Seksen yılın bilinen her anı, bir ülkünün mehabeti ile geçmişti. Yurt dışı seyahatinin yorgunluğunu atamadan geldiği Amasya kongresini takip ederken, oturduğu koltukta mazinin derinliklerine dalmıştı.

“Gidiyorum: gönlümde acısı yanıkların…

Ordularla yenilmez bir gayız var kanımda.

Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların

Yalnız bir hatırası kaldı artık yanımda.” dizeleri geçerken aklından, Kızılelma ülküsü uğruna verdiği mücadeleyi anlayamayanların halini Ferhat ile Şirin’in aşkını kavrayamayan Amasya Paşasından farkı olmadığın düşündü.

İlkbaharın bütün güzellikleri Amasya’nın sadece dağına, taşına değil sanki kongre salonuna da sinmiş gibiydi. Hatta sanki bir gönül köprüsü kurmuştu Ferhat’ın Şirin için deldiği dağlardan salona doğru. Ömrünü verdiği davaya olan sevdasını, şehzadeler şehrindeki Ferhat’ın aşkına benzetti. Hani Şirin’e olan aşkını ciddiye almamıştı ya Amasya Paşası. En son bu büyük aşka engel olamayacağını anlayınca bir insanın başarma ihtimali olmayan bir vazife vermişti Ferhat’a.

“Şu tepeden,” demişti Paşa.

“Şu tepeden bir kanal deşerek Amasya’nın merkezine su getirirsen senin Şirin ile evlenmene müsaade ederim.”

Öyle büyüktür ki Ferhat’ın Şirin’e aşkı. Elinde kazma ile çıkar dağın tepesine ve getirir suyu Amasya’nın merkezine.

Amasya Paşa’sı şaşırır bu dağlar deldiren aşka. Ve der “Hele getirin uğruna dağlar delinecek kadar güzel olan şu kızı. Bir de ben göreyim.

Getirirler Paşa’nın huzuruna Şirin’i.

Paşa, bir Şirin’e bakar bir Ferhat’a. Ferhat, iri yarı, heybetli, dalyan gibi bir delikanlı; Şirin ise kara, kuru, zayıf, cılız bir kızdır. Döner Ferhat’a hayretle seslenir.

“Sen, o koca dağları, bu kara, kuru kız için mi deldin?”

Ferhat, Paşa’yı şaşkına çeviren cevabı verir.

“Paşam, sen ona Amasya Paşası gözü ile bakıyorsun. Şu Ferhat’ın gözü ile bir baksan; dünyada Şirin’den daha güzel bir kız var mı?”

İlk kez ağır ağır kalktı oturduğu yerden. Yine ağır adımlarla geçti kürsüye. İçinden geçen duyguları paylaşıp paylaşmama konusunda tereddüt etti bir an. Duygu yüklüydü. Ama bir yandan bahar coşkusunu yansıtmak istiyordu kongreye gelenlere.

Seksen yıllık ömrünü, iki bin yılı aşan bir ülküyü adamıştı. Öyleyse burada o ülkülerden ve o ülkülerin ikbalinden bahsetmeliydi. Öyle de yaptı.

“Biz, geçici heveslerin peşinde değiliz. Gayemiz belli, yolumuz belli. Bu, öyle bir yol ki tarihin derinliklerinden süzülerek gelen ve atinin ufuklarını kucaklayan bir bütünlüğü ihtiva eder. O bütünlük, Türk milletinin güçlü ve müreffeh olmasını ilke edinir. Sonra da Türk birliğini gaye edinir. Bütün İslam alemini kucaklar, insanlığa ışık olur. O zaman, bu davaya mensup olanlar “sen-ben” kavgasına giremezler. Bir olurlar, birlik olurlar, birlikte yarınlara koşarlar…”

Ankara’da bir düğün törenine yetişmesi gerekiyordu. Burçak Kaya ile Özcan Hacıoğlu’nun düğününe katılacaktı. Daha dün, Almanya’dan sağlık kontrolü için dönmüştü. Perşembe günü gece 23. 00’da gelmiş, ardından kara yolu ile Amasya’daki kongreye katılmıştı. Halbuki, kontrolden sonra doktor, sıkı sıkıya dinlenmesini tavsiye etmişti. Ama mümkün değildi. Süratle çıktılar Amasya’dan. Salonuna girdiğinde çoktan başlamıştı düğün töreni. Nikahın ardından gençleri tebrik ederken sanki onlara değil de tarihe nasihat eder gibi cümleler kurdu.

