmesini talep ederim.” demiştir.

İnsanlıktan, Birlikte Yaşamaktan Uzak Olanları Fazla Da Şımartmayalım İnsanlıktan, Birlikte Yaşamaktan Uzak Olanları Fazla Da Şımartmayalım

Alparslan Türkeş’in Savunması

Çeşitli İşkenceler, tabutluklar, psikolojik yıldırma uygulamaları sonrasında, 20 Ekim 1944 tarihinde hâkim karşısına çıkarılanAlparslan Türkeş, davasının haklılığını “Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği isnat edilmiştir. Bunu şiddetle reddederim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanımı severim. Kelimenin tam manasıyla milletsever bir Türk subayıyım.cümleleriyle özetlemiştir.

Türkeş, kendisine yöneltilen suçlamaları reddetmiş“Biz, milliyetçiyiz. Biz bütün Türklerin, dünyada yaşa-yan Türklerin mutlu olmasını istiyoruz, esaretten kurtulmasını istiyoruz. Yani bu fikir, eğer Turancılıksa; bu fikri taşıyoruz. Biz komünizme karşıyız. Komünizm ideolojisi, beğenmediğimiz bir siyasî ve iktisadî görüştür. Biz milliyetçi yazılar yazmayı, memlekete hizmet kabul ettik. Onun için, Orkun Dergisine yazı gönderdim. Nihal Atsız Bey’le zaman zaman memleket meseleleri üzerine mektuplaştık.”demiştir.

Hâkimin Turancılık hakkındaki fikirlerini sorması üzerine Türkeş: “Benim fikrime göre her şeyden mühim olan vesaire saha-a en ileri dereceye ulaşması için çalışmak lâzımdır... Turan, yani

Türk Birliği yalnız Asya’dakiler değil, bütün Türklerdir. Yani ilmî manasından başka olarak Türkiye’dir. Memleketimizin ilim, irfan, sanayi, iktisadı bütün yeryüzündeki Türklerdir. Yani Türk Birliği yalnız Asya’dakilerle değil, Bulgaristan’daki, Yunanistan’dakivesaire yerlerdeki Türkleri de içine alan bir mefhum-dur.” dedikten sonra savunmasının devamında 1990’lı yıllara ışık tutarcasına Sovyetler Birliği’nin dağılabileceğini, Turancılık hare-ketlerinin daha da hızlanabileceğini, Rus ve İngiliz işgali altındaki Türk topraklarının esaretten kurtulabileceğini şu cümlelerle ortaya koymuştur: Efendim, meselâ 1917 de olduğu, gibi 1965’te veya 1999’da Rusya’da bir ihtilâl zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye harp endüstrisi bakımından da ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur. Ve Türkiye’nin müzahereti ile bu birliğe doğru yürünebilir. İşte fırsat budur.”

Bilindiği gibi Atatürk de Cumhuriyetin onuncu yılında 1933’te Sovyetler Birliği’nin dağılacağına ilişkin olarak benzer öngörülerde bulunmuş ve dış Türklerle ilgili şöyle uyarıda bulun-muştur: Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İste o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprülerisağ-lam tutarak.Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür... Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiziçinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını beklememeliyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir.”

Alparslan Türkeş; Yine “Türkiye’nin Meselleri” “Temel Görüşler” “Dokuz Işık” adlı eserlerinde bu konulara değinmiş ve şöyle demiştir.

“İster Türkiye içinde ister dışında ister evrende nerede olursa olsun Türk Milliyetçisi, oradaki Türklere karşı ilgi ile, saygı ile doludur. Mademki bizim milletimizdendirler, onlarla bizden başka kim ilgilenecek? Onlarla ilgilenmeliyiz. Bu, milliyetçilik anlayışımızın bir prensibidir. Yalnız bu prensibin işlemesi bir şarta bağlıdır: Onlarla ilgileneceğiz ama onlara sevgi göstermek hiçbir şekilde Türk Devletine ve milletine zarar vermemelidir. Bu şarta bağlı olmak kaydıyla onlarla ilgileneceğiz. Eğer zarar doğacaksa derhâl bu münasebetten vazgeçeriz. Neden? Çünkü Türkiye yeryüzündeki Türklerin tek bağımsız devletidir. Onu hiçbir tehlikeye sokmamak, büyük Türkçülük fikrine en büyük hizmettir.”

