Teşkilat; “Nuh’un gemisi” değildir. Sadece doğrulanmış izleri takip eden insan patentli gemidir, kendi gemimizdir. Ancak bu gemiyle, niyetlerimizi halis kılarız ve kullandığınız argümanları büyük kurtarıcı olan Allah’ın emrine, rızasına, kurtuluş niyetiyle tahsis ederiz. Çünkü anladığımız ve yaptığımız mutlak doğru değil, mümkün ve muhtemel doğrudur. Bu çizgi de fıtrata en uygun yapılanmaların buluşma noktasıdır.
Teşkilat; gemi yakmışların bilgi ve pratiğinden istifade edip, Nuh’laşmama, Hz. Nuh ile birlikte, en son rehberimiz olan Hz. Muhammed’in (as) ezelî ve ebedî davasına çağrıdır ve kendi zamanımızın vasıtalarıyla doğru izi takip etme sorumluluğudur. Kurtarıcı insana değil, insanı kurtaracak değerlere ulaşma, bu işi ve güç olmayı kabul edenleri birleştirip rehber kılma işidir.
Kötüye iyilik yapma ittifakıdır.
Devletini, medeniyetini; insan ve millet hayatının sigortası haline getirecek bir buluşma şenliğidir, hakikat ziyafeti, gerçek kalkınmanın özünü oluşturmaktır. Kendine, kültürüne, medeniyetine, devletine sahip çıkmak için; sağlam dünya görüşüne sahip olmayı, dünya ve olaylarını doğru anlamış olmayı, estetik değerlerle süslenmiş münasebetler kurabilmeyi, şuurlu ve birikimli bir çaba edinmeyi gerektirir. Herkesin kendine yer bulabildiği, mutlu olduğu, özlemini çektiği kaliteli yaşamın istikrarla seyrettiği yapılar ihtiyacımızdır. Bu huzur ortamında, hak-hukuk gibi değerler yaşama imkânı bulur. Böylece sahih bir hayatın içinde de salih insan olmanın kıymeti artar.
ZARURİ İKİ ÇALIŞMANIN İÇERİĞİ
Şüphesiz büyük görevler, büyük insanlarla başarılır. Büyük insan: inancı büyük, kararı ve hazırlığı büyük, şahsiyetli insan demektir. İnsanın bu büyük dâvâ içinde, yaptığı iki aslî çalışma önemlidir. Bunları hakkıyla yapınca ancak millî varlığını tescil eder ve kıymetlendirir. Bu zaruri çalışmaların birincisi: ‘İnsanlığın tüm kültür hazinesi ile Batı ve Doğu Kültürünün olumlu katkılarını, tarihsel tecrübelerini’ atlamadan, göz önünde bulundurarak anlamaktır. İkincisi: ‘Kendi kültürümüzün, insanî, toplumsal, manevî değerlerini ve amaçlarını ortaya koymak’ gibi şartlardır.
Doğucu, Batıcı oynama derdi değil asıl dert. Çünkü dünyanın Doğusunu ve Batısını emellerine alet edip bizimle beraber bütün insanlığı köle gibi kullanan sömürgen iradedir. Asıl bilinmesi ve karşı durulması gereken budur. Bu karşı duruş birini taklitle olmaz, bizi kendimiz kılan millî kimliklerle olur. İnsanlığın ve insanın o veya bu düşmanı, bizim de düşmanımızdır. Sayısı az fakat tesiriyle mahveden bu güç, tam olarak bilinmeli, asıl ona karşı mücadele verilmelidir. Her türlü zehri defedecek, fıtrata uygun panzehir fikirlerle insanlığın kurtuluşuna katkı sağlanabilir. Her milletin kendisi olmasının ve hür yaşamasının önündeki engel; insanı iğdiş edip köleleştiren “Gerçek Emperyalizm” dir. Bunu bilmeden, gafletle yapılan hizmetimizi ibadet kabul ederiz. Bir ömür kime çalıştığımızı fark edemeden de zavallılığın girdabına düşeriz ve kurtulamayız.
