Millî şair yazar eğitimci merhum Dilaver Cebeci üstadım Millî şair yazar eğitimci merhum Dilaver Cebeci üstadım

Bugün, kimseciklerin pek bilmediği, evlâd-ı fâtihânın bir torununu olan Süleyman Askerî Bey’i anlatacağım…

19. asrın son çeyreğinde doğan, İttihat ve Terakki çatısı altında, istibdat rejimine karşı mücadele eden, Trablusgarp’ta ve Balkan Harbi’nde savaşan ve burada bir de ''Cumhuriyet'' kuran ve sonunda Cihan Harbi’nde Irak cephesinde çarpışarak batmakta olan bir imparatorluğu kurtarmak isteyen, hem de tüm bunları gencecik bir 30 yaşa sığdıran Süleyman Askerî Bey’i kısaca anlatmak olmaz… Süleyman Askerî Bey’i sabrınıza güvenerek hakkıyla anlatmak istiyorum…

Süleyman Askerî Bey, Balkan kökenli bir ailenin çocuğu olarak 1884'te bugünkü Kosova'ya bağlı Prizren şehrinde doğar. Babası Harp Livası Halil Vehbi Paşa bir süre Afyon Redif Taburu'nun komutanlığını yapmış bir askerdir. Annesi ise Güzide Hanım’dır. 

Manastır zamanı

Süleyman Askerî Bey,1902 yılında Mekteb-i Harbiye'den, 5 Kasım 1905 tarihinde de Mekteb-i Erkân-ı Harbiye'den Mümtaz Yüzbaşı rütbesiyle mezun olur. İlk olarak Selanik'teki Üçüncü Ordu'ya bağlı olarak Manastır'a atanır. Manastır'da kaldığı günlerde İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne girer. Süleyman Askerî Bey'in İttihat ve Terakki Cemiyeti ile tanışıklığı, Edirne Askerî İdadisi'nde eğitim aldığı yıllara dayanır… Süleyman Askerî Bey, istibdata karşı çıkarak, Namık Kemal, Ali Suavi gibi aydın vatanseverleri okuyarak, meşrutiyet fikrini benimser…. Bu nesil yıkılmakta olan Osmanlı’nın kurtuluşunu, meşrutiyette görüyorlardır. 3. Ordunun neredeyse tamamı Jön Türklerden oluşmaktadır…

Süleyman Askerî Bey, İttihat ve Terakki Cemiyetinin teşkilât işleriyle meşgul olmaya başlar. Süleyman Askerî Bey’in politikada bazı sert müdahalelerinden dolayı İttihat ve Terakkicilerden bazıları ondan çekinirler. Enver ve Cemâl Paşaların kendisine fevkalâde dostlukları ve güvenleri vardır. Merhum Cemâl Paşa, hatıralarında Süleyman Askerî Bey’den şöyle bahseder:  "Süleyman Askerî Bey, biraz acul (aceleci-ici dar) ve biraz da fazlaca nikbin (iyimser) olmasına rağmen pek mükemmel ve müteşebbis bir idare adamı olduğu söylenebilir. Farklı zekâsı, son derece cesaretli ve güvenilir olan bu şahsiyet bilâhare (sonradan) konferansı esnasında ve devamında Türk – Bulgar ittifakı esasinin tespitinden memlekete, pek çok siyasi yararlıklar temin etti. "

Manastır, saraya muhalif hareketin Osmanlı’daki Selanik ile ana merkeziydi... Yurt dışında ise Paris, Jön Türkler için adeta bir başkent konumundadır… 1908 Temmuz ayında, Resneli Niyazi Bey’in ve çevresindekilerin, İttihat ve Terakki Cemiyeti emrinde, Makedonya’da dağa çıkmasıyla birlikte, bölgede bir otorite boşluğu doğar… İstanbul’dan Abdülhamit’in yakın adamlarından Şemsi Paşa durumu kontrol altına almak ve isyanı bastırmak için görevlendirilir.. Ancak Manastır’da Atıf Bey (Kamçıl)’in, Süleyman Askerî Bey, Yakup Cemil gibi gözü kara, idealist Jön Türklerle birlikte düzenlediği suikast girişimi 7 Temmuz 1908’de başarıya ulaşınca, Resneli Niyazi ve beraberindekiler dağda rahat nefes alır. Süleyman Askerî Bey, Atıf Bey’i Selanik’e kaçırır ve yurt çapında ismini bu suikast ile duyurur…

