Osmanlıcılar, İslâmcılar, Türkçüler... Ve Türkçüler kazandı, diye yazmıştım.  Dünün bugüne uzayan meselesi...  “Türk” derken aklıevveller,  “ırkî” özellik arıyorlar. “Irkî” özellik arayanlar ırkçıdırlar. Her milletin, her etnisitenin ırkçısı var mı? Var... Şimdiki çatışmalarda etnisitesini öne çıkaran  “maşalar”a bir baksınlar. Üstelik, Türkiye’de etnisitenin adı şu veya bu... Hangisi olursa olsun,  “Türk”ten kopuk, apayrı bir etnisite söz konusu değil; hemen bütün etnisiteler iç içe girmişler ve  “Türk”te yoğrulmuşlardır.
“Türkçü” derken, “ırkî” manada bir Türkçülükten bahsedilemeyeceğini, aklı başında herkes idrâk eder.
Hemen Atsız’ı öne sürerler... Atsız (12 Ocak 1905-11 Aralık 1975), sözünü esirgemeyen, bildiği yolda dosdoğru yürüyen, ilim, fikir ve edebiyat adamıdır. Atsız ırkçıdır...  “İslâmiyet” mevzusuna ise hiç girmeyelim!
Milliyetçi Hareket’in, “Ülkü” kavramından,  “Dokuz Işık” umdelerine, “Bozkurt” remzine kadar pek çok argüman Atsız çıkışlıdır.
1944 Milliyetçilik Olayı’nda birlikte hapse atılan Atsız’la Alparslan Türkeş’in yolları neden keskin virajlarla ayrıldı? Neden âdeta kanlı-bıçaklı oldular?
Her ikisinin “ırk” ve “İslâm” anlayışındaki farklılığı iyi incelemek gerekir.
Demek istediğim, “Türk”, “Türkçü”  tartışmasında, ilmî zeminde zaruretler dikkate alınmalıdır.
Türkiye’de, kim ki, hiç sebep yokken “ırkçılık”  üzerine reddiye yazarsa, kim ki, milliyetçilik “tu kaka” diye başlarsa, bilerek veya bilmeyerek  “Türk”  düşmanlığı yapıyordur. Türkiye millî bir devlettir ve Türkiye’de yaşayan herkese “Türk” denir. Bunu kabul etmeyenler, başka  “dava”nın insanlarıdır ve niyetleri bozuktur.
Recep T. Erdoğan’ın da bir zamanlar danışmanlığını yapmış  “Siyasî İslâmcı” bir zat, geçen gün 1876 Kanun-i Esasî’sinin 18. maddesine atıfta bulunmuş ve Osmanlı bu maddeye istinaden parçalandı, demeye getirmiştir:
 “Ancak, 1293/1876’daki Meşrutiyet Anayasasındaki (Kanûn-i Esâsî) 18. Madde bu yapının/dengenin bozulmasının başlangıcı olmuştur. ’Me’murînin Türkçe’ye Vukûfu’başlıklı maddede ’Tebaâ-i Osmaniye’nin hidemât-ı devletde istihdâm olunmak içün devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçe’yi bilmeleri şarttır.” ifadesi yer almaktaydı. 1878’de Sultan II. Abdülhamid tarafından askıya alınan bu Kanûn-i Esâsî, 14 Temmuz 1908’de tekrar yürürlüğe konmuş (II. Meşrutiyet), ilanının ardından birçok siyasi/toplumsal problemlere yol açmış, özellikle 18. Madde gerek Rumeli’de gerekse, Osmanlı’ya bağlı Arap dünyasında ciddi rahatsızlık ve ayrışmalara sebebiyet vermiştir. Tarihimizde Osmanlı bürokrasisinin ve Rumeli’de Osmanlı’nın en büyük gücü olan Arnavutların, Rumeli’nin tümüyle kaybına sebebiyet verecek şekilde, Osmanlı’dan kopuşunun ana nedenlerinden biri Kanûni  Esâsî’deki bu 18. Madde olmuştur. “ (Müfit Yüksel, ” Osmanlıca ve Lingua Franca-2 “, Yeni Şafak, 27 Aralık 2014).
Müfit Bey kusura bakmasın, iyi niyetli olsaydı, bu satırları farklı yazardı. Akıl yürüten hiç kimse böyle bir neticeye varamaz.
Ayrıntıya girmeyeceğim; yaz yaz bitmez. 1876 Anayasası’nda, taslakta, 12. maddede Türkçe diğer dillerle müsavî görülüyordu. Tehlikeyi fark eden Mabeyn Müşiri Eğinli Said Paşa olmuş ve Abdülhamid’e hatırlatmış, Abdülhamid, o maddeyi yeniden düzenletmiştir. (Devam edeceğiz.)