Yukarıda belirttiğimiz “iki asil çaba” nın oluşturacağı büyük değerler hayata geçince, soluğu tükenen hâkim medeniyet ile kopyası olan yeni zorbalıklar, çaresiz kalacaktır. Önünde ise parlayan “gerçek yeni” medeniyet, bir “ufuk çizgisi” halinde kendini gösterecektir. Biz farkı ortaya koymadan bunalımın sorumlusu kültürü ve onun değerlerinin artıklarından ne kendimizi ne de toplumumuzu kurtaramayız. Buhrana neden olan hâkim medeniyetin esir alıp hiçleştirmesiyle kıvranan insana, hakiki ve kalıcı iyiliği sunamayız. İnsan da ‘gerçek anlamda dünyada hür ve hayatında hükümran olmaz. Kabiliyetlerinin ve gücünün farkına varıp onları hayatı için kullanamaz’. Kendinin, hükmeden gücün veya üretilen metanın tüketici kölesi olarak sürünür.
Başkalarının mahkûm edici avantalarını reddedip sadece insan kalmanın kalesini inşa edenler; ilerlemek için bereketli özün, Türk Kültürü ve Medeniyetinde, onun zengin muhitinde olduğunu anlayacaktır. Ülkesi için var olanlar şunu iyi bilmelidirler: Kirli pazarlarda kendilerini büyük görenler, gösterilenler, aslında bir çiğnemlik sakızdır, ahmak bu yapının palyaçolarına figüran olanlar da sadece ibretle seyredilir, onlara imrenilmez. Çünkü yolu, fikri, kültürü, tarifi, inancı doğru olanın yeri veya karargâhı; kiralık kölelerin ve çamur pazarlayanların yanı değildir! Milletlerin felaketini hazırlayan “projelerin ortağı” veya yamağı olmak hiç değildir.
DEVLET, MÜLK-Ü MİLLET ise AKLIN KUBBESİNİ ANCAK O İNŞA EDER VE KORUR
En büyük teşkilat devlettir. (Büyük milletin devleti de büyük olmalıdır). En büyük fikirlerle, kültürle ve kadim doğrularla bu devlet denilen teşkilatı donatmak, o millet için vazgeçilmez bir idealdir. Sivil Teşkilat ise özelde kendi insanı ve devleti için, genelde insanlık camiası için olumlu katkı sağlayan iyilik okuludur. Darbeci, ihtilalci, yabancı fikirlerin temsilcisi ve maşası haline gelmek veya kiralık uşağı olmak, bunlara fırsat vermek; aklın kubbesini yıkmaktır. Millî bir hareketin kanla ve kinle, ayrıştırmayla işi olamaz. Millî şahsiyetin veya kuruluşun vazifesi; toplumunu birleştirmek, geliştirmek, büyütmektir. Gerçek millî unsur olanın işleri yapmaktır, asla yıkmak değildir! Bir insan veya hareketin, insana ve eşyaya yönelik bir zararı varsa o insan ve hareket millî çizgide değildir. Ya düşmana yol açandır veya düşman safında bir harekettir. Teşkilat, anarşi ve terörün semtine uğrayamadığı bir sevgi kalesidir.
Teşkilat; kâinatı, hayatı ve eşyayı, yaratıldığı günden bugüne, hakkın-hakikatin dayandığı kaynaklarla ve ilimle anlama-anlatma mesuliyetinin oluşturduğu birlikteliktir. Doktrin ile hayatı, kâinatı, eşyayı zamana ve mekâna yaraşır bir tarif büyüklüğü içinde kavramadır. Hayat maksadımızı kucaklayan sadeliğe yol açma becerisidir. Saygı ve merhametle akletmektir, edeple yapma sorumluluğudur. Ölçü ile olaylara bakma ve doğruları birleştirme disiplinidir. Akıl ile ahlâkın kemâlidir.
TARİFİMİZ EKSİKSE, TAHRİFİMİZ (BOZULMAMIZ) ÇOK OLACAKTIR DEMEKTİT.
Önce “öğrenmek” sonra “inanmak” daha sonra da “yapabilmek” edep halini gerektirir.