II. Meşrutiyet

24 Temmuz 1908’de ilan edilen Meşrutiyet ile Jön Türk Devrimi gerçekleşir…  32 yıl sonra meclis yeniden açılmıştır. Ancak, meşrutiyetin ilanının ardından İstanbul’da II. Abdülhamit avcı taburları ile yeniden meclisi tatil etmek girişiminde bulunur… 19 Nisan 1909’da Süleyman Askerî Bey’in de mensup olduğu 3. Ordu’ya ait birlikler, 31 Mart Vakası (Hicri Takvime göre 31 Mart 1324) üzerine, İstanbul’a girer… Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nda; başında Mahmut Şevket Paşa’nın bulunduğu, kurmay başkanlığını Mustafa Kemal’in (Atatürk) yaptığı orduda, İsmail Enver Bey (Paşa), İsmet Bey,(İnönü), Resneli Niyazi Bey (Hürriyet Kahramanı), Halil Bey (Enver Paşa’nın amcası), Yakup Cemil Bey gibi isimler vardır…

Makedonya dağları

Süleyman Askerî Bey Makedonya’da yürütülen çete takibinde teşkilatçı yapısıyla, ateşli, heyecanlı, cengâver kişiliği ile kendini gösterir.  Bu sırada Filibe'deki önemli ailelerden birine mensup olan Fadime Hanım ile evlenir… Fatma ve Dilek isimli iki kız çocuğu olur. Kız kardeşi, Mustafa Kemal Atatürk'ün en eski arkadaşı olan Mehmet Nuri Conker ile evlenir.

Bağdat

1909 yılında Kolağası rütbesine terfi eder. Bağdat’taki jandarma birliklerinin ıslahı için Selanik’ten Bağdat Jandarma Alayı'na atanır. Süleyman Askerî Bey, Albay Nuri Beyle Irak’a gider.

Trablusgarp

1911 yılında İtalya'nın Trablusgarp'a saldırması üzerine hoca ve derviş kıyafetine giren Süleyman Askerî Bey, bazı yakın arkadaşları ile ve Mısır yoluyla Bingaziye geçerek, savunmayı tesis eden Enver ve Mustafa Kemâl beylerle birlikte Bingazi'deki savaşlara katılır. Süleyman Askerî Bey, Derne ve Bingazi şehirlerinde bulunan aşiretlerin örgütlenmesini sağlar ve bölgede bulunan ve Senusi aşiretinin kazanılmasında ve imparatorluğa karşı hısımlıkları olan çeşitli aşiretlerle uzlaşmaya varılmasında etkili bir isim olur…

Aslında Trablus’taki İtalya işgali göz göre göre gelmiştir, Roma sefiri Kazım Bey’in, İstanbul’a bildirdiği İtalya’nın niyetleri hakkındaki uyarıları Babıali tarafından dikkate alınmaz. Trablusgarp’taki Osmanlı birlikleri bu sırada silahsız durumdadır çünkü burada bulunan martini tüfekleri mavzere çevrilmek üzere İstanbul’a gönderilmiştir…  

İtalyanlar sayı ve teknoloji bakımında yüksek olmasına rağmen, teşkilatçılık ve askerlik kabiliyetinin Türk subaylarda yüksek olması nedeniyle harp uzun sürer… İtalyanlar Trablusgarp’ı alamazlar ancak Balkan Harbi’nin patlak vermesi üzerine Trablusgarp’tan çekilmek zorunda kalınır... Uşi Anlaşması imzalanarak İtalya ile sulh sağlanır…

Balkan Savaşı

Balkan devletleri  ittifak halinde Osmanlı’ya saldırarak, Rumeli’nde Osmanlı’yı büyük bir bozguna uğratır… Osmanlı ordusu, teçhizat ve sayı bakımından, Bulgar-Sırp-Karadağ-Yunan kuvvetlerine karşı üstün iken, orduda ikilik vardır... Üstelik savaştan önce yedek birlikler kışlalardan terhis edilmiştir. İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkalarına mensup subaylar birbirine yardım etmek istemezler… Bulgar orduları hızla ilerleyerek, Çatalca önlerine kadar gelir… Osmanlı’nın eski başkentlerinden Edirne Bulgarların eline geçer… Arnavutluk bağımsızlığını kazanır… Makedonya tamamen kaybedilir… Dahası yüzbinlerce muhacir akın akın Anadolu’ya gelir…

