“Minareyi çalan, kılıfını uydurur” “Haydan gelen, Huya gider”

“Şu dağınık müşahadeleri birbirine ekleyerek, umumi bir neticeye varmak mümkündür: Servet, her şeyden evvel politik bir kategori olduğuna göre; gelir dağılımında gündelik maişet haddini aşan bir pay sahibi olabilmenin en emin ve kestirme yolu, üst kademelerden birine çıkmak; yahut daha kolayı, oradakilere intisap (yalakalık-yanaşma-İG) etmektir.”

TEOLOJİK-POLİTİK ZEMİN

Yazıya ser-levha yaptığım bu iki “Atasözü”, Osmanlı-Türk Teo-Politik iktisadının özünü ele verir: Din İstismarı/Ganimet Ekonomisi. Birinci söz, çalmanın büyüklüğünü/cesametini ve çalınanın aidiyetini (din) gösterir iken; ikinci söz, ganimetin, kimin adına alındığını (Hayy) ve kimin adı(Hu) kullanılarak israf edildiğini ima eder. Örneğin: “Vakıf” kurumu, özünde özel mülkiyeti kamu hizmetine tahsis etmek iken; Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyetinde –büyük ölçüde- kamuya ait mülk, mal ve menfaati özele transfer etme pratiğine kaymıştır. Verilen ihale karşılığı çift minareli cami “rüşveti”, ikinci bir “Minare Kılıfı” örneğidir.

Önce Araplar, sonra da Türkler’in İslam ile ilişkileri, “Tebliğ ve İrşat”tan ziyade, “Fütuhat ve Ganimet” ilişkisi olmuştur. Kur’an’ın nüzulü dönemindeki meşru savaşlarda bir yan ürün olarak meşru görülen “Ganimet”, Hz. Muhammedin ölümünden sonra giderek asıl gaye, amaç, hedef haline dönüşmüştür. “Fütuhat” kavramı, Kur’an’daki (Fetih Suresi-Hudeybiye Anlaşması) İslam’ın yayılması için anlaşma ile kapı açma anlamından, Arapların şedit, çapulcu ve kabileci doğalarının politik praxisine evrilmiş; “Ganimet” güdüsü ise, bunun yakıtını sağlamıştır. İslam ile müşerrefe olan Türkler ise, “Asker-Göçebe” doğaları ile politik hakimiyet mefkurelerini “Nizam-ı Alem” ve “Kızıl Elma” kavramları dolayımı ve İslam yakıtı ile “Gaza”ya dönüştürmüşlerdir. Gaza da, doğrudan ganimet getiriyordu. Saltanat rejiminde “Devlet”, din ile dolayımlandığı (Hilafet) için; Sultan da (Vezir ve siyasi bürokrasi dahil), din ile dolayımlanıyordu. Bu durumda mülk olarak toprak ve hazine de, “Herkes”in değil; “Hiç kimse” nin yani “Allahlık” oluyordu. Bu da, Sultana veya Halifeye –Zıllullah olarak- mülkü istediğine “Arpalık” veya “Miri Malı” olarak “peşkeş çekme”; hazineyi de, “Talan etme” imkânı tanıyordu. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’ın “Kamu malı”na karşı belli bir hassasiyet gösterdiklerini ayrı tutmak lazımdır. Bu arada kamu malının, “Tüyü bitmemiş yetimin hakkı” veya “Kul hakkı” olduğu da,- edebiyat olarak- dillerden düşmüyordu.