Sonuçlara yenilmemek, sonuçlar ne olursa olsun, doğrularla yenilenmek kararlılığı içinde bulunmak, sıradan bir birikim ve bozuk şahsiyetle olmaz. Dünyayı, olaylarını, var oluş nedenimizi ve millet kalma sorumluluğumuzu, tarihî rolümüzle birleştirmeden zamanı doğru ve hak ederek yaşayamayız. İfrattan ve tefritten sakınmazsak ya çok sivrilir azgınlaşırız veya körelir “bana neci” oluruz. Amacı unutmamak, hayatın seyri içinde soluğu tüketmeden emaneti korumak lazımdır. Doğru düşünebilme kabiliyetimizi geliştirip dikkatli olma alışkanlığı kazanmamız da gerekir. “Güneşi ve ayı avucuma koysanız hak dâvâdan vazgeçmem” diyen peygamberimizdi, değil mi? Hz. Peygamberin hayatının her evresinde, mutlak doğrunun sahibi Allah’ın emrine râm olmuştur. Düzenbazların düzeninden korkmamıştır, insanları öz davalarına çağırmıştır. İnsanlığın gerçek kurtuluşunun ‘doğru’da olduğunu gösterme iradesini ortaya koyması, bir iman insanının kararlılık örneğidir.
İhtiyaçları görmek, çözümleri incelemek ve kendimize ait bir kanaati önermek, itidalli olmayı, nezaketi gerektirir. Doğru sanılan, gerçekten doğruysa dayatılmaz. Dayatmayla insanlık davasını tebliğ hiç yapılmaz, çünkü korku insanı münafıklaştırır, ikiyüzlü yapar. Dayatma alçaltıcıdır, muhatabı yok saymadır, hiçleştirmedir. Güzel fikirlerle güzele yolculuk, güzel metotla sunulur. Milleti için hayat projesini sunan kişi ne cennet ağalığı yapabilir ne de cehennem zebaniliği! Yapması gereken hizmettir, gelişmenin gıdalarını insanlara temiz ikram etmektir. Olaylarla, fikirlerle buluşurken, “acaba ,… doğru mu?” demek, dedirtmek, herkesin kendi aklıyla, doğru cevapları arama sorumluluğunu oluşturmak, sevgi işidir. Bu işler, “Allah’tan bir parça” lık adına değil (hâşâ), mahlûktan bir parça olarak, kendi kurtuluşumuz için, eksikliğimizi bilerek, yanıla bilirliğimizi unutmayarak, ümit ve korkuyu içimizde barındırarak beraber karar kılmaya, arınmaya yol bulmaktır. Birlikte yaşama ahdimizi yenilemek üzere, fıtrat insanı olma erdemine gayretle erişme açlığımızı arttırmaktır.
FİKİRSİZ ve EHLİYETSİZ KÜÇÜK İNSANLARLA YÖNETİM, ZULMÜN BAŞIDIR
Erdem; kirli, muvazaalı büyüklüklerden uzak ve bunların siyasetlerinin içinde yok olmamak, küçülmemenin sağlamlığıdır. Dünyayı, fikir coğrafyamıza dâhil etmek, kendi ıslahımızı daim, toplumsal ıslahı da gelişme için sürekli kılmaktır. Başka coğrafyalara yardıma evet, tecavüze hayır demektir, diyebilmektir.
Teşkilat, istikrar ve huzur inşa etmektir. İstikrarsız başarıyı, yanılgı olarak görme sıhhatidir.
Faaliyet de mesuliyet de teşkilatın seyriyle belli olur, zenginleşir. Millet ve medeniyet kurma, büyük devlet olma, sıhhatli insan ve sağlam teşkilatla olur. Çünkü teşkilat; fikirdir, fiildir, geçmişi tashihtir, geleceği tayin rüştüdür, doğru tarif bütünlüğüdür ve sıhhatli inancı arama ayrıcalığıdır. Bu hazineyi, ithal fikir ve kafalarla, alıntı-çalıntı ideolojilerle-teknolojilerle, küçük insan ve küçük siyasetlerle oluşturup bir araya getiremezsiniz. Kendinizi ancak kendinizle, kendi düşünce ve aklınızla keşfedersiniz, geliştirirsiniz. Keşfin sonunda kendinize güvenle kimliğinize döner ve insanınızı gerçek bilim-hikmetle eğitirsiniz.
