KIZILELMA’DAN İLK SÖZ EDENLER

‘Kızılelma’ hikâyelerini nakleden, yazılı metin olarak bize ulaştıran iki ana kaynak / kaynak şahıs vardır; Evliya Çelebi (ö.1684) ve tarihçi Peçevî İbrahim Efendi (ö.1649).

Bu iki müellif de aynı zamanda görgü tanığıdır. Bu müellifler verdikleri bilgiler bakımından birbirini tamamlar mahiyettedirler.

Bu dönemin yazılı metinlerine, seyahatname, tarih ve benzeri kaynaklarına göz attığımızda nereden aldıklarını açıkça belirtmeden sık sık ‘Kızılelma’ ifadesini Kullanmış olduklarını görürüz. Esas dikkatimizi çeken husus ise, ‘Kızılelma’ teriminin o zamanki dünyanın önemli başkent ve kültür merkezlerinde ortaya çıkmış olmasıdır. Gerçekten de yazılı kaynaklarda yer alan ‘Kızılelma’nın geçtiği coğrafya ve kentler şöyledir:

İstanbul (Bizans) ‘Kızılelma’sı,

Roma (Rim Papa) ‘Kızılelma’sı,

Viyana ‘Kızılelma’sı,

Engürüs (Budin) ‘Kızılelma’sı,

Orta Macar (Estergon Kalesi) ‘Kızılelma’sı,

Engürüs (Üstoynj Belgrat). ‘Kızılelma’sı,

Almanya’da (Büyük Kalona-Köln) ‘Kızılelma’sı

Kızılelma söylenceleri 16. yy’dan 19. yy’ın sonlarına kadar, dört yüz yıl resmî tarihin dışında, masal, hikâye menkıbe ve söylence olarak geniş halk kitleleri arasında sessizce devam etmiştir. Tasavvufî bir deyişle söylemek gerekirse; ‘Kızılelma’ düşüncesi sırlanarak, belli şifre ifadeler ve sembollerle varlığını sürdürmüştür.

Toplum hafızasında hayal meyal bir kavram olarak 19. yy’ın sonlarında son büyük Türk devleti olan Osmanlı çökerken, şairler düşünürler ve yazarlar birdenbire bu yarı hayal yarı gerçek kavramdan yeniden söz etmeye başlamışlar. Bunlardan ilki de Ziya Gökalp’tir.

Gökalp, zamanın önemli Türklük merkezlerinden olan Diyarbakır’da Osmanlı Türk Devleti’nin, yani yedi asırlık koca bir çınarın devrilişini ruhunda hissederek yaşamış, ve bu çöküşteki trajediyi hazmedememiştir. Türk’ün binlerce yıllık eski dünya hâkimiyeti sonunda önce toplum çözülüp dağılmaya başlamış bu durumda son Türk devleti Osmanlı yıkılmıştı.

Bu yıkılış onun zihninde fırtınalar koparmış; neden, niçin sorularına bulduğu cevaplar ona yetmemiş, bu büyük acıdaki sırra ermek için zihnini daha çok zorlamıştır. İşte meşhur “Kızılelma” manzumesi bu ruh haliyle yazılmıştır.

Ziya Gökalp başlangıç dizelerinde ‘Kızılelma’yı şöyle tanımlar:

Zemini mefkûre, semâsı hayal

Bir gün gerçek, fakat şimdiki masal

Türk medeniyeti taklitsiz, safî

Doğmadıkça bu yurt kalacak hafî

O zamanlar Ziya Gökalp’ın “Kızılelma” şiiri; bir ‘ülkü’, kaybedilen ‘zihinsel bir aktivitenin’ hatırlanması, Türk milletinin gelecek projesi olarak değerlendirilmişti. Tam da I. Dünya Savaşı’nın arifesinde, unutulmuş olan bu ‘Kızılelma’ sembolüne yüklediği mânâyla Turan ideolojisinin adeta bir tefsirini yapmıştı.

Bu söylemdeki vurgu ile ‘Kızılelma’ kavramının farklı bir yönüne, düşünce boyutuna dikkat çekilmişti. Türklerin yüzyıllarca süren sarsılmaz güç kaynağının düşünebilme, düşünce üretebilme yeteneği olduğuna işaret edilmişti. Buradan hareketle düşünce üretme yeteneği ‘ülkü’ olarak kavramlaştırmıştır. Böylece gerçekte Türklüğün varlığından doğan ‘Kızılelma’ kavramına kültüre, evrensel bir anlam kazandırmış olduğu düşünülmektedir.

