Gümüşhane merkeze bağlı, eski adı Tahtalı olan köyden İstanbul’a gurbete gelen ve Kağıthane’ye yerleşen üç kardeşin şehre tutunma hikâyesi hüzünle başlar. Yaşları 15 ile 19 arasında değişen bu üç delikanlı, Gümüşhane’nin dik dağlarına benzemese de içinde dere geçen, yamaçlarına kurulu Kağıthane’yi bir anda kendilerine yurt edinmek zorunda kalır. Bir yanda Gümüş Evi, diğer yanda Kağıt Evi… Tıpkı Gümüşhane’nin yamaçlarında olduğu gibi, Kağıthane’nin tepeleri de ardı ardına dizilmiş gecekondularla doludur. Bu sıraların sakinleri; göçenler, garipler, fakirler… Ve hepsi yeni bir hayat kurma çabasındadır.
Üç kardeş, başlangıçta akrabalarının yanına geçici olarak yerleşir. Ardından önce iş bulur, sonra bir gecekondu kiralar ve mücadele başlar. Megakent İstanbul’un ağır inşaat işlerinin mimarları, birçok il gibi Gümüşhanelilerdir: Kimi amele, kimi usta, kimi hafriyatçı, kimi at arabacısı… Kalıpçı, demirci, duvarcı, sıvacı, parke ustası, fayansçı, elektrikçi, çatı ustası, mermerci… İnşaatın her bölümünde bir Gümüşhaneli alın teri döker. Amelelikten ustalığa, ustalıktan müteahhitliğe uzanan gerçek hayat hikâyeleri vardır.
Türkiye’nin dört bir yanından İstanbul’a gelen göç, ilçelerin sosyal dokusunu yeniden harmanlar. Yeni komşuluklar, akrabalık ilişkileri, evlilikler, kültür geçişkenliği… Türk milletinin ortak aklı, etnik fitne oyunlarını bozar; sevinçte, tasada, felakette birlik sağlanır. Örf, adet, yemek kültürü, müzik, folklor… Her şey bir ilmek gibi işlenir İstanbul’un dokusuna. Gümüşhaneliler de Şişli, Kağıthane, Bahçelievler, Güngören, Bağcılar, Küçükçekmece, Ümraniye, Sultanbeyli, Kartal, Pendik ve daha birçok ilçede yoğunluk oluşturur. Tüm göç veren iller için bu durum benzerdir.
Her köyde bir meslek geleneği oluşur: Hafriyatçı köyü, kalıpçı köyü, demirci köyü, fayansçı köyü, parke ustası köyü… Gümüşhaneliler için ise nereye gidilirse gidilsin, güveç ustalığından ameleliğe, inşaattan müteahhitliğe, kalaycılıktan sanayiciliğe yükselişin benzersiz hikâyeleri vardır. Sıladan gurbete gidişin, fedakârlığın, cefanın, helal kazancın destansı öyküleri her hanede saklıdır.
Sılada ekmeğini taştan çıkaran, dağların yamacında hayata tutunan Gümüşhanelilerin genlerine işleyen bu hayat biçimi gurbeti de şekillendirir. Kolay olmamıştır; Gümüşhaneli yememiş, yedirmiş; biriktirmiş, paylaşmış; cefayı çekmiş, önden gitmiştir. Gurbete önce varanlar, aileler için aşevi, otel, hasret giderme kapısı olmuştur. Evindeki telefonu PTT acentesine çevirmiştir âdeta. Bu fedakârlık tüm Anadolu’nun ilk göç edenlerinde aynıdır.
Tahtalı köyünden üç kardeş, hem hayatı tanımak hem aile bütçesine katkı sağlamak için İstanbul’a gitmeye karar verir. Babaları Hakan Güngörmüş, katı kuralları olan otoriter bir adamdır. Dokuz çocuklu bu ailenin yükü bazen ağır gelir; babanın bazen öfke ile eser gürlemesi çocukların yüreğini daraltır. Köydeki hayat artık canlarına tak etmiştir. İstanbul’a giden komşularından şehre dair bilgiler edinir, ufuk ötesine duydukları özlemi büyütürler.