“Hayat sürprizlerle doludur. Sürprizlere hazır olmak gerekir…”

Soğuk bir Nisan akşamıydı otelden çıktığında. Saat 22.30’u geçerken çıktı törenden. Yaşının üstünde bir dinçlikle, kendini bekleyen arabanın, arka koltuğuna oturdu.

Nisan ayı olmasına rağmen Ankara sokaklarında hafif kar serpiştiriyordu.

Terlediğini hissetti ve şoföre kaloriferleri kapatmasını söyledi. Kravatını gevşetirken gözleri Ankara’nın karanlık sokaklarına dalmıştı. Ama göğsünün ortasına yerleşen ağrı nefes almasını da zorlaştırmıştı.

Şoföre bir kez daha seslendi:

“Evladım, kendimi iyi hissetmiyorum.”

Durumu anlayan şoför ani bir manevra ile Çankaya Hastanesine yöneldi.

O sırada gözleri, düşen kar tanelerine takılmıştı. O kar taneleri sanki kanat takmış bir güvercin gibi Başbuğ’a seslendi:

“Vakit tamam. Haydi, gerçek vuslata…”

İhtiyar tebessüm etti:

“Ölüm güzel şey budur perde ardından haber

Hiç güzel olmasa ölür müydü Peygamber.” dercesine…

Asırlık bir çınar…

Dağların imrendiği bir koca dağ…

Daha bir iki saat önce söylediği son sözlerinde de haklı çıkıyordu. En büyük sürprizi yapıyordu şimdi…

Çankaya Hastanesi’nde hızla tedaviye alındı. Kalbini kuvvetlendirici iğne, kalp masajı, şok tedavisi…

Olmadı…

Yetmedi…

Öyleyse vakit kaybedilmemeliydi. Dakikalarla yarışılıyordu adeta.

Doktorların eşliğinde Bayındır Tıp Merkezine varıldığında artık saatler de 23.45’i bulmuştu. Bayındır Tıp Merkezinde nöbetçi doktor olan Sertaç Bey de hızla müdahale etti. Aynı uygulamaları o da yaptı.

Hatta duran kalp bir ara çalışır gibi oldu. Ama istenilen sonuç alınamıyordu bir türlü. Hızla yoğun tedavi merkezine alındı.

Gerisi…

Gerisini anlatmaya hangi edebi üslup yetecekti ki?

Ya da hangi kalem dile getirecekti bu hali?

Kim nasıl izah edecekti son hali?

Ne diyecekti ki açıklama yapan?

Dışarıda, yağan kara inat; marşlar söylüyordu gözü yaşlı yiğitler:

“Bozkurtların Başbuğları kükreyince Söğüt’te.

Soluk yapraklar uçuşur, dökülür bir nefeste

Kanımızdır, canımızdır her şeyimiz bu vatan.

Bastığın yerleri tanı, altında Türk’tür yatan.

Haydi yiğit haydi yiğit haydi yeni akına.

Ülkümüzün, ülkümüzün cihan varsın farkına. “ diye…

Tarih 4 Nisan 1997…

Günlerden, Cuma…

Saat 23.45…

Soğuk 4 Nisan gecesi, Bayındır Tıp Merkezi’nin önü, bir daha göremeyeceği kadar insanla dolmuştu.

Genci, yaşlısı, kızı, kızanı…

Kiminin elinde Kur’an, kiminin dilinde tekbir, bir umutla haber almanın telaşındaydı binlerce insan…

Küçük küçük gruplar endişeli de olsa umudu yeşerten sözler dillendiriyorlardı.

“Çıkar, buradan da çıkar…”

“Neleri atlatmadı ki…”

“Tabutluklardan çıktı, Zindanları yardı, işkencelere göğüs gerdi…”

“Elbet bunu da atlatır…”

Kaç saat geçti, bilinemedi…

Ankara’da olanlar akın akın hastanenin önüne koşarken televizyonlarda durmadan alt yazılar geçiyordu.

“Başbuğ, Yoğun bakımda…”

“Başbuğ’un yoğun bakımdaki hayat mücadelesi devam ediyor…”

Koca bir Türkiye televizyonlardan gelecek habere kilitlenmişken, herkes yoğun bir telefon trafiği ile haber alabileceği kişileri arıyordu.