Balkan Harbi söylentileri arasında, 1913 yılında yayınlanan “Kızılelma” manzumesi, bütün Türk dünyası tarafından heyecanla karşılanmış, toplumun tarihî genlerinde saklı bir şeyleri harekete geçirmiş ya da toplumun unuttuğu sanılan bir sırrın varlığını hissettirmiştir.

Bu durum, sadece Türk dünyasının değil, bazı Macar Turancılarının ve birtakım Alman müsteşriklerinin de ciddi olarak ilgisini çekmiştir. Bunlardan Karl Brockelmann ve Martin Hartmann bu kavramın menşeini Hesperiden (Hera=Yunan) mitolojisinde aramışlar, orada bulunan (Tanrıçaların altın elmalarına bekçilik eden dört peri, altın elma bahçesi) tasavvurundan geldiği şeklinde izahlara girişmişlerdir.

Bizde, ‘Kızılelma’ sırrını anlamaya ve çözmeye çalışan çok sayıda düşünür, yazar ve aydın olduğu bilinmektedir. Aşağıda verdiğim isimler bu aydınlardan bazılarıdır.

Ömer Seyfettin

Şeref Uluğ

Nihal Atsız,

Dr. Mustafa Hakkı Akansel,

Osman Turan,

İbrahim Kafesoğlu:

İsmail Hami Danişment:

Orhan Şaik Gökyay

Bu yazarlarımızın, ‘Kızılelma’nın ne olduğu ile ilgili yaptıkları tespitler toplu olarak şöyledir:

- Mutlak dünya hâkimiyetinin sembolüdür.

- Hakk’ın (Tanrı’nın) Hakan’ı göndereceği yerdir.

- Türk’ün gerçekleştirmek istediği ülküsüdür.

- İlahî ve sırlı bir bilgidir.

- Millî asabiyet, millî ahlâktır.

- İstanbul’un sembolüdür.

- Türk Ordusunun manevi hedefidir.

- Türk’ün yüreğindeki coğrafyanın merkezi yerleşim bölgesidir.

Bütün bu değerlendirmeleri iki düşünce, iki ana öğe etrafında toparlamak mümkün bunlar;

I- ‘Kızılelma’ ilahî (tanrısal) ya da zihinsel bir bilgi, bir sır ya da şifredir.

II- ‘Kızılelma’ coğrafi bir mekâna ulaşma düşüncesi,

İkinci tanıma göre; burada tarif çok açık ve nettir:

“Türkler coğrafî ve hatta siyasi olarak ulaşmak istedikleri her hedefin adını ‘Kızılelma’ koymuşlardır” dendiği zaman mesele hallolmuş olur. Yani izah edecek, irdelenecek bir konu kalmaz. Ama bu izah pek ikna edici olmaz. Millet olarak da böyle düşünülmediği için, yüzlerce yıl ‘Kızılelma’ olgusu izah edilememiş gizemini koruyarak sürüp gelmiştir. Açıkçası bu konu henüz açıklığa kavuşmamıştır...

***

‘Kızılelma’ imgesinden hareket ederek, bu kavramı meydana getiren objelerin izini tarihî kronoloji, ilahiyat, mitoloji, tarih, folklor, edebiyat ve diğer anlatı disiplinleri içinde sürersek günümüze uzanan bir senteze ulaşabilir ve ‘Kızılelma’ fenomenin objektif izdüşümünü tespit edebiliriz diye düşünüyoruz.

Öncelikle ‘Kızılelma’nın kökenini (sosyal ve coğrafî zemîni) tanımlamak lâzımdır. Zemin elbette ki “Turan Zemin”, zaman ise tarihten de öte belki tarih öncesi zamanlarıdır.

***

Türk kültür tarihinin ve sosyal yapısının dinamiklerini en iyi kavramsallaştırabileceğini düşündüğüm “Turan Zemin” kavramı yeni bir teklif olarak burada çok işimize yarayacak gözükmektedir.