OSMANLIDA POLİTİK İKTİSAT

İktisat tarihçimiz rahmetli Sabri Ülgener, “Din, İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı” ve “İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası” adlı çalışmalarında Osmanlı döneminde siyaset, iktisat ve din arasındaki ilişkileri dikkatli bir şekilde analiz etmiştir. Siyaset ile iktisat arasındaki ilişki bağlamında şöyle diyor: “İnkâr edilmez ki, konak veya malikâne hayatında yahut yüksek payeli devlet memurlarının elinde biriken servet, sabırlı ve devamlı bir tasarruf sonunda üremiş/üretilmiş, yoktan var edilmiş değil; bilakis, mevcut bir servet yığınının başkası sırtından (elinden-İG) alınması, yani sadece el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. Mal, servet, içtimai paye ve mevki -öyle görünüyor ki- yan yana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi, emek ve istihsal ölçüsü ile değil; belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst üste tabakalanmaları, içtimai ehramın (piramit) kaide veya zirvesine yakın bir noktada yer almak sureti ile tayin edilir…” (Ülgener, İktisadi Çözülmenin ahlak ve Zihniyet Dünyası. İst. 1981. S. 177) …”Şu dağınık müşahadeleri birbirine ekleyerek, umumi bir neticeye varmak mümkündür: Servet, her şeyden evvel politik bir kategori olduğuna göre; gelir dağılımında gündelik maişet haddini aşan bir pay sahibi olabilmenin en emin ve kestirme yolu, üst kademelerden birine çıkmak; yahut daha kolayı, oradakilere intisap (yalakalık-yanaşma-İG) etmektir.” (Ülgener, a.g.e, 178.). “Türklerde üst tabaka, göçebe karakterinden çok şeyler muhafaza etmiştir. Türk köylüsü, tipik bir köylü olduğu halde; şehirli, şehir iktisadına yabancı bir efendi tabakası, bir muharip ve memur kastı vücuda getirmiş; kibirli, kazanma ve çalışmaya fazla ehemmiyet vermeyen, iş hayatını hor gören bir sınıftır.” (Ülgener, a.g.e. 201). Osmanlıda Yahudilerin Bankerlik, Kuyumculuk, Tüccarlık; Ermenilerin Mimarlık, Zanaatçılık; Rumların, Esnaflık yaptıkları bilinmektedir. Türkler ise, genellikle Çoban, Manav Rençber/Çiftçi ve Asker (Yeniçeri) idi. Ülgener, “Din/İslam/tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı” adlı çalışmasında da Osmanlıdaki Tasavvuf-Tarikat örgütlenmesinin, Devletin iktisaden çözülmesinde ve çökmesindeki olumsuz ahlaki rolünü analiz eder. Günümüzden örnek vermek gerekirsek, Menzil Tekkesinin(çorba), Holdingleşmesinin Politik-iktisadının teolojik genetiği; Ve 34 GVH(Gavs Hazretleri) pilakalı çakarlı aracı ile güvenlik şeridini ihlal eden bir müridenin pratiği.

Ulus-Devlet Karşıtı Cephe Güçleniyor Ulus-Devlet Karşıtı Cephe Güçleniyor

TÜRKİYE’DE POLİTİK İKTİSAT

Cumhuriyet dönemi toplumu, bu kültürel arka planı, genetiği olduğu gibi miras olarak devralmıştır. Kılıç elden düştüğü; “Tüfek icat oldu, mertlik bozulduğu” için, ganimet güdüsü, kendi bedenine yönelmiş; kendi etini yemeye başlamıştır. Cumhuriyet kadroları, rasyonel endüstri toplumuna, ekonomisine geçiş için bir düzine adım atmışlardır. Ancak, şuuraltındaki “ganimet” kodu, fazla geriletilememiştir. Tek Parti döneminde Ekonomi, Ülgener’in dediği gibi, hâlâ/büyük ölçüde “Politik bir kategori” olarak kalmıştır. İcat çıkarmaya/teknolojiye, emeğe, üretime, endüstriye/sanayiye dayalı modern bir ekonomi oluşturulamamıştır. Ganimet genetiği, seküler-muhafazakâr ayrışmayı yanlamasına keserek devam edip sürmüştür. Muhafazakâr halk, destekledikleri iktidar için: “Çalıyorlar; ama, çalışıyorlar” yargısını üreterek “ehven-i şe”re tav olmuştur. Devlet aygıtı, “nüfuz hırsızlığının” makinası olmuştur (“Bal tutan, parmağını yalar”) ve halk, buna razı olmuştur. Bu güdü, Kartal güdüsü değil; Çakal güdüsüdür: Çökme, kapma, vurgun, mafya, çalma. -Silah teknolojisi-Selçuk Bayraktar hariç- “Üretim” yapanlar, adetâ cezalandırılmaktadır. Bir bardak çayın, yüz metrelik bir mesafe içinde 15tı ve 100 tl olması, orada artık “fiyat/ücret/paha” diye bir normun kalmadığını; aleni “vurgun”un norm haline geldiğini; hatta şikayet ettiğimiz “Hır-sızlık”ın yani “gizliden alma”nın da kalmadığını gösterir. Fason/merdiven-altı mal üretiminde, Çin ile yarışırız. Avrupalıların, “Dünyada Balı iki topluluk üretir: 1- Arılar, 2- Türkler” sözü, doğrudur. Süte su katma(tağşiş) ikinci tabiatımız haline geldi.