Aylar süren düşüncelerden sonra babalarını ikna ederler. Hakan amca geceleri uyuyamaz; endişe, korku, merak… İçini kemirir durur. Annesi Hatun yenge, “İstersen gönderme!” dese de Hakan amca çocukların gitmesinin gerekli olduğunu düşünür. Akrabalarının İstanbul’da olması, onların göz kulak olacağı fikri bir nebze içini rahatlatır.
Ayrılık vakti gelir çatar. Gümüşhane’nin eski otobüs terminali, belediye binasının yanındaki dar sokaktadır. Üç çocuk otobüse biner; sarılmalar, boğazda düğümlenen sözler, camdan sallanan eller… Gurbetin ilk ateşi yüreklere düşer. Yolculuk başlar.
Gümüşhane'den İstanbul’a 30 saate yaklaşan zorlu bir yolculuktur. Otobüs Ankara üzerinden gelir. Molalarda “Gümüşhane Seyahat’in sayın yolcuları…” anonsları duyulur. Mesafe önce binlerle, sonra yüzlerle, sonra onlarlarla ifade edilir. Sonunda Harem’e varılır. Devlet-i Aliyye’nin tarihi solunur. Oradan Sirkeci’ye geçilir ve İETT otobüsüyle Sanayi Mahallesi’ne gidilir.
Bir süre amca evinde kalır, ardından inşaatlarda çalışmaya başlarlar. Kısa sürede kendilerine bir gecekondu tutarlar. Yemek, temizlik, bulaşık… Yeni hayatlarının rutini olur.
Aylar geçer; sıla özlemi başlar. Köyde elektrik yoktur. Gaz lambasının ışığında en küçük kardeş Hasret, anne babanın sözlerini kâğıda döker. Gözyaşları mektup kâğıdına düşer, kurur; izi kalır. Gurbette mektubu okuyan ağabeylerin gözyaşı o izlerle buluşur. Gurbette olmanın en acı ama en değerli ritüelidir bu.
Güz mevsimiyle köyden yük kamyonlarıyla erzak gelir. Memleket tadı, İstanbul’da sofralara bereket olur.
En büyük kardeş Vefa üniversiteyi kazanır. Hem okur hem inşaatlarda çalışır. Gelirler birdir; aile geleneği bunu gerektirir. Kazanç bankaya yatırılır, tutumlu yaşanır. Bazen memlekete para gönderirler ama babaları istemez: “Paranızı biriktirin.” Onlar da biriktirir.
Akrabaları gecekondu yeri almıştır. Kendileri de almak ister, babaya mektup yazarlar. Hakan amca memnun olur, destekler. Fakir Anadolu çocuklarının villası gecekondulardır; onların da artık yeri vardır. Bir arsa daha alınır, bir eve başlanır. Ağabey evlenir; gecekondu ona verilir. Diğer iki kardeş diğer arsaya ev yapar. Onlar da yuva kurar.
Yıllar geçer, işler büyür; artık birer iş insanıdırlar. Aralarında zaman zaman ihtilaf çıksa da arabuluculukla çözülür. Hakan amca bunu duyunca sevinçten bayram eder. Gümüşhane’ye gidildiğinde iltifat, ikram, hürmet eksik olmaz.
Bizim mesleğimiz de gereği birçok ihtilafın çözümüne aracı olduk. Komşuluk ve insanlık bunu gerektirir. İnsanların arasını bulmak berekettir; arayı bozan değil, birleştiren olmak erdemdir. Ve her sıladan gurbete gidişin ardında böylesine ilginç, birbirinden güzel hikâyeler saklıdır.
Sabri Şenel – 22.11.2025 / İstanbul