Bu gelişmeler üzerine 23 Ocak 1913 günü Bab-ı Ali Baskını ile İttihat ve Terakki, hükümeti devirerek, iktidarı ele geçirir…  

1912 yılında  Balkan devletlerinin toprak paylaşma hırsını fırsata çeviren Enver Paşa, I. Balkan Savaşı sırasında kaybedilen Edirne'yi geri almak için Kuşçubaşı Eşref'i görevlendirir.. Bu harekâtta Süleyman Askerî Bey, Trabzon Redif Fırka Komutanı olarak yer alır...

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti

Bu harekât ile Doğu Trakya ve Edirne başarıyla geri alınır ancak bölgenin batı kısmındaki Müslüman topluluklar Bulgar çetelerinin eziyetlerinden mustariptir. Enver Bey’in emriyle Batı Trakya’ya sızan 116 kişilik bir müfrezenin içerisinde yer alan Süleyman Askerî Bey, Kuşçubaşı Eşref ile birlikte buradaki Bulgar çeteleri ile savaşır. Bu savaşta Süleyman Askerî Bey, Süleyman Zeynel Abidin adıyla faaliyetlerini sürdürür... En nihayetinde bölge çetelerden temizlenir… Çetelerden de ele geçirilen silahlarla ve gönüllülük prensibiyle bir tabur oluşturur…

Daha sonra Süleyman Askerî Bey, Batı Trakya’da 28 Ağustos 1913 tarihinde bir cumhuriyet ilan eder... Devlet başkanlığını Salih Hoca’nın üstlendiği ‘’Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’’’nin Süleyman Askerî Bey Erkan-ı Harbiye (Genelkurmay Başkanı) ve Garbi Trakya Hükümeti icraiye reisi (Başbakan) olur. 31 Ağustos-25 Ekim 1913 tarihleri arasında 55 gün yaşayabilen bu devletin; marşı, 6 bini Osmanlı Askerînden toplamda yaklaşık 30 bin kişilik ordusu, ay yıldızlı yeşil beyaz bayrağı, Fransızca ve Türkçe yayın yapan gazetesi, hatta kendine ait pulu bile vardır. 20. asırda bir devletin, devlet olarak kabul edilebilmesi için, kendine ait pulun ve para biriminin olması gerekiyordur. 2 Ekim 1913’te Yunanlılar Dedeağaç’ı Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ne bırakır... Bölgenin, Türk hâkimiyetinde kalması için ilan edilen Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin marşını da bizzat Süleyman Askerî Bey yazmıştır: (Marşın tamamını yazımın sonunda veriyorum)

"Ey şirin Batı Trakya! İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar! Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Şu bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak!"

Yunanistan, Bulgaristan’ın topraklarında kurulu bir Türk cumhuriyetinden memnunken, Batılı devletler özellikle Rusya bu durumdan çok rahatsızdır. 29 Eylül 1913’te Bulgaristan ile Osmanlı arasında imzalanan İstanbul Anlaşması gereğince, Doğu Trakya Osmanlı’ya, Batı Trakya ise Bulgaristan’a bırakılır… Bu anlaşma ile Batı Trakya Türk Cumhuriyeti feshedilir… Süleyman Askerî' Bey’e de Babıali tarafından Meriç'in doğusuna geçmesi için baskı yapılır… Zira Bulgarların Avrupa nezdindeki çabaları karşılık bulmuştur. Hâlihazırda maddi sıkıntı içerisinde olan Babıali Fransa'ya borçlu, gelen baskılara da direnç gösteremeyecek haldedir… Bu yüzden Süleyman Askerî Bey ve onun birliklerine geri dönmeleri için emir verilir... O sıralarda Muhacirun adlı göç komisyonu müdürü olan Süleyman Askerî Bey, kritik bir karar alır ve geri çekilme emrini protesto ettiğini açıklar; zira geri çekilirlerse bölgedeki Müslüman kıyımları devam edecektir. Eldeki silahlar ve mermiler daha sonra kullanılmak üzere toprağa gömülür… 25 Ekim’de Batı Trakya’ya giren Bulgar birlikleri 30 Ekim’e kadar tüm Batı Trakya’yı işgal ederek kendi topraklarına katarlar…