Bu dava 66 oturum sürmüş sonuçta ise, 29.05.1945 tarihinde perşembe günü verilen kararla; Alparslan Türkeş, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkan, Nurullah Barıman, Cihat Savaşfer ve Cemal Oğuz Öcal’a on yıla kadar uzanan hapis ve sürgün cezaları verilmiş, diğer sanıklar ise berat etmiştir.

 Bu duruşmalardan 47 yıl sonra Alparslan Türkeş’in, 58 yıl sonra da Atatürk’ün ön görüleri gerçek olmuş, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağılmış ve Sovyetler Birliği’ni teşkil eden cumhuriyetlerden 5 Türk Devleti bağımsızlığını kazanmışlardır.

Davaların Yargıtay Aşaması

İstanbul 1. Sıkıyönetim Mahkemesinin 29.05.1945 tarihinde verdiği karar Askeri Yargıtay’a gelmiş, Yüksek Mahkeme, İstanbul 1. Sıkıyönetim Mahkemesinin vermiş olduğu kararı usul ve esas yönünden bozarak; Tutuklu sanıkların hemen salı verilmesine ve davanın 2. Sıkıyönetim Mahkemesinde görüşülmesine karar vermiştir. Bu karar 26 Ekim 1945 tarihinde yıldırım telgrafla İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına bildirilmiş ve tutukluların salı verilmesi sağlanmıştır. Böylece, Türkçülerin bir yıl beş buçuk ay süren çileli zinden hayatı sona ermiştir.

Davaların Tekrar görülmesi ve Sanıkların Beratı

Askeri Yargıtay’ın; İstanbul 1. Sıkıyönetim Mahkemesinin vermiş olduğu kararı usul ve esas yönünden bozarak; İstanbul 2. Sıkıyönetim Mahkemesinde Tekrar görülmesine karar verdikten sonra dosya bu mahkemeye gelmiş, duruşmalara 26 Ağustos 1946 tarihinde başlanmıştır.

Bu mahkeme heyetinin yapmış olduğu 31.03.1947 tarihinde ki son duruşmada bütün sanıkların beratına karar verilmiştir. 2. Sıkı-yönetim Mahkemesi’nin bu kararı Adlî Amirlikçe temyiz edilmiş ise de Askerî Yargıtay bu isteği ret ederek Mahkemenin kararını onaylamıştır. Ardından gelen “tashihi karar” istemişse de kabul edilmemiştir.

Böylece, pek çok sıkıntılara ve çilelere mal olan tarihî dava Türkçülerin, dolayısıyla Türkçülüğün aklanması ile son bulmuş ve Türkçülüğün ve Turancılığın suç olmadığı mahkeme karı ile tescil edilmiştir.

Bu nedenle Türkçü ve Turancı Türk milliyetçileri 3 mayısı Türkçüler günü ( Türkçüler bayramı) olarak kutlamaktadırlar.[1]

Bu vesile ile Türk milliyetçilerinin Türkçüler Gününü kutlar, hayatta olanlara sağlıklı uzunömürler diler, ebediyete intikal edenlerin de mekânlarının cennet olmasını niyaz ederim.

Ne mutlu Türk’üm diyene

Cemal YAVUZ - 03.05.2025

 

 

 

 

 


[1] KAYNAK: YAVUZ Cemal, BİR DAVA İKİ LİDER Gece Kitaplığı Yayınları, Ankara, 2020 SS.10-42

Editör: Kerim Öztürk