Türk milleti 5.000 yıllık tarihi süreç içerisinde Asya, Avrupa ve Afrika coğrafyasında siyasal olarak kontrol ettiği 55 milyon km2’lik alanda barış, hoşgörü ve adaletin öncüsü olmuştur. Bu coğrafyalardaki bütün kadim medeniyetlerle kültürel ve siyasal ilişkilerde bulunmuş, tarihin kıdemli bir milletidir. Kuzeyde ‘tün’ ortasından güneyde ‘kün’ ortasına kadar; tundra kuşağından Akdeniz havzasına, Mezopotamya’ya, Türkistan’dan, Adriyatik sahillerine kadar ulaşan 12 milyon km2’lik alan Türk kültür ve medeniyetinin tarihsel olarak meskûn olduğu coğrafyadır.

Coğrafi keşifler öncesi Amerika ve Avustralya kıtaları haricindeki halklar ve toplumlar için dünya Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarından ibarettir. Kadim coğrafi literatürde bu alana “Eski Dünya” denir. Toplam alanı 85 milyon km2’dir. Bu alanın 2/3’ünü oluşturan 55 milyon kilometrekarelik alan tarihsel süreçte Türk boy ve topluluklarının siyasal olarak denetim altına aldıkları alandır. Türk kültürünün coğrafi derinliği ve genişliğine bakıldığında Avrasya’nın kalpgâhı olan bir bölgeyi kapsadığı görülür. Budapeşte’de Gül Baba Tekkesi’nin bulunduğu yer batıdaki en son noktadır.

Saha-Yenisey hattından Tarım Havzası’na kadar olan alan ise en doğu uçtur. Güneyde Sudan –Hartum’dan Yemen’e, kuzeyde Tundra kuşağını takiben Petersburg, Tümen ve Sibirya’ya kadar alan Türk kültürünün coğrafyasıdır. Bütün bu coğrafyalarda Türk kültürünün izleri/eserleri vardır. Burada sorulması gereken soru şudur:

İnsanlık tarihinin ilkel dönemlerinde Avrasya’nın tamamına yüzlerce yıl (takribi 2.000 yıl) bir nevi dünya hâkimiyeti kuran Türkler, bu enerjiyi, beceriyi ve gücü nerden alıyorlardı?

Bu sorunun cevabını yüzlerce yıl sonra Ziya Gökalp’in bulduğunu düşünüyoruz. Şimdi adım adım ilerleyeceğiz, açıkçası bir nevi iz süreceğiz.

TARİHÎ-MİMARÎ ESERLERDE ‘KIZILELMA’ SEMBOLLERİ

‘Kızılelma’yı zihinsel bir aktivite olarak değil de nesnel bir varlık olarak imgeleyince arayış maddi unsurlara yönelir...

Ey Gümüşhane siyasetçileri! Ey Gümüşhane bürokratları! Ey Kürtün halkı! Ey Gümüşhane siyasetçileri! Ey Gümüşhane bürokratları! Ey Kürtün halkı!

Ayasofya Camii’nin kubbesindeki ‘Kızılelma’ (Altun Top) işte böyle bir şey. Bu konu ile ilgili Hadîkatü’l-Cevâmi’deki notu aynen naklediyorum:

“…Büyük kubbeden avîze olan top kandil Sultân Ahmed Hân-ı Sâlis’in evahirinde konmuştur.

Aslında anın yerinde altıntop ‘Kızılelma’ var idi ve câmi’lerde olan top kandillerin ibtidâ zuhuru ol târihlerde Şehzade Câmi’inde vâki’ olmuşdur ve bu câmi’-i şerîfde olan iki fenâr kandiller Fâtih merhumundur.”

‘KIZILELMA’NIN HÜKÜMDARLIK ALÂMETİ OLARAK GÖRÜLMESİ

Cihangir Timur’un saray otağında bunun kullanıldığını Kastilyalı elçi Ruy Conzales de Clavijo’dan dinleyelim:

“Timur dört köşeli büyük bir çadırda oturuyordu. Bu çadırın dış duvarlarını yirmi dört küçük ahşap direk taşıyordu, öyle ki tamamı otuz altı kazık direk kullanılmıştı.

Ucunda tavlanmış bakırdan Bir elma (‘Kızılelma’) bulunan yüksek bir direk vardı.

Bunun tepesine bir hilâl tutturulmuştu. Çadırın tepesi de aynı şekilde dört köşeli idi, dört köşesinde dört direk vardı. Bunlardan her birinde elma ve hilal bulunuyordu.”