Babıali'nin Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'ni Bulgarlara terk etmesi sonucu Süleyman Askerî Bey, İstanbul'a dönmek zorunda kalır, artık direnecek bir şey kalmamıştır…

Teşkilat-ı Mahsusa Reisi

Süleyman Askerî Bey, İstanbul’a döndükten sonra 30 Temmuz 1914 tarihinde İttihat ve Terakki ile organik bağı gerekçe gösterilerek ordudan emekli edilir… İki ay sonra ise, bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatının öncüsü konumundaki, 17 Kasım 1913 tarihinde kurulan ‘’Teşkilat-ı Mahsusa’’nın başına getirilir…

Birinci Dünya Harbi

Bu sırada I. Dünya harbi kapıdadır. 20 yüzyılın başında jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında ‘’Körfez’’ her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz unsurudur. İngiltere, Osmanlı savaşa girsin girmesin Abadan petrolleri için Basra’ya mutlaka çıkarma yapacaktır… İngiltere’nin yığınağı bu yöndedir… Ancak Osmanlı İngiltere’nin bu maksadını ve hazırlığını göremeyerek Irak cephesini ihmal eder, hatta diğer cephelere bu cepheden kuvvet kaydırır… Irak cephesini destekleyecek menzil hattını (ikmal hattı ve ikmali) da zayıf tutar, destekleyemez… Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardır. Bunlar İngiltere ve Rusya’dır… Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıdır:  İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.

Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardır. 1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştır. 1914’te İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştır. Hemen arkasından gelen Sarıkamış felaketi de, muhtemel takviyelerin ve hatta Irak’tan bazı birliklerin acilen Kafkasya cephesine gönderilmesine yol açar…

Irak ve Havalisi Komutanlığı

İngilizlerin, 6 Kasım 1914’te Şattülarap’ta bulunan Fav kasabasına çıkarma yapması üzerine Irak Cephesi açılır… Süleyman Askerî Bey, ‘’Teşkilat-ı Mahsusa’’ başkanı iken 13 Aralık 1914’te kaymakamlığa terfi ederek Basra Valiliği ve Basra Tümen Komutanlığına, 10 gün sonra da 23 Aralık 1914’ te de Irak ve Havalisi Komutanlığına tayin edilir… Süleyman Askerî Bey’in bölgeye komutan olarak atanmasının; cesur, gözü pek ve nitelikli bir subay olmasının yanında, bölgede daha önce görev yapmış olması, Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanı olması ve Enver Paşa ile yakınlığın etkili olduğu söylenir…

Bu şekilde Süleyman Askerî Bey, başlıca muntazam kuvvetleri, bütün seri ateşli topları Erzurum cephesine alınarak tahliye edilmiş vaziyette kendi haline bırakılan Irak’ın müdafaasına memur edilmiş olunur…

Süleyman Askerî Bey, Rumeli’de vaktiyle kendisi ile birlikte çalışmış olan fedakâr subay ve gönüllülerden ve gençlerden oluşturduğu seçilmiş ‘’Osmancık Taburu’’ ile koca Irak’ta emniyet ve asayişi sağlamak, hatta Basra’yı da düzene koymak için azimli kararıyla İstanbul’dan alelacele, Irak çöllerine âdeta koşa koşa ve heyecanla yola çıkar. Bağdat’tan itibaren yol boyunca, yeni komutan Süleyman Askerî Bey, aşairin (kabileler, oymaklar) ve mahalli halkın coşkun sevgi gösterileriyle karşılanır…

Süleyman Askerî Bey, 2 Ocak 1915 tarihinde Üzeyir’de, Cavit Paşa’dan görevi teslim alarak, Irak ve Havalisi Umum Kumandanı olur..