Son yirmi beş yılda Ekonominin “inşaat/rant”a dayanması, devlete ait toprağın ve özel mülkiyete ait tarlaların, “emlak” ve “arsaya (ranta)” dönüştürülerek ve “Emsal” ile de hava/gök (ufuk-güneş-rüzgâr) gasp edilerek para kazanmaktır. Sermaye, -Osmanlıda olduğu gibi- siyaset yolu ile el değiştirmektedir. Diğer taraftan, “Gecekondu” ile kamu arazisini gasp eden köy-taşra kökenli yurttaşlarımız, göğü (minareyi) çalan siyasetçiler ve müteahhitler sayesinde, “Kat Karşılığı” havadan para kazanmaktadır. Şehirlerdeki “Mahalleler ve “Çarşı-Pazar” -ki Müslümanlığın icabı olan komşuluğun ve sosyalleşmenin tezahür mekânlarıydı- TOKİ ile yok edildikten sonra; köyler, mahalleye dönüştürülerek imara/ranta açıldı. “Kanal İstanbul” projesi de böyle bir rant projesidir. Hâsılı, Türkiye’de iktisat, politik bir kategori olarak hâlâ siyasete bağlıdır. Halkımız, hırsızlığa karşı değildir; çalınanın, kendisiyle paylaşılmamasına karşıdır. Türkiye’de depremlerin yüksek sayıda ölüme ve ağır seviyede yıkıma dönüşerek “felaket” ile sonuçlanmasının nedeni, halkımızın, müteahhitlerin, Belediyelerin ve siyasi erkin müşterek ve müteselsil hırsızlıklarıdır. Suçu ve sorumluluğu da, utanmadan götürüp Tanrının üstüne atarlar: “Kader”. Muhafazakârlar, hırsızlığı “Kitabına uydurarak” ve “Hile-i Şeriyye” ile çalacakları minareye “Fetva” ve “Kanun” ile kılıf uydurarak yaparlar: Kurul üyeliklerinden dört-beş maaş, iş yapmadan-işe gitmeden “Kızakta” kalarak maaş alma…vs. Sekülerler, çalma işini ellerine-yüzlerine bulaştırırlar. Diğerleri kadar profesyonel(“kitabına uydurm”a) değildirler.

“Kentsel Dönüşüm” adı altında Fikirtepe’de (İstanbul) inşa edilen –benzerleri Ankara ve Bursa başta olmak üzere metropollerde de mevcut- “Beton Ormanı”, Türkiye’de halkı ve siyasetçisi ile nasıl bir şehir, ev/mesken/mekân, insan(medeniyet) anlayışına sahip olduğumuzun kanıtıdır: Korku filmi gibi, barbarlık.

SONUÇ

Hırsızız, çünkü fıtrî-kültürel olarak genlerimizde var( konma, kapma, ganimet, çökme-çökertme); daha sonradan da bunu, teoloji ile dinselleştirdik. İtikat(“iman” değil) ve ibadet(“ahlak” değil) ile oluşturduğumuz bir “Din” ajandası ile hırsızlık yapıp haram yiyoruz. İmanımız ve/veya ahlakımız olsaydı, tammuden veya kılıf uydurarak(“Kitabına uydurma”/”Hile-i şeriyye”) minareyi çalmayacaktık, haram yemeyecektik. Siyaseti ahlak ve ibadet(“Halka hizmet, Hakka hizmettir”) olarak görmeyip; onu “Güç istenci” ve “Kurnazlık” olarak gören her dindar(“İslamcı”?), çalar; hem de “Deveyi hamudu ile birlikte” çalar.

Prof. Dr. İlhami Güler Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesidir.

Editör: Kerim Öztürk