Büyük Turan hakanlarından biri olan Timur bu çok eski geleneği sürdürüyor, ‘Kızılelma’nın bir türevini otağının tepesinde hilalle birlikte taşıyordu. Demek ki ‘Kızılelma’ burada hükümdarlık sembolü olarak görülüyor.

OSMANLI SULTANLARI ELİNDE HÂKİMİYET ALÂMETİ OLARAK ‘KIZILELMA’

Bilebildiğimiz en eski tarihten itibaren Turan milletleri ve bunların uzantıları olan hükümdarlıkların söylence, belge ve tarihlerinde iz sürerken, birdenbire Topkapı Sarayı Müzesi’nde ‘Kızılelma’nın somut resimleriyle karşılaştık.

Konunun teknik tespitini sayın Prof. Dr. Banu Mahir’den öğreniyoruz:

“Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde, I. Ahmet Albümü adıyla tanınan bir albüm var. Elinde altın küre tutan ve Sultan Osman Gazi’den, Sultan III. Murad’a kadar, on iki Osmanlı sultanının seri olarak hazırlanmış minyatür tekniğindeki portreleri yer almaktadır. Bu portrelerin kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor.

Söz konusu portreler, 16. yüzyılın ünlü nakkaşı Osman’ın Saray şehnamecisi Seyyid Lokman ile birlikte tasarlayıp, hazırladıkları;

‘Kıyâfetü’l-İnsâniyye fi Şemâili’l-Osmaniyye’ adlı eserin içerisinde yer aldığından Nakkaş Osman ve Seyyid Lokman veya bunlardan biri tarafından yapıldığı düşünüle bilinir.”

Bu portrelerden, elinde bir ‘Kızılelma’ tutan isimler şunlardır:

Osman Gazi, Sultan Orhan, Sultan I. Murad, Sultan Yıldırım Bayezid, Sultan II. Murad, Fatih Sultan Mehmed, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim (İki Elinde İki Kızılelma), II. Selim, III. Murad

Osmanlı sultanlarının ellerinde altın küre ‘Kızılelma’ tutarak tasvir edilişlerine, ilk kez 16. yüzyılın son çeyreği içerisinde rastlanmakta ve 18. yüzyıl başlarından sonra ise, bu motifin sultan portreciliğinden çıktığı belirlenmektedir.

Öncelikle, izlediğimiz sultan portrelerinde sultanların ellerinde bulunan altın kürenin, ‘Kızılelma’ olduğunu belirtelim.

Sonuç olarak, Türkler arasında eskiden beri cihan hâkimiyeti ve hükümdarlık timsali olan ‘Kızılelma’nın 16. yüzyıl son çeyreği ve 17. yüzyıl başında hazırlanan albümlerde yer alan minyatür geleneğindeki Osmanlı sultan portrelerinde resmedilişinin, yazılı metinlerde yaygınlaştığı döneme rastladığını söyleyebiliriz.

‘Kızılelma’ efsanesinin ve ‘Kızılelma’ idealinin Sultan III. Selim zamanında Nizam-ı-Cedid’in kuruluşuna kadar, yani 18. yüzyıl sonlarına değin Yeniçeriler arasında yaşadığı anlaşılmaktadır. Nitekim 18. yüzyılda eserler vermiş Osmanlı nakkaşı Levnî’den sonra, ‘Kızılelma’ sembolünün sultan portreciliğinden çıktığı ve sonraki serilerde yer almadığını görüyoruz.

EVLİYA ÇELEBİ, ‘KIZILELMA’YI TARİHİN GÜNDEMİNE TAŞIYOR

Evliya Çelebi, Edirne’yi hem Osmanlı’nın hem de Yunan’ın (bu günkü karşılığı topyekûn ‘Batı’ yani Avrupa) ikinci büyük şehri ve başkenti olduğunu söylüyor. Batı’nın ana merkezlerinden olan Almanya’nın ve özellikle bilâd-ı Kızılelma’nın, yani ‘Kızılelma’ şehirlerinin kapısı olarak nitelemekte. Diğer bir ifadeyle Edirne; Batı’nın (Avrupa ülkeleri) kilidi, daha başka bir deyişle o zamana göre bütün dünyaya açılan bir mühür, bir kapı olarak görülüyor.