Süleyman Askerî Bey, Basra'daki görevi sırasında bölgedeki nüfuz sahibi Arap aileler ile yakın temas kurar ve savaşan asker eksikliğini aşiret güçleriyle kapatır…

Zübeyir, Şuaybe ve Bercisiyye muharebeleri

Bu sıralarda cephe boyunca genel bir sükûnet vardır. Fakat bu sessizlik çok süreli olmaz… Süleyman Askerî Bey komutasındaki Osmanlı kuvvetleri 20 Ocak 1915’te, Dicle boyunda keşif harekâtı yapan İngilizlerle karşılaşır… Zübeyir Muharebesi olarak adlandırılan muharebede Osmanlı kuvvetleri başarılı olur fakat Süleyman Askerî Bey bacağından yaralanır. Süleyman Askerî’nin yarası ciddidir, derhal Bağdat’a sevk edilir… Süleyman Askerî Bey, Bağdat’tan durumunu İstanbul’a şöyle bildirir: ‘‘Sol bacağıma giren bir kurşun sağ bacağıma da girerek büyük kemik yarısından kırılarak kurşun içeride kalmıştır.’’ Tedavi için Bağdat’ta kalması gerekir ancak doktorların tüm ısrarlarına rağmen hastanede kalmayıp tekrar cepheye koşar…

Bu olaydan kısa bir süre sonra Basra yakınlarında Şuaybe ve Bercisiyye’de İngilizlere karşı kanlı mücadeleler tekrar başlar. (12 Nisan 1915) Uceymi Sadun Paşa ve aşireti de burada düşmana karşı Osmanlı kuvvetlerini destekler... Çarpışmaların ilk günlerinde başarılar elde edilse de düşmanın elindeki modern silahlar Türk kuvvetlerini çaresiz bırakır, iş piyade askerlerinin İngiliz askerleriyle göğüs göğüse çarpışmasına kalır. Bu muharebede Türk askerlerinin teçhizatında tel makası olmadığı için İngiliz mevzilerine taarruz esnasında  İngiliz siperleri önüne döşenen dikenli tel hattı önünde yığılan Türk askerleri İngiliz makinalı tüfeklerinin ateşleri karşısında can verirler. Bu çetin mücadele devam ederken İngilizlerin yardımına ihtiyat kuvvetleri yetişir ve durum birden Osmanlı Ordusunun aleyhine döner.

İhanet

Üç gün, üç gece Şuaybe mevkiinin önündeki arazi ve Bercesiye ormanı bombaların, topların ve humbaraların patlamaları, kurşunların vızıltısı, makinaların tıkırtısı ile sarsılıp durur... Üçüncü günün sabahı düşman savunmadan taarruza geçmek üzere huruç hareketlerini durdurmak görevini üzerine alan yerli Arap kabilelerinkinden Uceymi, Şammar, Necd ve İbnü’r Reşid haricinde maalesef hiçbir hareket görülmez… Harbin en nazik zamanında gösterilen bu alakasızlık ve hareketsizlik son mukavemet ümidini de kırar…

Yalnız bu tehlikeli anda Ziya Beyin emrindeki "Şammar" lıların ve Uceymi Sadun Paşa’nın komutasındaki gönüllülerin önemli hizmet ve faydaları görülür… (Burada Uceymi Sadun Paşa'ya hakkını vermek lazımdır ki Türk birliklerine çok faydası olmuştur.) Şuaybe boğuşmasında her iki tarafın da zayiatı büyüktür… Bu savaşta çok değerli bâzı subaylar şehit düşerler… Alay Komutanı Binbaşı Vedat Bey, Tabur Komutanı Binbaşı Riza, İtfaiye Taburu Kumandanlarından Yüzbaşı Hasan, Üsteğmen Yusuf Ziya, Serezli Mustafa Nâzım Beyler bu muharebenin ilk gününde düşman siperlerinde can verirler… Fedakâr gönüllülerden Gazi Osman da harb meydanında ağır surette yaralı kalan bayraktarla sancağı kurtararak Osmanlı tarafına getirir…

Felâket günü

Bu muharebenin üçüncü ve felâketin günü, ikindiye doğru, harekâtı yaralı bir halde sedye içinde yöneten Süleyman Askerî Bey, bunca ümit ve gayretlerin boşa çıkmasından son derece üzgün olarak, büyük bir gayretle sedyesinden kalkarak savaşa bilfiil katılmaya ve ileri hatlara savaşmaya yeltenir… Ancak bacağındaki kurşun yaraları, kemiğine kadar işlemiş olduğu için acıdan bir türlü atına binemediğinden ve gözleri dolarak kendini tekrardan sedyeye bırakır… Süleyman Askerî Bey bir aralık başını kaldırır.. Sinirlilikle etrafına bakınır… Gittikçe kızışan ve aleyhine dönmüş olan savaşa seyirci vaziyette duran, Osmanlı tarafından silahlandırılmış kabile reislerinden birine şöyle hitap eder: ‘’Kadınların bile muharebe etmesini beklediğim böylesi müşkül ve hayatî bir zamanda harbe seyirci kalmaktan utanmıyor musunuz? Köpekler bile yabancıları mahallelerine yaklaştırmazlar. Onlar kadar bile olamadınız!...’’