Hayatı güzelleştirecek teşkilat; kavga aleti değildir, çıkar ve ikbâl temin yeri hiç değildir. Dünden bugüne oluşan hikmeti, çareyi derdest etme çabasıyla, gerçek imanı ümit haline getirmek ve ehliyetleri öne çıkarmaktır. Ümit halindeki iman, önü açılmış akılla (ilmi düşünceyle) mümkündür. İnsan böylece korkulardan, kula kulluktan kurtulur. Hür ve ihtiyar sahibi olma rüştüyle iman sıhhatine kavuşur.
Dirilmek betonlaşmış, tepkici boş kafaların hevâ ve hevesi değildir. Herkesi fikren yükselten büyüklüklerin ertelenemez davasıdır.
NAMAZ ve AKIL, PUTUMUZ DEĞİL, PUTLARIMIZI KIRAN NİMETLERDİR.
Teşkilatçı, çok tespih çeken değil, doğru tespitlerin (insanî-millî olanın) peşinden koşan ve aklın varabildiği en yüksek rakımlardaki hakikatleri bulan, yılmadan güzellikleri paylaşan, ülkesi için millî kuvveti oluşturan kişidir. Dâvâ sahibi insan, imanının küçük bireysel gerekleriyle mest olup, ilimsiz ve mücadelesiz olarak, gözünü büyük davaya ve dünyaya kapatan fikir fakiri değildir. Yüksek bir idrakle, hayatının tamamını ibadet zenginliği, coşkusu içinde yaşama, kudretle korunma ve mazlumu koruma bütünlüğüdür. Çünkü Müslüman olmak; kendini maddî-manevî ilimle tamamlamak, takiben bütün yaratılmışların hakkıyla ilgili olmaktır. Şayet yanlışlar bizi ilgilendirmiyorsa Yaratana giden yolu henüz bulamamışız demektir. İbadetimiz, hayır duamız hamdır, hedefsizdir, bizi kurtarmaya yetmemiştir. Çünkü ibadet; bir oluş, derinlik ve samimiyet ister. Şuursuz ve özsüz bir hâli, zelil kılan şekilciliği istemez. Bundandır ki mü’min teşkilatçı ne aklı ne de namazı (hiçbir ibadetini) putlaştırmaz. Ancak putlarını, akıl ve namazla kırar.
Teşkilatçı; baş olma derdinde değildir. Sadece boş başları “gardaş” olmaya hazırlama derdindedir. Teşkilatçı için iman; iman etmeyenlerin de hayatını, emanetlerini koruma tasdikidir. Tasdik edilmeyen husus; hak-hukuk, insanlık ve ahlâk dışılıklardır, zulümlerdir.
Rehber insan olan teşkilatçının, faaliyetleriyle fikirleri mahalli özlüdür. Tarifi ise evrensel, çözümü kuşatıcı ve millîdir. Fikir yürüyüşü, mahallîden evrensele tırmanıştır. Fiilî yürüyüşü, kendi coğrafyasıyla sınırlıdır. Emperyalist değildir, kimsenin varlığına, vatanına göz dikmez. Kimseyi kendi hâkimiyetinde şerik olarak da kabul etmez.
Millî olabilen teşkilat ve topluluk, köksüz değildir, kökü kendi milletinin değerleridir. İnsanlığın bütün birikim ve tecrübelerine ilave olarak öncelikle kendi tarihinden faydalanır. Böylece yabancı fikirlerin bir temsilcisi asla olmaz, egemen bütün yanlışlara, kötülüğe cevabını vermiş olarak onları tasnif etmiş olarak yoluna devam eder. Özü olan dünya görüşünü günceller, zenginleştirir. Kökü eski, gövdesi yeni olan medeniyetini inşa etmekten vazgeçmez. Bu inşada ülkenin hiçbir ferdi dışlanmadan yer ve görev verilir. Ahlâk, hukuk ve ilim dâhilinde bir mücadeleyle, küçültülmüş insanımızı, medeniyetini ayağa kaldırmayı ortak bir görev haline getirmek şarttır. Uzun vadede ise insanlığın buhranını gidermek için zayiatsız millet birliği elzemdir. Milleti ayrıştırmak, ötekileştirmek, düşman safına itmek, ihanettir.