17. yy’da nerede ise Baltık kıyılarına varan Osmanlı sınırları Evliya’nın işaret ettiği kilide, Edirne’ye gerileyip dayandı. Allah’tan kilit bu sefer Batı’ya kapandı da Edirne’den bu tarafı elde tutabildik.

KEHANET

Tam da bu konuda Evliya Çelebi bir kehanetten bahseder. Evliya’nın Muhiddin Arabî’ye dayanarak verdiği bilgiye göre;

“Viyana’dan Londra’ya Paris’ten Hollanda’ya, İskandinav ülkelerinden İspanya’ya kadar bütün Avrupa ‘Kızılelma’ coğrafyasına dâhildir ve de kesinlikle Osmanlı (Türk) topraklarına katılmalıdır.”

Zaten Budin, Belgrat, Edirne ‘Kızılelma’nın Gazileri Alp-erenleri ile lebalep doludur. Bu ilahî müjdeyi gerçekleştirmek için harekete geçilmelidir.

Evliya Çelebi’nin bu satırları kaleme aldığı tarih muhtemelen 1660’lı yıllara denk gelmektedir. Bu tarihlerde Avrupa gerçekten tam bir çöküş yaşamaktadır. Halk inanılmaz derecede ağır şartlarda yaşamaya çalışmakta, buna bağlı olarak da salgın hastalıklar her tarafı kasıp kavurmaktadır. Üstüne üstlük Hıristiyan dünyasını sarsan ve nüfus erimesine sebep olan mezhep savaşları hiç durmamaktadır. Amerika kıtasına kaçış Avrupalı için cennete kaçış gibidir.

Ama Muhiddin Arabî (1162–1240) biz fanilerin bilemeyeceği bir boyuttan bakarak henüz Osmanlı’yı kuracak olan Kayı Aşireti Anadolu’ya bile ayak basmamışken; Osmanlı Devleti’nden bahsetmekte, ‘Kızılelma’yı ima etmekte ve sanırım henüz gerçekleşmemiş ama gelecekte mutlaka gerçekleşecek önemli bir hadiseden sözetmektedir:

“Bütün Avrupa ‘Kızılelma’ bölgesidir buralarda Nasranî kalmayacak, tamamı Müslüman olup Türkleşecek. Bu kabiliyeti gösteremeyenler de Yeni Dünya’ya, (Amerika’ya) sığınacaklar, orası onların yeni cehennemi cümle nasârâ Yeni Dünya bulunup onda gidüp nasârânın dâr-ı bevârları ola”

Peki, bu ne zaman olacak? Bence bu oluşum çoktan başladı, sanırım biz bu sürecin içindeyiz. Evliya Osmanlı Devleti’nin 1663–1664 Almanya seferini bizzat katılarak müşahede edip kaleme aldığını, özellikle bu seferi “Alaman ‘Kızılelma ’gazası” olarak İsimlendirdiğini unutmayalım. Ama asıl unutamayacağımız bir ‘Kızılelma’ söylencesi daha var ki ona da Avrupa kentlerinden nerdeyse bin yıl evvel Roma’da rastlıyoruz.

ROMA İMPARATORLUĞU VE İLGİNÇ BİR ‘KIZILELMA’ SÖYLENCESİ

Lucius Tarquinius (Tarkan) Superbus, Roma Krallığı’nın yedinci ve son Roma kralıdır. Ama konunun asıl ilginç yanı kralın Etrüsk yani Türk-Turan kökenli olmasıdır. MÖ 535-MÖ 510 yılları arasında tahta çıkmıştır. Zaten MÖ 510 yılında tahttan indirilmesinin ardından Roma’da cumhuriyet kurulmuştur.

Bugünkü İtalya’nın Etrüsklerin yoğun yaşadıkları yer olarak bilinen bir bölgesinde yer alan tarihî Cumae kentinin şamanı (kâhin rahibesi); Roma’nın yedinci kralı, Etrüsk (Türk) kökenli Tarquinius (Tarquin-Tarkan) ile bir görüşme talep eder ve huzuruna çıkar.

Şaman kadının elinde, ‘tüm zamanların bilgeliğini’ içeren dokuz kitap vardır. Bunları kendince uygun bir fiyat karşılığında Tarquinius’a satmayı önermektedir. Ancak o denli yüksek bir bedel talep eder ki... Bu meczup görünüşlü kadına kuşkuyla bakmakta olan kral ile danışmanları, bunun “cüretkâr bir şaka” olduğunu düşünürler ve alaycı tavırlarla teklifi geri çevirirler.