Artık 3 Nisan biteli hayli zaman olmuştu. İlk açıklamanın üzerinden dört saatten fazla zaman geçmiş, bu kadar uzun bir vakit olmasına rağmen yeni bir açıklama gelmemişti.

Hafif serpiştiren ince kar arada bir gözyaşlarını hızlandırıyor, kadını erkeği, kıyıda köşede dualar ediyordu. Saat artık 03’ü de geçmiş, kalabalıklar artıkça artmıştı.

Bir dalgalanma oldu, Bayındır Hastanesinin önünde.

Biri, az yüksekçe bir yere çıktı. Gözleri kan çanağına dönmüş, saçları terden mi, ara sıra yağan kardan mı olduğu çok anlaşılmayan bir genç galiba açıklama yapacaktı. Nitekim onu görenler haykırmaya başladılar.

“Başkanııımm…” diye.

O da sanki dünyanın yükü omuzlarındaymış gibi yorgun, üzgün, hüzünlü bir tonla başladı açıklamasına…

“Kolay değil,” dedi.

Ne demekti şimdi bu?

Kolay olmayan da neydi?

Yani…

Hayır hayır olamaz.

Sesler yükseldi gecenin en karanlık olduğu o demde…

“Etme başkanım,” kabilinden, söylenenleri duymak istemezcesine ya da kabullenmezcesine…

O içi titreten gür ses devam etti.

“Kolay değil…”

Sözün gerisi gelmedi…

Yüzündeki yaşların arada bir serpen ince kar taneleri ile alakası yokmuş. Çünkü o tok sesin sahibi ağlıyordu. Kimse görmemişti onu böyle ağlarken. Çünkü o, Ülkü Ocakları Genel Başkanıydı. Azmi Başkandı. Tarihin, kendine verdiği en zor vazifeyi ifa ediyordu.

“Zamanı değildi, Türk milletinin başı sağ olsun…”

Yani, Türklüğün atan kalbi, durmuş muydu?

Tuna öksüz, Orhun, Selenga yetim mi kalmıştı?

Altaylardan kopan fırtına, Türkistan ovalarına ulaşmayacak mıydı?

Kafkaslardan esen yeller, artık Turan’a selam salamayacak mıydı?

Kahramanlık türkülerine eşlik eden marşlar, yerini saguya mı bırakacaktı?

Öyle oluyordu…

Artık gözlerden sel olup akan yaşlara eşlik eden ağıtlar, yürek yakan cinstendi. Neredeyse tan yeri ağaracaktı ama, gönüller zifiri karanlığa bulanmıştı. Her bir köşede ağıtlar yükseliyor, kara haberin tez duyulması bir kez daha tezahür ediyordu. Bir uçtan bir uca, Türk’ün yaşadığı her toprakta, figanlar arşa yükseliyordu.

Sanki Doğu Türkistan’da Osman Batur kaybedilmiş, Kazakistan’da Abalay Han göç etmiş, Özbekistan’da Amir Temur hayata gözlerini yummuş, Kırgızistan’da Ormon Han uçmağa varmış, Türkmenistan’ın Hurşit Han’ı gitmiş, Azerbaycan’ın Resulzade’si ölmüş gibi koca Türk Dünyası ağıta durmuştu.

Dahası vardı…

Kerkük’te Ata Hayrullah bir kez daha mı darağacına çekilip etleri lime lime dilmişti de Kerkük yeniden ağıt türküleri söylüyordu?

Kıbrıs’ta, Binbaşı Nihat İlhan’ın çocukları kanlı noel vahşeti yeniden mi yaşanmıştı da Kıbrıs Türk’ü feryat ediyordu

Hele Kosova’da I. Murat Hüdavendigar yine mi şehit oldu da koca Balkanlar salaya durdu?

Velhasıl…

Resmî kayıtlar ölüm tarihini “4 Nisan” olarak geçti evraklara.

Ama 8 Nisan günü Beşevler’deki sade mezarına, doğumu “1917” yazarken ölümü boş bırakılacaktı.

Çünkü…

“Ölen hayvan imiş

Âşıklar ölmez” diyordu koca Yunus.

Bir Başbuğ, tarihe iz bırakırken, geleceğe de Ülküler emanet ediyordu; veda ederken fâni âleme.