GÜÇ OLMAYANLAR, GÜÇLERİN POTASINDA YOK OLUR
Gerçek millî bir teşkilat, birilerine, biri birine veya ülkesine söven partilerin, cemaatlerin, cemiyetlerin, tarikatların, vakıfların, derneklerin, grupların, örgütlerin, fraksiyonların ülkedeki “tek haklı ve tek doğru” olan bir oluşum değildir. Bize düşen birlikte varoluşun çatısını çatmak, birlikte en güzeli yaşamak, bu yapının gölgesinde herkesi buluşturmak hayırhah lığına vesile olmaktır. Ülke elden giderken, zavallılığına tapınma şirki, hakikati tebliğ ve temsil değildir, “Şeytanın Velisi” olma cambazlığıdır.
Gerçek millî bir topluluğun, ayartılmış bir yapısı olmadığı için, bir gruba, bir çıkara, kirli ve meçhul odaklara hizmeti de olmaz. Kendi insanını asla düşman görmez, onun ıslahı için çalışır. Her vatandaşını vatanın ve mülkün sahibi, sorumlusu haline getirir. Sadece ayartmanın dış odaklarıyla, iç pazarlarıyla cebelleşir ve milletini uyanışa çağırır. Yani milletiyle değil, düşmanla ve kuklalarıyla uğraşır!
Milletin öncü kuvveti vatanında mantar gibi de bitmez ve arkasında bir kitleyle de doğmaz. Kıymetli azlarla başlar, sonunda sağlam iradeli bir kütleye dönüşür. Bu Yunus gönüllü millî hareket inancın istismarına kapı aralamaz, milletinin tarihini ve kararını doğru okur. Aydınlık yarınlar için adaletle sürdürülebilir bir toplumsallığa yürür. Böylece teşkilat, gerilikten kurtulmak, milletin hareket seyrini doğrultmak ve birliğini sağlamak zorluğuna göğüs gerer.
Hor görülen millî kültürün asimilasyonunu önleme; fikirsiz, pusulasız, haritasız ve sadece iç köpürtmeye dayalı oluşumların aldatıcılığından kurtarma çalışması inançla-bilinçle sürdürülmeyi gerektirir. Zamanın çarkları arasında posa olması istenen milletin ve tarihinin çöpe atılmaktan kurtarılması, kendi kaynaklarıyla dirilmesi vazgeçilmez bir hayat mücadelesidir.
Ayrışmanın iç savaşa dönüştüğü, iktidar olmuş projelerin kofluğu, huzur ve barış üretmediği, tersine insan tüketen bir seyre dönüştüğü hususu bugün çokların kabulüdür. Bu demektir ki, toplumsal kurumların tepesi sayılan siyaset ve kurumları, hazırlığı olanları bünyesine taşıyıp çözüm üretseydi, biz bu perişan halleri yaşamazdık. Bunun desteği veya kösteği olan şahıs, topluluk, sivil yapılar; doğru etki-tepki gibi katkılar sunsaydı, dertleri gerçekten milletine hizmet olsaydı, ülke bugün yangın yerine dönmezdi! Payitaht, üç kez vahşi ve kanlı teröre teslim olmazdı! Birileri de arlanmadan “bu ülke terörle yaşamaya alışmalı” sözünü, aciz siyasî erki savunma adına, millete küfür olarak söylemezdi. Vitrindekiler, olaylara çare bulmak yerine kınamalarla, kahır duaları ederek bizden görünmek isterler. “Gelişmiş Devlet” olma hedefimiz, söylemler unutularak, bu gürültü-patırtı içinde güme gider.