Şaman (yaşlı kadın), karşılaştığı davranıştan hiç hoşnut kalmamıştır; pazarlığa garip ve alışılmadık bir yöntemle devam ederek, elindeki kitapların üçünü yakar ve kalan altısını aynı bedelle bir kez daha kralın önüne koyar. Tarquinius, son derece hiddetlenirse de karşısındaki nihayet bir şamandır, öfkesini tutar ve sesini çıkaramaz. Teklifle hiç ilgilenmediğini kesin olarak söyleyip, arkasını dönüp gider. Şaman kadın bu kez, üç kitabı daha yakar ve geriye kalan son üç cildi, ilk başta dokuz kitap için istediği fiyatın iki katını söyleyerek seslenir Tarquinius’a.

Kendinden son derece emin görünen yaşlı şamanın tavırları karşısında Roma’nın sert ve otoriter yöneticisinin direnci kırılmıştır. İçini giderek kabarmakta olan bir merak kaplamakta ve kitaplarda nelerin yazılı olduğunu öğrenmek arzusu giderek artmaktadır. Biraz daha tereddüt ettiği takdirde bu merakını hiç gideremeyeceğini fark eder ve yaşlı şaman kadına istediği her ne ise çar naçar öder.

Daha kitaplara üstünkörü göz attığı anda da, elindeki belgelerin ne denli önemli ve değerli olduğunun farkına varır. Bu üç kitabı Capitoline Tepesi’ndeki üç önemli tapınağın, yani Jüpiter, Juno ve Minerva Tapınaklarının yeraltındaki gizli odalarında koruma altına aldırır. Kimse onlara elini sürmeyecek; bu üç cilt, aynı tepede yan yana duran üç büyük tapınakta gizlilik içinde saklanacak ve onların güvenliğinden, yirmi iki yetkin muhafız sorumlu olacaktır. Kitapların korunması ve saklanması misyonu çok sonraları, daha fazla muhafızın sorumluluğuna teslim edilir.

Onlara yani bu üç kitaba ancak, çok ciddi kriz dönemlerinde ve büyük tehlikeler karşısında bakılacaktır, bunun zamanına ya da gerekli olup olmadığına da yalnızca senato karar verebilecektir.

Tarquin-Tarkan ile görüşmeye gelen yaşlı kadını saraydan hiç kimsenin tanımadığı ve o güne dek kentin civarında hiç görmediği belirtiliyor. Krala kitapları sattıktan sonra da, yine ardında hiçbir iz bırakmadanortadan yok olur bu gizemli kadını bir daha kimse görmez. Ancak bu söylencenin biraz daha “gerçekçi” versiyonları; yaşlı kadının, Delphi ile birlikte dönemin en önemli kehanet merkezlerinden biri olduğu bilinen, İtalya’da, Napoli yakınlarındaki Cumae (Küme) kentinin çok ünlü Apollon rahibesi olduğunu ve Tarquin’in onu şahsen tanımasa bile en azından ününden mutlaka haberdar olması gerektiğini, kuşkuya yer bırakmayacak bir netlikte anlatıyorlar.

Aslına bakılırsa, kimselerin tanımadığı yaşlı ve meczup görünümlü bir kadının, herhangi bir sorgu sualden geçmeksizin Tarquin’in huzuruna çıkarılmış olmasına ve onunla biraz küstahça denebilecek bir tarzda pazarlık etmesine izin verilmiş olması da akla yatkın değildir. Eğer hikâye doğruysa, bu rahibenin Tarquin tarafından tanındığını ve kim olduğu bilinerek huzura kabul edildiğini düşünmek daha mantıklıdır.

Yine kuvvetle muhtemeldir ki yaşlı şaman kadının aynı kökten gelen yani Turün kökenli Roma İmparatoru’na sunmak istediği dünyanın sırlarını içeren kitaplar, bir nevi ‘Kızılelma’ idi. Şaman Ana, İmparator Tarkquin’i bir nevi sınava tabi tutarak onun kapasitesine ölçmüş, sadece kaldırabileceği kadar ‘Kızılelma’ bilgisi sunmuştur.