Ve milyonlarca Bozkurt dile getiriyordu yüreğindeki destanı…

“Türk tarihine yön veren unsurlardan biri de Türk destanlarıdır.” diye başlayarak, peş peşe sıralıyorlardı içinden geçenleri…

Her destan bir varoluşu, her destan bir dirilişi, her destan bir mukaddes hedefi anlatır.

İşte Türkiye Cumhuriyeti de bir destana şahitlik etmiş ve her ne kadar o hayattayken kıymeti harbiyesi anlaşılmamış olsa da 7 Nisan’da koca bir dünya anlamıştı ki omuzlarda milyonlar tarafından taşınan, yaşayan bir efsanenin son yolculuğuydu…

“Başbuğ, bir ülküdür,” diyorlardı.

Türk’ün tarihî misyonunu hatırlatan, yeniden diriliş davasına mimarlık yapan, ümitsizliği ümit hâline getiren ebediyen yaşanacak bir ülkü…

O, Allah’ın Türk milletine bir ihsanıdır. Çünkü onunla hatırladı Türk milleti asli cevherini, onunla dirilişe geçti birlik ruhu…

O yaktı “esir Türklere hürriyet” ateşini ve tutuşturdu Turan meşalesini yeniden, bir daha, engellenmez bir coşkuyla…

İslam âlemi, Nizam-ı Alem anlayışını onunla bir daha hissetti yüreğinde…

“Hepiniz birer Türk bayrağısınız. Bayrağı lekelemeyin, kirletmeyin, yere düşürmeyin.” diyen ve Kızılelma Ülküsünü, Ülkücü Türk gençlerine emanet eden oydu…

“Ülkü, insanın kalbini aydınlatan bir ışıktır. Ülkü, insanlara yönünü tayin etmesini sağlayan bir kılavuzdur. Ülküsüz insan çamurdan bir varlık gibidir;” diyerek ülküler için, Kızılelma’ya istikamet veren oydu…

Nitekim, bir ölüm ile diriliyordu Bozkurtlar…

Bozkurtların dirilişi, bozkurtların Başbuğ’u, Kürşatların, Yamtarların, Afşinlerin uçmağına giderken gerçekleşiyordu.

Öyle ki 1997’nin 8 Nisan Salı sabahında, Ankara’nın bir daha göremeyeceği bir kalabalık, ardından göklerin de kar olup ağladığı cenaze törenine şahitlik edecekti.

Kar ile alınan abdestler, göze pınarları kurutan yaşlar, soğuktan titremeyi unutan bedenler, yürüyecekti dünyanın dört bir yanından Kocatepe’ye doğru…

Bu nasıl bir haldi ki, Nisan’ın sekizinde gökteki perde açılıp, adeta meleklerin teşrifini andırırcasına kar yağacaktı. Yağan kar, yüreklerin yangınını söndürmeye yetmese de dünyanın dört bir yanından gelenlerin son vazifeyi yerine getirmesine vesile olacak ve abdest için suya dönüşecekti.

Pazar gecesinden başlayan, Ankara seferleri ile başkent, değişik istikametlerden giriş yapan on bin araca ev sahipliği yapacak, kendi nüfusu kadar da dışardan misafir ağırlayacaktı.

Salı gününü haber veren gecenin 24. 00’ı ile başta Bayındır Tıp Merkezi olmak üzere, Ankara’ya ulaşmak için çabalayan insanlar, gece 03 itibarı ile başkentin bütün girişlerinin tıkanmasına sebep olmuştu.

Ve işte hastaneden alınan Koca Çınarın naaşı, sarıldığı Türk bayrağı ile yine Türk bayrağına benzetilen cenaze arabasına konuyordu. Tabutu görenlerin daha yeni dinen gözyaşları bir kez daha çağlayana döndü.

Meclis’teki törenin ardından, elbette genel merkeze uğraması ve ardından camiye götürülmesi münasip olurdu. Öylede yapıldı.

“Ruhun şad olsun Türk’ün gerçek Başbuğ’u“,

“Başbuğ gibi lider yüzyılda zor çıkar.”

“Başbuğlar ölmez, yüreklerde yaşar.“

“Mekanın cennet olsun Bilge Başbuğ“

“Yüce Başbuğ, ülkün ile yaşayacaksın“

“Türk eşsiz, Türk emsalsiz. Türk ne yapar Sensiz“

“Türk-İslam aleminin başı sağ olsun“ gibi pankartlar ve “Başbuğ ölmedi, kalbimizde yaşıyor” sloganlarına eşlik eden tekbir sesleri ile getirildi genel merkezin önüne.