TEMEL SORUMUZ…
Artık bozuk akıl, yabancı ve emperyalist kültürlerin esiri gibi kendi ülkesinin dertlerinden uzak durma okumuşluğu, okullarımızın yetiştirdiği insan modeli olmuştur. Hazza odaklanmış, başka ülkelerde yaşamanın rüyalarını görür hale gelmişlik, ülkesini unutmuşluk, bizim geleceğimiz için felakettir. “Bu ülkede yaşanmaz” deyip, şu-bu ülkede çalışmayı gaye haline getirme, siyasi iradelerin eseridir ve eserlerin en rezilidir. İyi üniversitelerimizi okumuş gençlerimizin, öncelikle yaşamak ve sorunlarını çözmek için seçtiği ülke mutlaka kendi ülkesi olmalı değil miydi? Ama durum böyle değil. Demek ki ülkemiz, ‘donanımlı akılların rahat edemediği bir ülke’ haline getirilmiştir. Eğer okuyanlarımız doğru yetiştirilselerdi, milletten kopuk işlerin, ayartılmış siyasetlerin sahte zaferlerinin sarhoşluğuna, aldatmalarına, zorbalıklarına akılcı müdahaleleri olurdu. Beyin göçü de olmaz, “akıllıların tavrı” gibi yüceltilmezdi. Bu göç, yönetici ve iş adamlarımızca meşrulaştırılıp lanse edilmezdi, hatta alkışlanmazdı.
Son değerlendirme olarak, demek isterim ki; biraz durup düşünelim. Ülkemizde evrenseli tetkik ederek faydalılarını millî özle terbiye edip millî bir terkiple buluşturan fikir ve ideal sahibi teşkilat- topluluk-kurum-eğitim kuruluşu-üniversite ve parti sayısı ne kadardır ve ne kadar vardır?
Temel sorumuz budur işte!
Bu sorunun cevabının gerçekten iç açıcı olması istenirdi. Cevabımız hakikaten müspetse, düşman içimize bu kadar girebilir, bizi kendimize bu kadar yabancılaştırabilir miydi? Biz de bugünkü halimizden bu kadar şikâyet eder miydik ve ileri ülkelerin bu kadar gerisinde kalır mıydık? Ülke olarak istikrarsızlık ve terörle kıstırılan bir konumda olmazdık. Sulh ve selamette örnek bir konumda olurduk.
Gerçekten büyük bir var (yıldız) mıyız? Varsak düşman içimizde bunca ciritleri niçin atar?
Cevap olmaya yetmez fikri takibim ve şahsi gözlemimle yazdıklarım ülkeme katkı olsun istedim!
1940 sonrası yapılanmalar, uluslararası anlaşmalar yapıldı. Bu seyirle millet varlık ve hâkimiyetinin önündeki engelleri kaldırmak için az sayıda yapılanmalara farklı zamanlarda gidilmiştir. Bunlar engellerle karşılaşmış, entrikalarla budanmış, iftiralarla meşgul edilmiş, ahlâksız operasyonlarla kıstırılmış ve hayat hakkı verilmek istenmemiştir. Yok edilmek istenmiştir. Ancak yarım asrı aşan sürede millî grup/gruplar, tamamen de tasfiye edilememiştir. Şimdilik, seyri sükûtla, çok azı, fikir istikrarını sürdürmektedir. Sükût da bitmek değildir, demlenmektir. Kozadan ipek olmaya durmaktır. Millete gitmenin önünü kesme, barikat kurma ve çukur açma seyrine bağlı olarak verilen zayiat sadece kadro zayiatıdır, fikir zayiatı değildir. Duraklamalar, muhakemeyle dünya şartlarının gözden geçirildiği, ülke kayıplarının değerlendirildiği, mola durumudur ve muhasebe halidir.
“Hür ve egemen millet” olma yolundaki tıkanıklığımız; ancak milletimizin eliyle ve hâkimiyeti için uyanışıyla defedilebilir. Bu da hemen netice alınacak kolay işlerden değildir. Nedeni de her uzun süreli tahribin ve ihmalin onarımı, kısa sürede ve kolayca olmaz!