Osmanlı ordusunda savaşan Arapların bir kısmı, hücuma geçildiğinde yerlerinde kalmakla da yetinmezler! Bu Arapların bir kısmı taarruzun sonucunu bekleyip, kaybedeni soyarlar. Kaybeden Osmanlı askeri olunca, akbabalar gibi şehitlerin başlarına üşüşüp onları da soyarlar… Siyasal İslamcıların ‘’ümmet’’ diye öykündükleri işte böyle bir güruhtur…

Süleyman Askerî Bey, muharebenin ortasındadır, sağa sola düşmeye başlayan mermiler arasında arabasına bindirilir… İstihkâm subayı üsteğmen Fikri Bey de Süleyman Askerî Beyle birlikte arabaya bindiği esnada bir emri ile hatlarımıza acele yetiştirmek bahanesiyle Süleyman Askerî Bey tarafından geri gönderilerek yanından uzaklaştırılır… Komutan arabasına bininceye kadar Kurmay Binbaşı Adil, Yaver Rüsuhî, Kâtip Manastırlı Seyfi, Emir subayı Sadık, Topçu Yüzbaşı Şevki, Teğmen Hamdi Beyler ve diğerleri yanındadırlar… Araba yola çıkacağı sırada çok yakından bir silâh sesi işitilir… Topların müthiş gürültüleri arasında ortalık sarsılırken meydana gelen bu ses pek tabii olarak düşünülür… Lâkin biraz sonra, arabaya yaklaşıp da içerisine göz atınca birdenbire şaşırıp kalırlar. Manzara fecidir... Süleyman Askerî Bey tabancası elinde ve ağzı kan içinde arabanın orta yerinde cansız yatmaktadır...  

Araba bu durumda Nuhayle’deki komutanlık karargâhına götürülür… Süleyman Askerî Bey aynı gece hepsinin kanlı gözleri arasında sâde bir törenle sırtındaki yarbay üniforması ile çadırın içinde kazılan mezara defnedilir… (14 Nisan 1915).    

Süleyman Askerî Bey’in vefatından sonra Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına Edirne’de II. Kolordu 4.Tümen Komutanı olan Albay Nurettin Bey (Sakallı Nurettin Paşa) atanır… (Bundan sonrasını yine bu sitemde ‘’Kût Bayramı’’ isimli yazımda anlatmıştım)

İntihar nedeni

Süleyman Askerî Bey Arap aşiretlerine çok güveniyordur… Trablusgarp savaşında (1912) yerel halktan oluşturduğu milis gücünü Irak’ta da kullanacağını zanneder…  Ancak karşısında Trablusgarp’ta olduğu gibi başıbozuk İtalyan askerleri değil dünyadaki en modern teçhizat ile donanmış İngiliz ordusu vardır. Ayrıca Trablusgarp’ta vatanı için savaşan milislerin yerine Irak’ta İngilizlerle işbirliği yapan çapulcu bedevi ‘’ümmet’’, pardon Araplar vardır. Şuaybe muharebesinde Türk askerinin İngiliz makineli tüfekleri altında erimesine ve Arap aşiretlerinin korkarak cenk meydanından kaçmasına ve onların ölü soyuculuğuna dayanamaz… Bu durumdan kendini sorumlu tutan Süleyman Askerî Bey’in esas intihar nedeni budur…

Süleyman Askerî Bey’in ardından

1. Dünya Savaşı'nın sonuna doğru basiretsizliği sonucu Musul'u terk edecek olan 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis, anılarında Süleyman Askerî Bey'in intiharını şöyle değerlendirir: "Süleyman Askerî Bey, bu hesapsız cesaretini, hayatına kendi eliyle son vermek suretiyle ödemiş ve mesuliyetini bizzat tayin etmiştir. Bu hâzin netice, şerefli bir askerin takdir edilecek kahramanlık faciasıdır. Fakat durumu iyi muhakeme ederek, isabetli tedbirler ile kumandanlık vazifesini layıkıyla yapsaydı, vatana daha faydalı olurdu. Kendi hatası yüzünden görevindeki başarısızlığından dolayı başkalarının hitâplarına katlanmayı şerefine yakıştıramayan namuslu ve şerefli komutan, ölmeyi yaşamaya tercih etmiştir. Bu bir sinir buhranı mıdır? Hayır şeref ve kahramanlık numunesidir."

