Türkçülük; içeriğini, anlamını ve niteliği tam olarak bilmeden bazılarının daha duyar duymaz reddettiği bir kavram. Irkçılık sanıyor. Hâlbuki o hüzünlü bir mazinin 20. Yüzyılda önümüze koyduğu bir kavram. Bütün Türklerin derin itilmişliğinin sonucuna işaret ediyor.

Onun var oluşu, "öz yurdunda garip, öz vatanında parya" misali, devlet kuran, kurucu toplumun kendinden kaçışının tarihsel hikâyesine dayanıyor.

Yüzde yüz millî ve yerli.

Türklerin Kayı boyu yönetici beylerinin, padişah olduktan sonra, süreçte, gittikçe obadan kopup, hem obaya ve hem de kurucu Türk kültürüne nasıl yabancılaştığının hikâyesi ile Türklüğün kendine gelmesi arasında derin bir ilişki var.

Bu yabancılaşmanın ve köklerden uzaklaşmanın en belirgin hissedildiği alanları şunlar:

Dilde yabancılaşma.

Dinde yabancılaşma.

Soyda yabancılaşma.

Ve törede yabancılaşma.

Eğitim dilinin Türkçe yerine Arapça, 17. yüzyıldan sonra da Farsça'nın eklenmesiyle, öze yabancılaştığını, sonuçta bu yabancılaşmanın uydurma bir lisana dönüşerek "Osmanlıca" adını aldığını hatırlatalım.

Her ne kadar ordu içi yazışmalarda Türkçe'nin önemi korunuyor olsa da, eğitim dili, kurucu değerlere taban tabana zıt bir duruma gelmişti. Öyle ki zaman içinde Kayının konuştuğu arı duru Türkçe ile Saray ve elitlerin konuştuğu dil birbirini anlamıyordu.

Türkçecilik ve Millî Edebiyat akımları boşuna doğmadı. Hem Türkçecilik ve hem de beraberinde gelen millî edebiyat; Türklerin (kurucu toplumun), kendi kendinin farkına varması ve fabrika ayarlarına dönüştür. Bu sebeple Türkçülüğün vazgeçilmez öğesi "dilde Türkleşmektir."

Başlangıçta Hacı Bektaş'tı pirimiz.

Hacı Bayram-ı Veli'ydi.

Kökleri ta Türkistan'a varan bir geçmişimiz vardı.

Ahmet Yesevi'ydi pirimiz.

Mısır'ı fetih ettikten sonra, Eş'ari'ciler medreselerde eğitim dilini de, dinin içeriğini de kendilerine benzettiler. Süreç içinde geçmişten izler tamamen silindi. Karahanlı Maturidi'den  gelen damar kurudu, yerine, Arap-Afrika damarı kuruldu.

Kısacası akılcılık gitti, nakilciler geldi.

Bunun adına zihinsel devrim de diyebilirsiniz. Çünkü zihinsel kodlarımız ters yüz oldu.

Kayı beyleri, Orhan Beyle başlayan süreçte, saltanatın devamı ve bekası için, kendi soyundan evlenmek yerine yabancı kadınları tercih etmeye başladı. Böylece padişahlarımızın teyzeleri, dayıları Hristiyan oldu. Haliyle, bunun sonucu olarak da padişahlar akraba köklerine yabancılaşmış oldu. Saray bununla da kalmadı. Taht kavgalarını önlemek için bu defa "Yeniçeri" diye bir asker türü üretildi ve sarayın koruyuculuğu bunlara verildi. Saray çevresini oluşturan askeri bürokrasi ile saray içi Enderunlu yabancı asıllı devşirme bürokrasi, devlet yetkilerini kullanmağa başladı.

Nizâm-ı Cedîd Orduları kuruluncaya kadar sarayın başı bu devşirme takımından çok çekti. Padişahların saltanatını korumak için getirilen yeniçeriler zaman içinde pek çok padişahın ölümüne neden oldu. Pek çoğunu tahttan indirdi.

Bütün bu yabancılaşmalar, beraberinde Türk töresinden kopuş sürecini başlattı. Özellikle medreselerin başlattığı yeni İslami yorumlar, dini yabancılaşmanın yanında kültürel yabancılaşmayı da beraberinde getirdi. Her ne kadar, Enderun'dakiler ve Yeniçeri Ocağı'ndakiler "Türk'e gönderilip," Türk ailelerin yanında kalsalar da, özleri itibariyle, geldikleri coğrafyanın izlerini elbette taşıyorlardı. Çünkü ilk sosyalleşme ailede başlar.

İşte bütün bu köklerden kopuş ve beraberinde asırlara yayılıp gelen yozlaşmaya karşı, Türklerin (kurucu toplumun) aslına dönme, kendi varlık bilincine erme, fabrika ayarlarını hatırlama sürecine Türkçülük diyoruz.

Kaynak Yeniçağ