Her adım, her meşru yol; büyük tuzaklarla dolu olsa da zafer milletimizin olacaktır!
DOĞRU DÜŞÜNMEYİ BİLMEDEN, DOĞRULAR BİLİNMEZ
Millet merkezli teşkilat(lar), bugün için hedeflerine (tam bağımsızlık ve gelişmiş millet olma hedefine) ulaşamamış görünseler de kıymetli insanların, milliyetçi-vatansever-namuslu aydınların yetişmesine vesile olmuşlardır. Bu da gelecek adına sevincimizdir.
Bu millî şekillenişin yolunu kesen, izleyip tahrip eden, yerli işbirlikçilerle emperyalizmin şube kuruluşları ve korkunç baskıları arasında, ümidini kaybetmeyen varlığını sürdüren, millî kuvveti oluşturma faaliyeti devam etmektedir, ebediyen de devam edecektir!
Ayrıca… İyiyi ve kötüyü söz değil neticeler ve neticelerin neticesi söyler. Ülkemizdeki kişi, grup ve kurumların bu aslî millî şekilleniş olan teşkilat gerçeğinin ne kadar uzağında veya yakınında olduğunu ne kadarı milletten yana ne kadarı düşmanından yana olduğunu tek tek afişe edip söylemeye gerek yoktur. Hz. Ali’nin dediği gibi: “Siz doğruyu bilirseniz, kimin doğru olduğunu (ve yaptığını) anlarsınız.” sözü, yakın ve uzak toplulukları tanıma ve tanımlamada kılavuzumuzdur. Selim akıl, doğru bilgi, feraset ve samimiyet; var görünenleri teşhis için, meşgul eden kalabalıkları tanımak için yeter şarttır. Kalabalık tabelalara rağmen milletin çilesi ortadadır. Demek ki aldatıcılarla millet oyalanıyor, gücü bloke ediliyor, zaman kaybediyor. Ama inancım odur ki, kendi has evlatlarını acıların sonunda tanıyacak ve “kendi mücadeleme geldim!” diyecektir.
Bu yokların çok, varların azlığı arasında hâlâ küllerinden sıyrılıp, uyanmaya namzet vicdanların olduğunu görmek umudumuzdur. Bu cevherin milletimizdeki varlığına inanarak diri ve iri oluşumu sağlayacak rehber hareketin “Millî Mücadele Ruhu” olduğunu anlamalıyız.
Bu ruhun teşekkülü, verimli kılınması; ya büyük felaket (işgal) dönemlerinde hızla oluşur (sonra kaybolur) veya sulh dönemlerinin gerçek teşkilatlarla yavaş ve kalıcı olur. Bu ruhla, köyden kente, aileden devlete herkesi, büyük uyanış ve bütünleşme seferberliğine çağırmak hepimizin görevi olmalıdır. Bu zaruri toparlanış; sıhhatli, bilimsel ve insanî ülkülerin temeli üzerinde sınanarak yol almıştır. Yükselmenin, gelişmenin en kestirme, en kısa, en kalıcı yolu ve formülü diyet borcu olan esirlere kurtarıcı gözüyle bakmamak, aldanmamaktır. Hatta bu kirlenmiş evlatlarını kurtaracak mekanizmaları kurarak onları millet hizmetine amade kılmak da vazifedir!
“Adil Devlet-Büyük Millet” i kurma tecrübesi tarihten de bilinir ki, Türk Milletinin payı büyüktür. Yeniden formülümüzü geliştirip tesis etmeye adanmalıyız. Gündelik meşgalelerden, sen-ben kavgalarından, küçüklerin ayak oyunlarından uzaklaşıp ülkemizin geleceğiyle ilgili olmaya, hain bölünme oyunlarını bozma uğraşına dâhil olmaya ne kadar yakın, yatkın ve uzaksınız? Temel sorumuz budur!
Ülkemizin istikbali; ancak çabamız ve katkımız nispetinde emniyette olur, aydınlık içinde olur.
“Muhteşem Türkiye” hasretiyle, güzel günlerin hasretiyle… Saygılar sunuyorum.
Mustafa DEMİR