İşte bir veda konuşması yapılıyordu Koray Bey tarafından…

“Başbuğ’um,” diye başladı, sanki hıçkırıklarını tutmak ister gibiydi.

“Başbuğum, bugün genel merkez önünde ebedi istirahatgahınıza uğurlamak için toplandık. Seni başbakan olarak uğurlayamadık. Bizi affet. Sana söz veriyoruz. Hepimiz birlik ve dayanışla içinde olacağız, Türk milleti ve Türk dünyasının başı sağ olsun.”

Devam edemedi daha…

Nasıl devam etsin ki?

Ezelden ebede bir köprünün göçü yaşanıyordu.

Ülkülerin ikbalini yaşayan yaşatan bir destan kahramanı göç ediyordu.

Ama her fani gibi…

O da vazifesini tamamlamıştı. Çınarın ayakta ölmesi gibi vedası da ömrünün son dakikasına kadar ayakta olmuştu.

Ve Kocatepe…

Acaba böyle bir manzaraya şahit olabilecek miydi bir daha?

Dünyanın kalbi Ankara’da atıyordu galiba.

Milyonlar Başbuğ’a son vazifesini yerine getirebilmek için bulduğu ilk boşluğa yerleşiyordu. Ve artık 8 Nisan’ın öğle ezanları ile kılınan öğle namazının ardından, Mehmet Nuri Yılmaz “Er kişi niyetine” diyerek milyonlarla birlikte, belki de bir o kadar da melek eşliğinde “Allahuekber” diyecekti.

Ve dile gelecekti oğlu Tuğrul tarafından son veda ile ilgili hisler.

“Sevgili babacığım, yetiştirdiğin bir evlat olarak, “Başbuğ, Başbuğ, Başbuğ” diyerek, senin için en anlamlı tarifi yapıyorum. Türk-İslam ülküsünün kurucusu, öncüsüydün. Türk dünyasının kara sevdasıydın. Senin izinde yürüyeceğiz.

Son nefesini görev başındayken verdin. Evine bile gidemeden son nefesini verdin. Binlerce, yüzbinlerce insan, bozkurtlar senin bayrağım almış, senin gibi ayakta olmaya talip oldular. Fatih Sultan Mehmetler, Kanuni Sultan Süleymanlar gibi hakka yürüdün. Kabrin Atatürk’ün kabrinin karşısında. Ruhun şad olsun, kabrinde rahat uyu…”

Tekbirler arşı sallarken artan fırtınaya rağmen kimse ayrılmayacaktı cenaze töreninden…

Omuzlarda, dualarla, gözyaşlarıyla yolcu ediliyordu son Başbuğ. Bu öyle bir yolculuktu ki “ayrılık mı” “vuslat mı” çok da belli değildi.

Aldığı emaneti, ardına bakmadan ileriye, daha ileriye taşımak için ataları gibi “gündüz durmadan, gece uyumadan” mücadele eden bir Başbuğ’un yolculuğu…

Nihayet ancak ikindi vaktine doğru ebedi istirahatgahına ulaşmıştı omuzlardaki son Başbuğ…

Dualarla, niyazlarla toprağa emanet edilirken; mezarına, başta Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesinden getirilen olmak üzere, bütün Turan coğrafyasından ve Türkiye’deki illerin tamamından getirilen topraklar döküldü.

Bu nasıl bir emanet şuuruydu ki ölümü ile bile ömrünü feda ettiği Turan’a hizmet ediyordu. Mezarına atılan topraklarla, hayalini kurduğu Turan’ı hakikat haline getiriyordu.

Ama, Oğuz Kağan’dan başlayan Kızılelma ülküsü, başbuğlardan başbuğlara aktarılmış; en son Başbuğ Atatürk’ten, ulular meclisinde devralınan emanet, Başbuğ’a verilmişti. İşte şimdi emanet toprakla dirilişe geçmiş, “Ruhlardaki vecdi sonsuz bir dereceye yükseltmek için çok cazibeli bir hayal,” Başbuğ’un topraklarında gerçekleşmişti.

Ve emanet de artık ülkücü Türk gençliğine bırakılmıştı…

(Kızılelma ve Başbuğ romanından)

Gazi Karabulut

Editör: Kerim Öztürk