Süleyman Askerî Bey tabancasını şakağına dayadığında 30 yaşındadır. Geride gencecik bir dul eşi ve 8 ila 10 yaşında iki kız çocuğu vardır… Vefatından sonra kendisine Şura-yı Devlet kararı ile ‘’şehit’’ unvanı verilir.

Süleyman Nazif, Süleyman Askerî Bey’i Bağdat Valisi iken tanır ve hakkında şöyle konuşur: ‘’Süleyman Askerî Bey, vatanı için vatanından başka her şeyini isteyerek ve gülerek feda etmiş bir Osmanlı idi!...’’

Süleyman Askerî Bey’in ardında askerî dergilerde ve tarih dergilerinde kalmış birkaç bilgi dışında yazılmış, o da yeni yazılmış (2018) bir tek kitap vardır. O da araştırmacı Nurettin Şimşek’in yazdığı ‘’Süleyman Askerî Bey’’ (Altınordu Yayınları, 2018) isimli eseridir…

Bir de hepimizin bildiği bir Kerkük türküsü olan ‘’Altun Hızmav Mülayim’’ türküsünün Süleyman Askerî Bey için söylendiği rivayet edilir…

Bu coğrafyanın çocuklarının kaderi

Süleyman Askerî Bey, ne yazık ki ülkemizde değeri bilinmeyen yüzlerce kıymetli subayımızdan sadece birisidir. Bir başka ülkede ve bir başka millete ait olsa Süleyman Askerî Bey hakkında yüzlerce kitap yazılır, heykelleri dikilir, ardından destanlar, türküler, şiirler yazılırdı. Fakat Süleyman Askerî Bey bu coğrafyanın çocuğu olunca kaderinde, nasibinde sadece unutulmak olur…

Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’ diye… Ben de bu coğrafyanın talihsiz evlâdı unutulsun istemedim…

Ruhu şâd olsun…

Osman AYDOĞAN

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Marşı

Ey Batı Trakyalı asil Türk çocuğu ne mutlu sana,
Sen hayat verdin kanınla millî kurtuluş savaşına.
Yüce kahramanlığın nakşedildi cihanın her yanına,
Selam duruyor milletler senin şu millî bayrağına.

Bastığın şu yerler senin şanlı şehitlerinle dolu.
Düşmanlar taciz edemez yüce kahramanların ruhunu.

Şanlı şehitlerin sarılmış kurtuluş bayrağına,
Bu ne ulvi şereftir gömülmek ecdad toprağına.
Yurtta hürriyetin, istiklalin rüzgârı esiyor,
Kahraman mücahitler şu pis esareti deviriyor.

Bu şanlı milli istiklal savaşından asla dönülmez!
Karşımıza çelik ordular da çıksa, bizi ürkütemez!

Biz, milli istiklal için Meriç’i, Karasu’yu aştık,
Bütün müstevlileri ezerek, yenerek hedefe ulaştık.
Balkanlarda şanlı bir cumhuriyet çığırını açtık,
İlk defa hürriyet meş’alesini biz yaktık.

Bu bayrak dalgalanacak, cumhuriyet yaşayacak!
Karşımızdaki düşmanlar bizden ürküp kaçacak!

Binlerce yıl hür yaşayan bir milletin torunlarıyız,
Şu steplerin kurdu, arslanı, göklerin kartalıyız.
Mücahitlerin hamlesi her zaman fırtınalar andırır,
Savaşta heybetimizin dehşetinden düşmanlar bayılır.

Batı Trakya Cumhuriyeti yaşayacak,yaşayacak!
Terakkimizin karşısında milletler şaşıracak!

Ey şirin Batı Trakya!… İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar!… Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Su bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak

Süleyman Askerî Bey

Editör: Kerim Öztürk