AVRUPAMERKEZLİ TARİH GÖRÜŞÜ KIZILELMA SÖYLENCELERİNİ KARARTMIŞTIR

“Avrupa merkezli tarih” kurgusunun “ya da siz buna teoreminin diyebilirsiniz” temel dayanağı Hint-Avrupa teoremi ve buna bağlı olarak Ari Model’dir. Hint-Avrupaî terimi ilk defa 1816’de Alman asıllı Franz Bopp (1791-1867) tarafından ortaya atıldı. Hint-Avrupa teoreminin kurguladığı açılım ise şu idi; dünya insanlığı gelişiminin ve medeniyetinin temelinde Avrupa vardır!

Avrupa sömürgeciliğinin bilim adamlarına ürettirdiği teori şöyle:

Realite olarak her ne kadar Avrupa medeniyetinin ya da gelişmişliğinin temeli Roma-Yunan toplumlarına, onlar da kadim dönem Mısır ve Sümer Hitit (Eski Anadolu medeniyetlerine) dayanıyor ise de; tarih öncesi dönemlerde Avrupalı halklar (Tarih öncesi dönemlerde Avrupa’da ağaç kovuklarında mağaralarda yaşayanların dışında sanki insan varmış gibi) Ari ırk olarak Hindistan’a kadar istilalarına...

Yani “medeniyeti var eden Avrupalı ari ırktır gerisi önemsizdir” gibi akıl-izan dışı ve insanlık dışı bir iddia ile insanlık tarihini biçimlemeye-izah etmeye kalkışmışlardır.

Acaba durup dururken, 18.yy başlarında, Hint-Avrupa dil ailesi vs. gibi kavramlar neden ortaya sürüldü ve bu iddiaların arkasında ne vardı?

Elbette ki Avrupalı tarihçiler ve bilim insanları “Ari göçleri, Ari istilaları ve Hint-Avrupa teorisini”, diğer milletleri sömürme aracı ve gerekçesi olarak kullanmak üzere uydurulmuşlardı.

Irkçı teorisyenler, Avrupalı bilim adamları tarafından hazırlanan gerekçelerle dünyayı kan gölüne çevirdiler. Bu kan durmadı, günümüzde en yakınımız Irak’ta, Suriye’de, Doğu Türkistan’da akmaya devam ediyor. Çünkü ileri sürdükleri tezlerin dayandığı mesnetleri (eskiden medeniyet getirmek idi, şimdilerde ise demokrasi getirmek için) asılsızdı. Savunulan tezin hiçbir ilmi, ahlâki boyutu bulunmuyordu. Bütün bunların karşısında Rus bilim insanları daha farklı bir yol izlemişlerdi.

Ruslar “Ari Model”in yerine “Avrasya” görüşünü öne sürdüler bu da Ari Model’in Rus versiyonu idi. Hedef kitle ise Avrasya kapsamındaki Türk-Turan toplumu idi. Ruslar bu modelle çok başarılı oldular 20. asır sonuna gelindiğinde Asya’da işgal edilerek sömürülmemiş Türk toprağı kalmamıştı. Demografik netice ise korkunçtu; milyonlarca Türk’ün katliamı ile neticelenmişti.

II. Dünya Savaşı’na gelinceye kadar Ari modeli benimseyen Batılı milletlerin (Avrupa, Amerika, Rusya) diğer masum milletleri katliamları devam etti. II. Dünya Savaşı’nda Ari Model’i zirvesine taşıyan Hitler 6.000.000. Yahudi’yi katledince işin vahameti anlaşıldı ve bütün dünyada Ari Model çöktü.

Ama maalesef Türk tarihçileri içinde (Atatürk’ün şiddetle karşı çıkıp Türk Tarih Kurumu’nu )bu sebepten kurdurması bir yana bu sapık Ari Model teorisi hâlâ devam ediyor. Batı tarihçiliği ise yalan ve sömürü teoremlerini inatla sürdürüyorlar. Yazdıkları eserlerde söz dolanıp Türk’e gelince, Hıristiyan kültürüyle, Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlıyor. Türk’ten ağzı burnu yamulmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak mümkün değil.

İşte bu sebepten ‘Kızılelma’ konusunun üstü asırlarca kapatıldı, ta ki Ziya Gökalp “Kızılelma” şiirini yazana kadar:

Ay Hanım duymuştu bütün sözleri,

Bu fikri zihninde sürdü ileri:

‘Kızılelma yokmuş, fakat lazımmış,

Turan hayatına bu bir nâzımmış;

Her hayâl hakikat olabilirken,

Var etmemek niçin bunu şimdiden?

Mademki Türklüğün derdine derman

Bu imiş, ne için koşmamak heman?

Mademki ne Hind’de, ne Çin’de imiş,

Türklerin ruhunun içinde imiş;

Değilmiş Arap’ta, Acem’de, Rûm’da

Unutulmuş kökü Karakurum’da...

İngiliz, Fransız, Rus’ta değilmiş,

Nereye düşmüşse biraz eğilmiş;

Bulalım biz onu vicdanımızda

Bir güneş yapalım Turan’ımızda.’

Ey Tanrı icabet kıl bu duaya:

Bizi de kavuştur ‘Kızılelma ’ya

‘KIZILELMA’ SIRRININ ÇÖZÜMÜ

Cengiz Aytmatov’un “mankurt” kavramının gerçek karşılığı düşünememe, düşünce üretememektir.

Günümüz Türkiye’sinde elli civarında etnisitenin varlığından söz edilir. Hâlbuki burada bir tane etnisite var, o da, “düşünmeyenler-düşünemeyenler” etnisitesidir.

Çağımızda milletler, biyolojik yapılarına göre değil, beşeri akıl ile düşünme yapıp yapmamalarına göre farklılaşmaktadırlar. Çünkü Türkiye’nin tepesine düşünmeme bulutu çökertildiğinden sosyal atmosferi düşünmeye engeldir.

Türkiye’nin düşünürleri olmadığı için bütün kavramlarının içi boştur. Kavramları sadece nominal (gerçekte öyle olmadığı hâlde öyleymiş gibi kabul edilen) yani isim olarak, yani sadece kaporta olarak vardır. Motor olarak, yani fikir olarak yoktur. Bütün suç ve kötü olan fiiller insanın animal (hayvanlara ait, hayvanî.) yapısından kaynaklanır. Bunlar, insanın hümünal (insanlara ait,) yapısına göre kötüdürler. Sosyal psikoloji, genelde bütün toplumların değişmeyi sevmedikleri tespitini yapar. Özelde ise Türk toplumu değişimi hiç sevmemektedir.

Elbette ki Türkiye’nin geleneklerinden alacağı ve bugün yaşatacağı değerler vardır. Bunların en önemlisi aile bağlarıdır, bunları korumak gerekir. Ama siz şayet Orta Asya Türk aydınlığındaki fikri zihinsel gelişmişliği yani Farabi’nin, İbni Sina’nın ya da Maturidi’nin düşüncelerini bin yıl evvelinden günümüze taşıyamazsanız, günümüzde sümüklü bir ajan tarikatçı çıkar; ılımlı İslam, ılımlı Müslüman kavramı icat eder, Siyasal İslam’ın kurguladığı iktidar bu yönde oluşur ve sonunda bu ‘ılık’ veya ‘cıvık Müslüman’ yani her türlü herzeyi mübah sayan mazamort bir tip çıkar kendine ‘taban’ yapar.

Şu iyi bilinmelidir ki; düşünme ve ona dayalı lojik (mantık) bilim yoksa hayat da yoktur. Başkasının fikirleri ile yaşamak, kendi bedeni üzerinde başkasının kafası ile ortalıkta dolaşmaktır. Türkiye’nin ve Türk milliyetçilerinin temel sorunu “düşünmeme”dir.

Bizim milletin ‘konuşuru’ çok ama sıra düşünmeye gelince o düşünen insanı ara ki bulasın. İktidarların, toplumlarını çağlarına göre her şeyi yeniden üretme görevleri vardır. Bunu ihmal ederseniz felaketler sıraya girer ve İhmal ettiğin şey seni imha eder.

Bu ülkede sözünü ettiğim düşünceden nesnelere kadar her şeyin üretimi Mustafa Kemal Atatürk sayesinde ilk defa Cumhuriyet’in kurulması ile başlamıştır.

Bu sebepten O, ülkeyi kurtardığı için değil, düşünsel boyutla ilgili devrim yaptığı için gerçek ve yüce bir liderdir. Burada net olarak ifade edelim ki ‘Kızılelma’= düşünme, düşünebilme ve eskilerin ifadesi ile ‘imâl-i fikr’ meselesidir.

Necati Gültepe

Editör: Kerim Öztürk